O adamı ilk kez Etiler’in Emekli Sandığı’na bağlı huzurevinde kalan eski bir hastamı ziyarete gittiğimde gördüm. Çay kahve içilen, iskambil oynanan, geniş pencereli bir salonda Melahat Teyze ile karşılıklı oturup eski cumhuriyet balolarından bahsederken, o da az ötede bir başka yaşlı kadının elini tutmuş, konuşmadan kadının yüzüne bakıyordu. Dikkatimi çekmişti bu durum. Kadınla akraba olmadıklarını sezinledim bir şekilde. Hatta belki de tanışmıyorlardı…

Adamla bir kez gözgöze geldik, beni kafasıyla hafifçe selamladı, bense bir süredir bakışlarımı ona odaklamış olduğumu farkedip utandım, selamına karşılık dahi vermeden başımı çevirdim. Uzunca sarı saçlari ve saclarının rengiyle müthiş uyumsuz görünen neredeyse simsiyah gözleri vardı. Üzerinde alelade bir kazak ve gri, yünlü bir pantolon vardı. Yanındaki koltukta da fırlatıp attığı eski bir parka ve bir sırt çantası duruyordu.

Bacağım kırılıp da aylar boyunca evde hapis hayatına mahkum olduğum icin onu uzun süredir göremiyordum. Sanki dısarılarda bir yerlerde özgür kalmamı bekliyor, karşıma çıkacağı tuhaf yerler hakkinda planlar kuruyordu… Gittikçe daha sık düşünür oldum onu… Zaten evde yapacak hiçbir işim olmadigindan kendimi hayallere kaptırmıştım. Oturup ona bir mektup yazmayı bile düşündüm, ilk karşılaşmamızda eline tutuşturup kaçacaktim. Sonra, ne yazacağımı bilemediğimden vazgeçtim, zaten belki de bir daha hiç karşılaşmayacaktık. Çantamda hep bu mektupla dolaşıp uygun anı beklemek fikri saçma geldi.

İstiklal Caddesi’nde yürürken kendimi çok garip hissettim. Sanki yıllar süren bir savaştan sonra yurduna dönmüş bir kahraman başkentin sokaklarında yürüyor… Uzakta olduğu süre boyunca yüzler değişmiş, çocuklar büyümüs, caddelerde onun iznini almadan yeni dükkanlar kurulmuş ve sehre başkaları sahip olmuş gibi… Bu hissi bu şekilde tanımlayınca yüzüme bir gülümseme, yok hayır, bir sırıtış yayıldı ve o şekilde birkaç adım atmıştım ki arkamdan biri omuzuma dokundu. O kadar dalmışım ki ufak bir çığlık atarak sıçradım ve bacağımın izin verdiği hızda arkama döndüm. NEEEE??? BU OYDU!!! Elinde benim atkım vardı, bana uzatıyordu ve anlamadığım bir dilde bana bir şeyler söylüyordu… “Atkı”, “düşürmek” ve “soğuk” gibi bir şeyler duydum… Dudakları kıpırdamadan konuşuyordu sanki, ben de ona uyup sessizce teşekkür ettim, atkımı elinden aldım ve yine dudaklarım kıpırtısız, kim olduğunu sordum. O andan sonra olanların ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal kestirmek çok zor…

Ziyafet sofrasında neler mi vardı? En hoşuma gideni şu oldu: O’na çok dikkatle bakmama rağmen cinsiyetini anlayamıyordum!! Düne kadar onun erkek olduğundan emindim, ama dün dikkatle baktığımda karşımda cinsiyetsiz bir varlık duruyordu sanki… Aslında cinsiyetsiz demek de doğru değil sanırım, o hem kadın, hem de erkekti galiba… Ama gündelik hayatta karşımıza çıkan eşcinsellere özgü o hem kadın hem de erkek gibi görünme durumundan çok farklıydı. Kelimelerle anlatmak çok zor bunu… Onun varlığında kadınlık ve erkeklik aynı şeydi sanki, arada hiçbir fark yoktu. Ama esas hoşuma giden şey bu da değildi. Onun bu halini incelerken garip bir his kapladı içimi: Sanki dilimin ucuna kadar gelip de söyleyemediğim bir şey varmış, sanki çok uzun süre önce bilip de unuttuğum bir şeyi hatırlamak üzereymişim gibi… Bunu farketti ve ne yaptı bilmiyorum, ama hatirladim: BEN DE ONUN GİBİYDİM ESKİDEN!!!

Bunu hatirladigim anda içimde bir dinamitin fitili yandi, o sureci anlatan en uygun deyim “çorap söküğü gibi ilerlemek” olur herhalde… Eskiden hep kendime sorduğum bir soru vardı: “Bir insanin kaldıramayacağı ve onu delirtebilecek büyüklükte acılar vardır. Peki, acaba ayni şeyi yapabilecek büyüklükte mutluluklar da var mıdır?” Bu sorunun cevabını bulmaya çok yaklaşmıştım. Hızla hatırlarken, az önce Istiklal Caddesi’nde yürürken duyduğum eve dönmüşlük hissinin çok çok daha kuvvetlisini hissediyor, duyduğum mutluluktan sarsılıyor, titriyordum… Sanki çok iyi yüzme bilen ruhum yavaş yavaş denize giriyor, ama yüzme bilmeyen bedenim (ya da beynim) sular yükseldikçe boğulmaktan korkuyordu. Sular tam çenemin hizasına yükselmişti ki arkamdan bir el omuzuma dokundu… Derin bir uykudan sıçrayarak uyandım sanki!.. Arkama döndüm, o her yerde karşıma çıkan genç adam atkımı uzatıyordu. Ona nasıl bir yüz ifadesiyle baktıysam, adam endişelendi, atkımı düşürdüğümü, bu soğuk havada atkısız dolaşırsam hasta olacağımı söyledi, iyi olup olmadığımı sordu.

Hayatımda ilk kez kekeledim… İyi olduğumu, sadece dalgın dalgın yürürken birden irkildiğimi soyledim, teşekkür ettim. Onun da üşüdüğü belliydi, burnu kızarmış burnunun altındaki kocaman ağzından buharlar cikarak konuşmaya devam etti: “Yahu, benim gibi Antalya’lı adamın İstanbul’un soğuğunda ne işi var? Üniversite okuyalım diye geldik buralara, sürünüyoruz…” Atkımı kendi usulümle boynumda düğümleyip uçlarını paltomun içine yerleştirirken dahi bir an olsun bakışlarımı kaçırmadım yüzünden. Sanki o, bana aitti ve bundan haberi dahi yoktu… Hissettiklerim ne aşk, ne de adı konabilecek başka bir duyguydu… Karşımda duran bu adam bir başka Aycan’dı sadece… Sessizce ve gülümseyerek suratına bakan bir kız karşısında bocalayan ve laf üretmeye çalışan, tüm çabasına rağmen duyduğu heyecanı saklayamayan bir Aycan… “Adin ne senin?”, diye sordum. “Barış…”, diye cevapladı… “Hayir”, dedim… “Senin adın Cavuda, ya benimki ne?”

Aycan Çankaya

1976 yılında İstanbul’da doğdum. 1994’te Saint Benoit Fransız Lisesi’nden, 2000’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Öğrencilik yıllarımda ilgilenmeye başladığım hipnoz ve NLP’yi 2 yıl boyunca pratisyen hekim olarak çalıştığım özel poliklinikte kısmen uygulama şansım oldu. 2002 yılında evlendim ve hekimliğe ara vererek ilaç sektörüne girdim. İki yıl kadar medikal danışman, bir yıl kadar da ürün yöneticisi olarak çalıştığım süre boyunca NLP Practitoner, NLP Master Practitioner, Reiki ve Hipnoterapi eğitimleri aldım.