Masanın üstünde bir kağıt… Siyah tükenmez kalemle üzerine madde madde yazılar yazılmış. Başına da küçük yıldızlar çizmiş kağıdın sahibi. Heyecan mı seziyorum? Hala ıslak olan mürekkebin kalbi pıt pıt atıyor mu?.. Ne çok yazmış öyle. Yaklaşıyorum kağıda; Yeni Yıl Kararları Listesi.
Televizyonda şarkılar çalıyor. Kar erken yağdı bu yıl. Yıl bitiyor. Değişmek gerek. Yeni kararlar, yeni başlangıçlar, yeni bir renk lazım hayatıma. Her şeyi renklere boğan ben, bembeyaz başlamalıyım bu yıla. Ben başlamayacağım da kim başlayacak? Öykü bile yazılır bunun üstüne. Baş kahraman olan genç kız, başından geçen sıradan ama kendine göre özel ve önemli bir dolu olaydan sonra çok yorgun ve yıpranmış hisseder. Kızın doğumgünü de 31 Aralık’tır. Sonra olaylar gelişir, bilirsiniz işte, kız daha da özel ve önemli olaylar yaşar. En sonunda dibe vurulur, tam da 31 Aralık akşamı. Hikayenin en üst noktasıdır bu. Ve bu dibe vuruş, onun yükselişinin de başlangıcıdır aslında. Ertesi gün, yani 1 Ocak sabahında, yeni bir dünyaya açar gözlerini kız. Ya da gözlükleri değişmiştir artık. Renkler farklıdır. Beyaz!
Ama hangi beyaz kirlenmeden kalır?
Televizyonu kapatıyorum. Dayanamıyorum artık televizyona. Müzik dinlemek daha iyi olacak sanırım. Güneşli ama beni hala üşüten odayı, sade bir gitar melodisi eşliğinde Harun Tekin’in sesi dolduruyor.
“Durduğun yerden devam etsin
Güzel olmasın kesilsin yine.
Koş koş kurtul, eskit pabuçlarını.
Dilimiz eksildi, küçük kaldık,
Düştük.
Acımız oldu, çok oldu
İyi ki oldu, iyi ki oldu…
Beyaz, beyaz, dibine dek beyaz.
Rüyası insana yalan söyledi.
Sadece önce şaşkın,
Dibine dek beyaz sonra.
İyi ki varsın, iyi ki yokum.
Gölgem var, iyi ki gölgem var.
Bizi yalnız bırakmayan gölge .
Sadece önce şaşkın,
Dibine dek beyaz sonra.
İyi ki varsın, iyi ki yokum.”
Çok garip hissettiriyor bu şarkı insana kendini. Sanki her dinleyişte birşeyleri yeniden fark ediyorsun acıyla. Öylece bakıyorsun ama… Beyaz kağıdı elimde tutarken, özene bezene yazılmış tüm o maddelerin uygulanıp uygulanamayacağını merak ediyorum. Onlar da, ağızdan kaçıveren sırlar, ya da her Salı bozulan rejimler gibi küle dönüşebilirler. Savururuz sonra onları da, bir yenisini, bir yenisini doğurma düşleriyle. Bazen de kuşbeyinli kuşbeyinli; sıkıca ve sabırla, umutla tutarız avuçlarımızın arasında o külleri, Anka Kuşu olduğumuzu sanarak.
Beyaz olmadı diyelim. Olamadı diyelim. Bu yıl ne renk olacak? Dev bir karışım mı yine? Yoksa ağır basar mı bir ton? Mesela Pazartesi krem rengidir, Salı sarı, Çarşamba turuncu, Perşembe mor, Cuma bordo, Cumartesi kırmızı, Pazar beyazdır benim için. Nedir acaba bende Perşembe’yi mor yapan? Ya da bu yeni yıl, mor mor geçse ne olur? Mor, dendiği gibi psişik güçlerin rengiyse, çok mu spiritüel bir yıl yaşarım? Ya da kırmızı? Sonsuza dek tutkuyla yanan renk kırmızı! Aşka mı boğulurum kıpkırmızı yılımda? Ve Cumartesilerim neden kırmızı? Neden her şeye bir renk veriyorum?
“Genç yazarların yapıtlarıyla öğrenci kompozisyonları birbirine çok benzer. İkisi de “aferin” peşindedir. Bunun için de, genç yazar, rengarenk sözcükleri büyük bir ustalıkla serpiştirir yazılarına. Büyük yazarlarsa siyah-beyaz çalışırlar.”
Ben de siyah-beyaz çalışmak istiyorum. Kalemi elime alıp, bu yılı kendim yazmak istiyorum. Neden olmasın ki? Hep okumamalı, uzaktan seyretmemeli, kalem tutmalı, yazmalı yazmalı, ve düşü gerçek kılmalı!
İstediğim renk kağıda, istediğim renk yazılar yazabilmeliyim bu yıl. Yazılar görünsün istiyorum, o yüzden bunda çok değişiklik yapmaya gerek yok; beyaz bir kağıt yeter bana. Neyle yazmalıyım peki? Kuru boya istemiyorum, elimi çok yoruyor. Kurşun kalem ise ruhsuz, ve de testlerin cevap kağıtlarını hatırlatıyor bana; içgüdüsel olarak, doldurulacak bir ABCDE şıkkı aramaya başlıyorum etrafta. O zaman renkli, yeni tükenmez kalemler… Ancak unutmamalı, hata yaparsam, bir kez yazdığım şeyi silmek zor olacak bu kalemlerle. Tipex ile üzerini kapasam bile silmiş olamayacağım. Sadece üstü örtülecek samimiyetsizce. Kağıdı kaldırıp arkasından okumaya çalışan bir kişi, rahatça görebilir yazdıklarımı. Ele verilirim, çırılçıplak kalırım. Bembeyaz zemin üzerinde yürüyen koca, kara bir böcek gibi farkedilir olurum. Hem estetik de durmaz ki bu. O zaman hatasız olmalı her şey.
Bütün kelimeler, harfler bir ahenk içinde, öylesine karmaşık ama uyumlu, süzülmeliler sayfalarda. Beğenen, çekip çıkaramamalı sebebini kağıdın hamurundan. Uyumadan önce okumalıyım. Uyandığımda aklıma ilk o gelmeli. Ne olduğunu anlayamadan içine düşmeliyim, hayran kalmalıyım kurgusuna; renkten renge, biçimden biçime girmeliyim her satırda.
Bazen yazarlar kaybederler kontrollerini. Karakterler kendi hikayelerini kendileri yazar adeta. Akar gider mürekkep, kalem kendi kendine işler. Ama ben kayıp gitmekten korktuğum, bana biçilen rolleri oynamak istemediğim için istemiştim yazmayı. Ama ya benden de baskın çıkarsa yazdıklarım? Kaybedersem kendimi kendimin içinde?
Duygu kaybettirir aslında insana kendini. O zaman akıp gitmemek, için denemeler, makaleler yazmalı. Koskoca bir makale olmalı yılım. Parçalara ayrılmam böylece. 365 sayfalık bir makale olurum. Her okuyan uzun uzun düşünür, onaylar veya onaylamaz. Renksiz, kokusuz bırakmış olurum kendi kendimi. Göğsüne bastıranın canı acır. Kapağım sert olur. Sayfalar hiç yırtılmaz. Solmaz.
Renksiz, kokusuz olurum.
Mideye oturan cinsten, tatsız tutsuz cinsten.
Gömdüklerinde bir pembe çiçek açmaz toprakta. Otlar bitemez.
Tekrar tekrar okuduğumda da anlarım belki nerede yanlış yaptığımı.
Kendimi yazmak isterken nasıl saklandığımı…
Makale yazamam ben. Öyle bir körlük olur ki bu… Sen nasıl ressamın eline fırça yerine hesap makinesi verirsin? Böcek olmayı tercih ederim. Hata yaptıysam da üstünü çizmeliyim sadece. Tükenmez kalemle. Bakan görebilmeli, en önemlisi ben görebilmeliyim. Samimiyetsizlik dediğim kurşun kalemle yazılan yazıyı silgiyle silmek olur esas. Esas öyle sıkışıp kalır her şey, kokusuz renksiz. Ve teslimiyet olacaksa izin vermek kalemin kendi kendini yaratmasına, bırakayım olsun. Boynuma sürdüğüm parfümün şişedekinden çok farklı kokması gibi, işte öyle koksun. Kaybedeceksem kendimi, kaybedeyim. Öğrenmek istiyorum kaybolmak neymiş. Atmak kendini umarsızca, bırakmak… Yazmak, yazmak. Zaman geçse, kendim gibi kaybetsem onu da. Uykum bitmese, mürekkebim bitmese, zaman geçse. Anlamasam.
Şu maddeleri bile unutsam. Düşleri, duyguları önceden planlamak ne kadar yanlış, ne kadar komik!…Yırtıp atmak lazım bu kağıdı. Ya da bulduğum masaya geri koymalı. Kitapların yanına. Jose Saramago’nun kitabı da var mı bu masada? Hani adı “Körlük” olan? Hani o birden herkesin bembeyaz bir körlüğe yakalandığı, görükleri tek şeyin sonu gelmeyen bir beyazlık olduğu o Nobel ödüllü kitap… Bana ne! Ben kendi yazılarımla ilgileniyorum. Her yazı cümlelerden, her cümle kelimelerden, her kelime, harflerden; her harf çizgilerden oluşur. Bir çizgi atsam önce ben de. Düz. Sonra bir tane, bir tane daha. Düz, yuvarlak, yamuk, eğri… Her çizgiyi atsam yüzüme, yıl kendi kendini tüketirken. Bir tane daha atsam, bir tane daha… Her kalp kırıklığına bir tane, her kalp atışına bir tane! Her düşe bir nokta, her noktanın yanına bir tane daha. Noktalar birleşse, çizgiler olsa. Hepsi birleşse; dudaklarımın yanındakiler, kahkaha çizgilerim; gözlerimi altındaki, anlımdaki çizgilerim olsa. Ben anlamıyor olsam hala. Elimde kalem olsa. Olmayan bir yeri çiziyor olsam.
Ve geriye kargacık burgacık yazılar kalsa.
Hani sahibinden başkası okuyamaz ya…
“Zaten kendim için yazmıştım,” diyeceğim sonra. Anlamadan geçen bir zamanın sonunda, bu defa başkalarının bir anlam çıkaramayacağı çizgilerle söylenmiş olacak bu sözler. O çok sevdiğim yılı dondurmuş olacağım kalemimle. Her okuduğumda buzlar çözülecek, tekrar donacaklar sonra. Kendi krallığımda köleliği yaşayacağım bu yıl. Renklere bırakacağım kendimi. İstedikleri gibi boyasınlar, çizsinler. Zaten biliyorum ki her şeye eninde sonunda bir renk vermek benim alışkanlığım. Gözlerimin arkasına kadar dayanıp da fışkırmayan tek bir kırmızı, tek bir siyah kalmayacak. Akıttıktan sonra kapatmaya da kalkmayacağım. Karışacaksa karışacak, dağılacaksa dağılacak. Acemi işi olacaksa, bunu da kabul ediyorum. Ve doğa tarafından güçsüz sayılmaya da razıyım. Beyaz körlükten uyanacağım.
Tek bir kişi bile olmayacak, sevdiğimi söylemek isteyip de yutkunduğum.