Sevgili Mathilda,
Bu yıl buralarda olağanüstü erkenlikte ve güzellikle bir ilkbahar yaşadık. Şubatın ilk günlerinde ağaçların dalları tomurcuklanmaya başladı ve çalılar birbirleriyle cilveleşen kuşların ötüşleriyle şenlendi. Uzun yıllardan beri bu evde yaşıyorum ve artık çevreyi neşelendiren tüm canlıları tanıyorum. Odamın üstündeki çatı aralığında yaşayan ve gece gezmeleri ile beni uyutmayan peçeli baykuştan, çığlıklarını atmak için odamın karşısındaki meşenin dallarını yeğleyen baykuştan, pek fazla sayıda olmayan ilk baharda çamların gövdesine tırmanıveren meraklı sincaplardan, mayısta kırın bitimindeki bir çalılığa taşınan ve büyülü notalarıyla benim akşamlarımı süsleyen bülbülden söz ediyorum.
Bu aylarda doğanın dile getirdiği sadece sevinçtir. Kırda yabani çiçekler tomurcukların ışıltısıyla parıldıyorlar, kediler kendi aralarında oynaşıyorlar, köpek güneşin ısıttığı toprakta tembel tembel yuvarlanıyor. Kocaman kertenkelelerin turkuaz derisi çalıların arasında parlarken dereden kurbağaların cılız ama pek sevimli olmayan vraklamaları yükseliyor.
Bundan böyle akşam yemeklerimi açıkta yiyor ve yedikten sonra otların üzerine uzanıyorum. Benim için hiçbir film, hiçbir gösteri, günbatımının saydam ışığının geceye yavaş yavaş geçişi kadar güzel ve heyecan verici olamaz. Kentte geçirdiğim uzun mu uzun yılları düşündükçe tek hissettiğim sağır bir ıstırap oluyor. Doğanın ortasında büyümüş birinin doğadan uzak yaşaması kendi kendinin en derin ve neşeli yanından ayrı kalması anlamına gelir.
Doğal olarak kentteyken de doğayla bir olmak için elimden geleni yapıyor, tek penceremin önünü hercai menekşeler ve çuha çiçekleriyle dolduruyordum; akşamları işten dönerken çiçeğe durmuş bir ıhlamurun ya da mor salkımın kokusunu duyabilmek için şu değil de bu yola sapardım; bir bahçe duvarının dibinde durur karabaşlı serçelerin ötüşüne, karatavukların çağrısına kulak verirdim; gün batarken apartmanın terasına çıkar,pencere kırlangıçlarının antenlerin ve evlerin çatılarının arasından havayı ok gibi yararak ve çığlık ç ığlığa bağırarak uçuşlarını seyrederdim. Dikkat et, pencere kırlangıçları bunlar, bildiğin kırlangıç değil: bu ikisinin arasındaki ayrımı kuşbilimi hakkında hiçbir şey bilmeyen ya da pek az bilen arkadaşlarıma ne çok anlatmak zorunda kalmışımdır!
Umursamaz insanlar şöyle diyorlar: Kırlangıçlar gelmez olmuşsa ne olmuş ki? Zaten dünya var olduğundan beri değişik türler sürekli yok oluyor! Ya da şunu söylüyorlar: “ Kırlangıçlardan çok daha önemli sorunlarımız var!” Gerçekte kırlangıç sorunu bir buzdağının tepe noktasından başka bir şey değil. Altta, yeryüzü dengesinin çılgınca ve mantıksızca sömürülmesin gibi son derece yaygın ve tehditkar bir gerçeklik bulunuyor. Doğal olarak burada kırlangıçlardan çok daha büyük sorunlar devreye giriyor: ekonomi ve politika, varlıklı ülkelerin kaynaklarını kibirli ve savurgan bir tavırla kullanmalarına karşın yoksul ülkelerin giderek daha umutsuz bir sefilliğe sürüklenmesi de burada gündeme geliyor.
Sanıyorum ki bu anda özellikle belirli değerlere inanan insanların yaşam tarzı seçimlerini acil olarak gözen geçirmeleri gerekiyor. Her gecen gün en basitinden bile olsa tüm davranışlarımızla toprağın değerlerini yitirmesine de yol açabiliriz; tam tersine bir süreç başlatabiliriz de. Yaratılmış olan bu yeryüzü bize, biz de bu yaratılmış değerlere emanet edildik. Bizler uzun bir süre inanılmaz istenildiği üzere, onun efendisi değiliz, onun konuğuyuz ve bir konuk olarak birlikte yaşama kurallarına, koruma ve sevgi yasalarına saygı göstermeliyiz. Sevginin en özgün özelliği ayırım yapmaması, bölmemesi, bize değerlerini sunarken aşama sırası gözetmemesidir.
Düşünür Gregory Bateson şöyle yazmıştır: “Bir yıldızı incitmeden bir çiçeğe dokunamazsın!” Yaşamın yanında mı yoksa yaşama karşı mı durma konusunda karar vermek, insani bencilliğin delice yıkıcılığını mı yoksa Ermiş Francesco’nun yazdığıgibi “sora matre terra la quale ne sustenta et governa” (bizi besleyen ve destekleyen toprak anamız, toprak kardeşimizdir) tavrını mı benimsemek konusunda karar vermek hiç böyle önemli olmamıştı.