Sabah sıfır beş’de uyandım. Bazen olur mu size de sabahın köründe dikiliverir misiniz ayağa? Yapacak bir şey yok.
İnsanın ne kitap okumaya gücü var, ne televizyonun uzaktan kumandasına uzanmaya isteği. Bir kahve, bir çay istiyor. Sonra fark ediyorsunuz ki herşey durmuş zaten. Öylece duruyor. Siz duruyorsunuz, şehir duruyor, zaman duruyor, kuşlar durmuyor ama… Onlar da erkenci. Belli ki açlar.
İstanbul’da son yıllarda hayırlı bir iş yapılıyor, camiler aydınlatılıyor. İstanbul camileri ile ne kadar güzel. Hele bir de Cumhuriyet Bayramı’nda Boğaz köprüsünün ayakları aydınlatılmıştı İstanbul’da. Keşke hep aydınlatılsa, insana farklı bambaşka bir şehirde yaşadığı hissini uyandırıyor. Ama biliyorsunuz kiliseler aydınlatılmaz İstanbul’da. İstanbul’un kiliseleri hep gizli saklıdır. Mesela Kasımpaşa’da bir kilise var önünü araba tamircilerinin gecekonduları kapatmış. Arkası çöp deryası. Ya da Taksim’in ortasında şahane bir kilise var önü tostçuların gecekondudan devşirme dükkanları ile dolu. Ya da İstiklal Caddesi boyunca yürüyün bütün kiliseler gizlenmişler. Oysa mesela Taksim meydanında o kilisenin önünün açıldığın aydınlatıldığını hayal ediyorum bazen. İstanbul dünya çapında meydanlardan birine sahip olurdu. Ama elbette Taksim’e yıllarca bir cami kondurma hayalini şimdilik ertelemiş bir kesime bunu anlatmak, açıklamak, bir kültürel değer olduğunu anlamalarını beklemek imkansız. Yine de ben Saray Muhallebecisi’nin de sahibi olan Beyoğlu Belediye Başkanı Kadir Toptaş’ın beni anlayacak kadar medeni ve samimi olduğuna inanıyorum. Zaten böyle bir hamleyi yaparsa da o yapar. CHP’li ya da bir başka partili belediye başkanı ne cesaret eder, ne de aklından geçirir. Neyse…

Sabah daha şehir bile uyurken camilerden sabah ezanlarının sesi yükselmemişken uyanıksanız siz de hayatın pause düğmesine ister istemez basıyorsunuz. Henüz gazeteler bile dağıtılmamışken yalnızca siz ve kuşlar ayaktayken düşüncelerden düşüncelere zıplayıp hızla bir muhasebe yapıyorsunuz.
Sonbahar ne kadar güzel, ne şahane bir hüzün mevsimidir böyle sabah erkenlerinde daha da bir ortaya çıkıyor.
Bulutlar paramparça gökyüzünde serilmişlerken maviden kızıllığa dönüş hali insanı ne kadar hiçleştiriyor. Bu güneş milyonlarca yıldır böyle doğup batıyor işte. Biz de kim oluyoruz ki 60 bilemediniz, 70 yıllık ömrü olan faniler. Biliyorum sizin böyle ufak hesaplara ayıracak pek zamanınız yoktur.
Ama ben de umutsuzluk anlamında söylemiyorum bunu ama öyle işte.

Troya’dan geriye birkaç taş parçası kalmış o kadar. İstanbul ne olacak kimbilir bir bin yıl sonra mesela. Ya da olacak mı sahi?
Hava kızarmaya başladı. Bu kızıllık , bu dinginlik, bu zamanın durduğu an.
Ne muhteşem şey yaşamak.
O müdür koltukları, banka hesapları, kariyer planlarından bahsetmiyorum böylesine erken bir saatte ayakta olmanın kendisi ne kadar güzel.
Ne kadar yeterli.
İnsan öleceğini anlayınca huzur bulur derler (derler mi?). O huzur bu huzur olmalı herhalde. Varoluşun kendisi ne kadar da basit. Ve bu basitlik bile ne kadar görkemli olabiliyormuş işte.
Size bir şey söylemek isterim, “Güneş yazın doğduğu yerden doğmuyor sonbaharlarda.” Biliyorum pek çoğunuzun umurunda değil. Ya da hepiniz güneş doğduğunda kalktığınız için bilmiyorsunuz…
Ve güneş doğmadan önce en çok, en çabuk acıkanlar martılar. Hepsi birkaç pike atıp çatılara konuyorlar. Aralarında çığlık çığlığa bağıranlar da var ama onlar da huzurlu gibi….
İnsan huzurlu olunca tüm dünyayı öyle görüyor olmalı. Sonbahar ve parçalı bulutlarla donanmış bir gökyüzü engin bir coşkuyu getiriyor mu sizlere de?
Kalksam, uzaklara gitsem dedirtiyor bana.
Gitmek görmek,uzaklar,bilmediğin dağlar, gökyüzleri, insanlar…
Birazdan şehir de uyanacak. Ezan sesleri çınlamaya başladı işte gökyüzünde. Bu ezanlar neden hep beni çocukluğuma çağırıyor, onu da biliyorum aslında. Ama söylemem. O da bana kalsın.
Biraz ekmek atmalı bu martılara. Hangi birini doyuracaksın gerçi. Olsun biri ikisi doysun en azından. 
Hava da serin oluyor sonbahar sabahları.
Ama birazdan ısınır. Pastırma yazı ne de olsa. Birazdan şehir uyanacak herkes üzerine o sıkıcı elbiselerini giyecek. Sonrası koşturmaca. Birer çöp tenekesine döndürdüğümüz hayatlar. Bizim hayatlarımız. Çalışmak, didinmek insanın doğasına aykırı olmalı.
Bir sabah dinginliğinde huzuru yaşayamayacaksak nedendir bu koşturmaca. Ne işe yarar o çokça bedel ödenen kariyerler, mallar, mülkler, entrikalar, üç kağıtlar, o alınteri, o hırs küpleri…
Offffff……
İşte uyandı şehir karşımda, güneş gözümü alıyor. Yukarıdakinin çalar saati çaldı. Hayat oyunu başlıyor yine.
Ben gidip yatacacağım.
Size iyi oyunlar.
Bana iyi uykular…