Uzun zamandır sergilenen göstermelik dindarlıklardan, politik kaygılarla alabildiğine pompalanan din bezirganlıklarından ve tarikatlerin alıp başını gitmesi sonucu camide ‘cinayet’ ve ‘linç’ olayı noktasına varan durumlardan çok rahatsızım. Biz Müslümanlığı büyüklerimizden böyle tanımadık, görmedik ve yaşamadık… 2006 yılı Ramazan ayında; Müslüman bir ailede doğmuş büyümüş ve o doğrultuda görgü ve terbiye almış biri olarak çoğu artık Hakk’ın rahmetine kavuşmuş o güzel insanları anmak ve çocukluğumun ‘Ramazan’larını paylaşmak isterim.

Dedem Hacı Ali Faik Aksekili; Türklere açılan ilk ziyaret hakkıyla 36 yaşında önce vapur sonra deve sırtında üç ay süren bir yolculukla Hac ziyaretini yapmış dini bütün bir adamdı. Yıllar sonra ikinci kez hacca, babaannemizi de götürmüş ve o zamanki teknolojik imkânları kullanıp uçakla gidip gelmişlerdi. Hacca normalde bir bilemedin iki defa gidilirdi… Şimdikilerin suyunu çıkardıkları gibi 500 sefer değil!.. Hacı olmanın bir zerafeti, asaleti ve önemi vardı. Hacca giden yaşantısına, sözlerine azâmi sûrette dikkat eder haramdan, kul hakkı yemekten uzak durur her konuda adil ve örnek bir kişi olmaya özen gösterirdi.

Biz onun önderliğinde ve diğer aile fertlerinin de dedikleri ile yaptıkları örtüşen tutumları, yüksek anlayış ve hoşgörüyle sarmalanmış halleri sayesinde dinimizi çok sevdik. Öyle mükellef iftar ve sahur sofraları kurulur ve öyle uzun uğraşlar gerektiren Osmanlı ve Türk mutfağı yemekleri hazırlanırdı ki gün boyunca… biz de heves ederdik oruç tutmaya. Zaten midesine azıcık düşkün birinin evi saran o mis gibi kokulara ve mutfaktan taşan faaliyetlere kayıtsız kalması mümkün değildi. Ancak çocuk olduğumuzdan, gün yarılandığında “Hadi artık sizin bu kadar tuttuğunuz kâfi” der mutlaka bir şeyler yedirirlerdi. Buna mukabil iftar sofrasında dedem annemize ve babaannemize ablamı ve beni kastederek “Bunlar oruç tuttular mı?..” dediğinde; ikisi birden “Evet tuttular” derdi. Dedem bu söz üzerine “O zaman ben onların orucunu satın alayım!” deyip çil çil altınlar çıkartırdı cebinden.

Namaz sûrelerinide öğrendiğimizde de, akşam hevesle dedemize okurduk. “Aferin” der altın bilezik, küpe, kolye gibi armağanlar verirdi bizlere. Böyle teşvik ve primleri görünce kim sevmez ve öğrenmeye heves etmez dinini?..

Evimiz otuz Ramazan günü de dolar taşar, zengin fakir dul yetim Müslim, Gayrımüslim herkes soframızda kendine yer bulurdu. Hatta evlerine gitmezden evvel ‘diş kirası’ tabir edilen bazı hediyeler de verilirdi. Eve top top kumaşlar gelir, kapıdan “Hayırlı Ramazanlar” demek için uğrayanlara dahi metrelerce kesilip verilirdi.

İş hayatına girince, oruç tuttuğu için çalışmaktan kaçınanları barut fıçısına dönüp ve hatta oruçlu olduğunu sık sık beyan ederek etrafında terör estirenleri görünce hayretler içinde kaldım. Çünkü oruç; ‘Tok açın halinden anlamaz’ deyişini adeta geçersiz kılmak; halden anlamak ve nefsi terbiye etmek için yapılan tamamen gizli bir ibadetti bize öğretilene göre. Öyle Arapların yaptığı gibi “After Ramadan!” deyip, yan gelip yatma ayı da değildi Ramazan.

Bir yandan başka dinden olanlara ‘gavur’ deme densizliğini gösterip diğer yandan Mercedes arabalarda gezen, elektrik, cep telefonu vb. o çirkin sıfatla niteledikleri tarafından icat edilen nîmetleri kullanan diğer yandan ‘Faizsiz kazanç’ vaadiyle saf insanların paralarıyla naylon holdingler kuran takiyyeciler çevremizde mevcut değillerdi. O zamanlarda Türkiye’de daha beyaz eşya sanayii yokken dedemiz gidip gümrükten çekmek suretiyle Philco buzdolabı, Miele çamaşır makinesi, Nilfisk elektrik süpürgesi gibi teknoloji ürünlerini getirirdi; oldukça yoğun bir misafir kapasitesi olan evimizde işler kolaylaşsın diye.

Geniş olan çevresi ve ilişkileri sonucu, dinciler de bazen evimize gelir bizi modern yetiştirmesini akıllarınca eleştirip; “Hacı bey, yarın bunlar senin arkandan bir ‘Fatiha’ bile okumazlar. Gel şu malını mülkünü vakfımıza yap!” derlerdi. Dedemiz bu sözlere güler geçerdi…

Çocukken denize girmek istediğimizde ilk bikinilerimizi yine dedemiz almıştı. “Madem denize bunla giriliyor. Bizim çocuklar da giyecek” diyerek… Şimdilerde nerdeyse bebeleri tesettüre tıkan zihniyet bizde hâkim değildi. Normalde ergenliğe ulaşmış kişiler bile dinin vecibelerini yapmakla şayet isterlerse mükelleftiler. Dinde ‘telkin’ vardı ‘ısrar’ ve bilhassa ‘şiddet’ yoktu.

Dedemizin İslâm dinine dair kitapları, evimizde öyle muazzam bir kütüphane oluşturmuştu ki; zamanın müftüsü ve diğer din adamları gelir bizdeki kitapları saatlerce okur, bilgilenir ve giderlerdi. Hayatımızda hurafelere ve din tacirlerine yer yoktu.

Bizde aşure pişer, kurban kesilir, helva kavrulur, lokma yapılır tüm mahalleye farklı din veya etnik kökenmiş gibi hususiyetler gözetilmeksizin dağıtılırdı. Çevremizden de paskalya çörekleri, boyalı yumurtalar vb. özel ikramlar gelirdi. Bu gibi şeyler bizim hayatımıza renk katar ve zenginleştirirdi. Hayatımıza karşılıklı sevgi, saygı, anlayış ve hoşgörü hakimdi…

Dedemin bu cömert tutumu, hayırseverliği, kalenderliği ve sosyalliği varlıklı bir işadamı olması sebebiyle onu hiç zorlamıyordu. Biz büyüklerimizden hep “Evlâdım olanın olamayana vermek borcudur” ya da “Verene Allah verir” sözlerinin uygulanışını görerek büyüdük.

Yalnız bir başka atasözüde “Bir nesil yapar, diğeri yıkar!..” şeklindedir ya… Bizde de öyle oldu. Dedemizin ardından tek evlâdı olan babamız kalanları tek başına yıkıp yımırıp bir güzel yok etti!.. Olsun, maddiyat hey şey demek değildi nasılsa… Bugün dedemle kıyaslayınca hayli ‘kıtıpyoz’ ya da ‘züğürt’ sayılabilecek durumda olan bizler; ondan öyle etkilenmişiz ki sahip olduklarımızdan vermezsek, ihtiyacı olanlarla paylaşmazsak huzursuz oluyoruz. Bazen cebimdeki son kuruşumu dahi çıkarıp versem; “Benim nasılsa az da olsa geleceğine dair garantim var. Aç mıyım açıkta mıyım?..” diye teselli ederim kendimi. Gerçekten de hiç ummadık bir taraftan bir şeyler gelir beni bulur. Hatta sağda solda takılı paralarım, bana atılan kazıklar hep zaman içinde bana döner…

Anneannemiz hacı Zübeyde Kostak; cumhuriyetin ilk yıllarının o yokluk ve salgın hastalık günlerinde tifo-tifüsten eşini kaybedip 36 yaşında çarşının yolunu, ekmeğini fiyatını bilmeden dul kalmış;elinden Kur’ân-ı Kerîm düşmeyen ve beş vakit namazın dışında da durmaksızın namaz kılan biriydi. Biz saf saf sorardık; “Anneanne, daha demin kılmadın mı? Bu ne namazı şimdi?..” Cevap verirdi; “Tövbe namazı yavrım”, “Şükür namazı yavrım” daha Kabir namazı, Nâfile namazı, Kefaret namazı vb. kıl kıl bir türlü bitmezdi. Biz dayanamaz takılırdık; “Anneanne sende günah çok galiba, affettirmek için uğraşıp duruyorsun!” “Olmaz mı yavrım, kimbilir bilmeden ne gönüller kırmışımdır?” derdi. Zaman zamanda “Allah’ım beni affet. Sana lâyıkıyla kulluk edemiyorum!..” diye ağlardı.

80’li yıllarda on sene kadar Fatih-Kıztaşı’nda oturupta beş vakit namaz kılıyor, dini vecibeleri kendince yerine getiriyor diye cak cak ötenleri ulema kesilip “Şu cennetlik, bu cehennemlik!” diye ahkâm kesenleri görünce… Günde 5 değil 15 sefer namaz kılan, elinden Kur’ân-ı Kerîm düşmeyen canım anneanneciğimin kıymetini bir kez daha anladım.

Kimseyi kırmak istemez, bizde beğenmediği tasvip etmediği şeyleri eleştirecekse şayet; “Pek akıllısınız, pek beceriklisiniz, her şeyi biliyorsunuz. İnş’Allah bir gün aklınız buna da erer, böylede yaparsınız yavrım” diyerek yapmamızı istediği şeye bizi daima tatlılıkla yönlendirmeye çalışırdı…

Hayatının bize tesadüf eden döneminde iki kat elbiseden fazla giyeceği hiç olmadı. Bir yabanlık bir de gündelik giyecek ona kâfi gelir fazlasını ihtiyacı olan birilerine derhal verirdi. Başka bir ilginç hâli de defalarca içine para koyup cüzdan hediye etmeme rağmen; “Benim paramda pulumda sizsiniz, siz olmadan sokağa mı çıktığım var?.. Ben bunu ne yapayım yavrım?..” deyip geri vermesiydi…

O zamanlar, ne varlıklı olan bunu görgüsüzce kimsenin gözüne sokar gibi göstermeye çalışır ne de fakir olanlar durumlarından rahatsızlık duyar gocunurlardı. Ramazan ayında verilmesi zorunlu ‘fitre, zekât’ gibi yardımların haricinde; yılın her ayında ihtiyacı olanlar kollanır, yardımlar gizlice karşı tarafı incitmemek adına titizlikle yapılırdı. Ne zengin bu kadar uçurumsal derecede varlıklı ve hazımsız, ne de fakir, işsiz insanlar bu kadar çok sayıda, aşırı mağdur ve çaresizdi.

Şimdi herhalde menfaat ilişkileri ve görgüsüzlük ön plânda olduğundan olsa gerek, lüks otellerde zenginin zengini ağırladığı sidik yarışı iftarlar veriliyor. Ya da belediyelerin kurduğu çadırlarda çoğu işsiz, gariban, evinde tencere kaynatamayan açlığa mahkum edilmiş mağdur insanlara iftar yemeği dağıtılıyor. Peki, yılın geri kalan 11 ayında ne yer ne içer bu insanlar?.. diye düşünüyorum ister istemez. Güzel bir hikâye vardır ‘Birine balık vereceğine, balık tutmayı öğret!..’

Ya insanlara itiş kakış birbirini ezerek aşağılayan bir biçimde kamyonlardan fırlatarak yardım dağıttığını sananlara ne demeli?.. Fakir olmak, bir de böyle teşhir edilmeyi aşağılanmayı mı gerektiriyor?.. Çok utanıyorum çok bütün bu olanlardan. İnsânî vasıflardan biraz olsun nasiplenen, o şekilde bir hayvana dahi yemek veremez.

Hani Müslümanlıkta ‘Sağ elin verdiğini sol el bilmez’di,

Hani ‘Allah ile kul arasına kimse giremez!..’di,

Hani ‘Allah, kullarına şah damarından bile yakın’dı ve

‘İbadette, kabahatte gizli’ olmalıydı…

‘Ne verirsen elinle, o gelir seninle’

‘Vereceksen, elin sıcakken ver’ gibi deyişlerle kişinin kendi hayatta iken bizzat kendinin yaptıklarının önemli olduğu, maddi dünyadan manevi âleme geçtikten sonra geride kalanların yapacaklarının kişinin sevap hanesine yazılamayacağı ve cömert, adil ve paylaşımcı olmanın güzellikleri her fırsatta vurgulanırdı…

‘Komşusu açken, tok yatan iyi bir Müslüman olamaz’

‘Veren el daima alandan hayırlıdır’

‘Yaratılanı sev, Yaradan’dan ötürü’ gibi güzel deyişler sanki epeydir rafa kaldırıldı. Görünen o ki; tam mânâsiyle aksi yönde bir gidiş var…

Şimdilerde içinde menfaat olmayan ilişkilere rastlamak nedense pek mümkün değil!.. Halbuki biz ‘Yalnızca Allah’a kulluk edin, kula değil!..’ diye öğrenmişiz.

Dinimi tanımakta zorlandığım en çarpıcı olayı seneler evvel Belçika’da yaşadım. Humeyni’nin vefatı esnâsında Brüksel’de kalmaktaydım. Belçikalı bir arkadaşın evinde haber bültenini izlerken; televizyon birden cenaze töreni ile ilgili görüntüleri vermeye başladı. Farklı dinlere mensup olmamıza rağmen aynı derecede dehşete kapılarak izledik. Çünkü çığrından çıkmış bir güruh, hiçbir dinde ve inanışta olamayacak biçimde ölüye gösterilmesi gereken saygı ve huşuyu bir kenara tümüyle bırakmış vaziyette; evvelâ tabutu, taşıma itiş kakışı ve kargaşası esnasında yere düşürdüler!.. Ceset dışarı çıkıncada kefenden parça koparma yarışı başladı!.. Bunun üzerine askerler olaya müdahale etti. Sonuçta binbir güçlükle defnedilen nâşı, sevgi adına gecede gelip tacizde bulunmasınlar!.. diye kabrin etrafını tanklarla çevirip askeri çembere aldılar. Haber sona erdiğinde bana dönüp manîdar bir biçimde bakan arkadaşıma. “Yok bizim dinimizde bu şekilde cenaze töreni. Bunlar Müslümansa ben değilim!.. Ben Müslümansam da bunlar değil!..” dedim.

Bizim ne ailemizde ne de çevremizde ‘tesettür’ adı altında manastır rahibeleri gibi baş bağlayarak gezen oldu ne de matemdeki Ortodoks kadınlarının giysisi olan ‘Kara çarşaf’la dolaşan!.. Resmi nikâh olmaksızın sadece imam nikâhıyla oturan olmadığı gibi. Ayrıca birinin bir şeyi yapıyor veya yapmıyor olması başkalarını eleştirme hakkını ona vermezdi. Bilhassa ‘din’ gibi kutsal ve ‘hassas’ bir konuda başkalarını yargılamak kimsenin haddi değildi. Böylesi bir Müslümanlığı nasıl anlayabilirdim ki?..

Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk’ün “Müslümanlık kıl değil, akıl dinidir. Takkeyle, sarıkla, cüppeyle Müslümanlık olmaz!” sözlerini çok beğenirim. Ama etrafa baktığımda sadece bizim değil tüm dinlerin yobazlarında aynı saç-sakal birbirine karışmış görüntüleri ve “Ben falanca dine mensubum!..” diye adeta bas bas bağıran kılık ve kıyafetleri görüyorum. Camide takılması icap eden ‘takke’lerle, bilhassa yurtdışında fanatik Musevilerin havrada başa konulması uygun olan ‘kipta’ ile Hristiyanların ise gayet abartılı -sanki duvardan aşırılmış gibi- koskoca ‘haç’ kolyelerle gezmelerini çok yadırgıyorum. Ben karşımdakine baktığımda hangi dine, millete mensup bir kişi olduğunu gözüme sokmasını değil, sadece ‘insânî’ taraflarını görmek istiyorum.

Yaptığım seyahatler ve evini sofrasını bana açan farklı din ve inanç sistemlerine mensup dostlar, arkadaşlar sayesinde değişik kültürlere, yaşam biçimlerine girme ve bolca gözlemleme imkânım oldu. Hepsi bana çok şeyler kattı, önümde yepyeni ufuklar açtı. İyi insan olmanın asla herhangibir dinin ve milletin tekelinde olmadığını gördüm. Hatta Hindistan’daki süreçte semavî dinlere mensup olmayan insanların çok daha yüksek ahlâki ve insanî değerlere sahip olduğuna şahit oldum… Ne yazık ki; yabancı ülkelerde, gayrımüslim dostların benim inancıma gösterdiği ilgiyi, ihtimamı ve saygıyı gün oldu kendi toplumumdaki insanlardan göremedim.

Özellikle Amerikan mektebi mezunları ile iç içe olduğum uzunca bir süreçte ‘ateist’ olanların ‘din’ olgusunu nasıl küçümsediklerini ve inançları doğrultusunda hareket edenlerle nasıl alay ettiklerini de üzülerek gördüm. Yani inanmak ve inançları doğrultusunda yaşamak ancak küçük ve zavallı insanların işiydi sanki. Biraz tahsili yüksek ve yabancı lisanı olanlar ‘Tanrı’ katından da yüksek bir yerlere sıçradıklarını sanıyorlardı galiba?..

Din adına bugün sergilenen iğrençlikler; ailedende bu hususta fazla bir bilgi ve görgüsü olmayan birçok insanda nefret uyandırıp “Din şayet buysa, ben ateist olayım!..” şeklinde neticeler doğuruyor sanırım. Bugün her ne kadar, bütün dinler peygamberleri tarafından getirildikleri halden çok uzakta ve paramparça görünüm içinde iseler de; hem peygamberler üstün ahlâk ve kerâmet sahibi seçilmiş insanlardır, hemde bütün dinlerin özünde sevgi, saygı, hoşgörü ve kardeşlik vardır. Aşırı uçlara kaçılmadığı sürece inanmak; kişiye huzur, mutluluk ve iç barış verir.

Bugünkü yaşam koşulları insanları büyük ölçüde bir kör dövüşü şeklinde yaşamlarını sürdürmeye mahkum ediyor. Eskiden bir kişinin çalışıp getirdiği ile geçinilirken, birkaç kişinin işe gitmesi bile günümüzde bir evi geçindirmeye yeterli olmuyor. Çünkü ücretler düşük, sosyal haklar sıfırlanmış tam anlamıyla ‘Kul hakkı’ yeniyor. Yarına dair kimsenin umudu ve beklentisi yok!.. ‘Çalışmakta ibadettir’ deyişine itibar etsek bile; ne maddi ne de manevi olarak karşılığını alamadıkları işlerde çalışıyor olmak insanları daha da mutsuz ve sağlıksız kılıyor.

Yaşadıklarım ve gözlemlerimin sonucu; ne dinin ne de insanlığın kimsen tekelinde olmadığı olamayacağıdır. Bugün ne yazık ki bütün dinler ve inançlar büyük ölçüde yozlaşmış, mezhepler ve tarikatlar gibi bölünmelerle çıkar çevrelerinin elinde amacından saptırılmış ve perişan edilmiş, kazanç kapısı haline getirilmiştir.

Ben kendi adıma çocukluğumdaki o samimi, dürüst ve paylaşımcı insanları ve onlar sayesinde yaşanan unutulmaz Ramazan’ları çok ama çok arıyorum. Hepsinin ruhları şad mekânları cennet olsun. Bugün din adına, dini rezil rüsva edenlere bakıp “Yeter yediğiniz kul hakkı!.. Artık Allah’la kulun arasından çekilin!.. Gözünüzü toprak doyursun” diyorum.

Şiyma Aksekili