Ellili yaşlarının sonuna gelmiş adam yoğun ve yorgun geçen bir iş gününün sonunda ofisindeki koltuğuna oturdu. Biraz müzik doğrusu şimdi iyi giderdi. Bilgisayarında bir video paylaşım sitesini açtı ve arama motoruna şu iki kelimeyi yazdı:”Kapıldım gidiyorum“. Ekrana düşen sonuç kendisi için de son derece sürprizdi. Birçok sonuçtan hemen ikinci sırada bir video klip vardı, bir taş plak ve yorumcusunun ilk gençlik yıllarındaki kapak resmi:Zeki Müren. Videoyu tıkladı ve billur gibi bir ses çağıldamaya başladı: “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına. Ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına.”
Adam geriye doğru arkasına yaslandı ve gözlerini kapadı. Zaman tünelinde bir yolculuğa çıktı. Zaman; 1950 li yılların ortalarında bir kış akşamı, mekan ise Ege kıyısında küçük bir köydeki evin ocak başıydı. Ocakta çıtırtılar çıkaran bir odun ateşi yanıyor, 5 numara bir gaz lambasının aydınlattığı loş odada, ocağın hemen yanı başında 25 li yaşlarını süren genç bir kadın kucağında ut ile bir şarkı meşk ediyor, dizinin dibindeki 5-6 yaşlarındaki ilk çocuğu olan çelimsiz oğlan annesini dinliyordu. Bu çelimsiz oğlan çocuğu sonraları hep hatırlayacaktı ki, anımsayamayacağı ninnilerden sonra müzik olarak beynine ilk kazınan ve asla çıkmayan hep bu şarkı olacaktı: “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına…”
Fakat burada geriye dönüp sizleri iki omzunuzdan tutarak sarsmak isterim. Bahse konu edilen şey 1950lerin ortalarında ilkokul mezunu genç bir anne olan köylü kadının ut çalıp şarkı geçmesidir. Çocuk ileride yetişkin bir insan olduğunda merakını gidermek için hep sormuştur. “Anne o yıllarda köy şartlarında nasıl ut sahibi oldun? Nasıl çalabiliyor ve T.sanat müziği söyleyebiliyordun?” Anne bu soruyu şöyle yanıtlayacaktır: “Çocukluğumda köyde dayım kahve işletirdi. O yıllarda radyo filan yoktu. Dayımın kahvesinde bir Gramofon vardı, bu taş plakları dayım hep o gramofonda çalar, ben de hemen yanındaki babamın bakkal dükkanına gidip gelirken bu plaklara kulak verirdim. Çok meraklıydım. Genç kızlığa adım atmaya başladığımda bir udum olmasını çok istedim. Babam beni kırmadı İzmir’e gittik ve bana ut satın aldı. Kendi kendime uğraşa, uğraşa nota bilmeden çalmayı söktüm.” Sizi bir kez daha sarsayım: 1940lı yıllarda üç evladından sonuncusuna ut satın alan baba bir köy imamıdır. Ut çalıp şarkı meşk eden kızı ise ömründe tek vakit namazını bırakmayan o yılların Ege köylüsü bir kızdır.Tabii kolayca tahmin etmişsinizdir ki, şimdi 80 yaşında olan bu eli öpülesi ana, gururla hikayesini bu satırlara karalayan adamın anasıdır.
Bilgisayardaki taş plaktaki o billur ses devam ediyordu: “Ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına”. Şarkıyı o yıllarda taş plağa okuyan genç adam, yine o yıllarda haftada bir yaptığı radyo emisyonları ve plakları ile şöhretin zirvesine doğru hızla ilerleyecek ve şöhret ona bolca şarkı okuduğu filmlerde jön olarak oynamanın kapılarını açacaktı. Çelimsiz çocuk biraz serpildiği 60lı yıllarda bu filmleri izleyerek büyüyecekti. Jönümüz çokçası Belgin Doruk olan rol partnerine “Siz”li cümleler kurarak “Efendim” li “Reca ederim”li hitaplarla aşkını ilan etmeye çalışacaktır. Kadir İnanır’ın bar şarkıcılığına düşmüş sevgilinin suratına okkalı bir tokat patlatarak: “Yalannn söylüyorsun, kaltak!” diyaloguna daha şöyle böyle bir 20-25 yıl vardır.
Memlekette 60 yıllarda bir devrim daha olur. Transistorlu radyoların icadı ile köylü radyo ile tanışır. Artık Zeki Müren’in yanı sıra Yurttan sesler de vardır. Nida ve Neriman Tüfekçiler’in “Mektebin Bacaları” türküleri de. Yıldız-Ahmet Gazi Ayhan’lar da vardır. Nurettin Çamlıdağ da. Ahmet Sezgin “Şu uzun gecenin gecesi olsam. Sılada bir evin bacası olsam” demektedir. Hemen ardından Nuri Sesigüzel “Kundurama kum doldu” ile radyolara merhaba diyecektir. Kaytan bıyıklı kara yağız delikanlılar ile boğuk hançereleri ile ağlamaklı tonda, ekşimiş yüz hatları ile baştan aşağı “anti yaşam” sözlerle şarkı söyleyecek arabeskçilerimizin arzı endam etmesi için ise 1970li yılları beklememiz gerekecektir. Beklememiz gerekecektir çünkü kendilerinden bunu talep edecek sınıf daha henüz ortada yoktur. Atmışların sonunda yaşanacak iç göç depremi ile köylerinden ve topraklarından kopup büyük şehirlerin varoşlarına gelenlerin – asla küçümsemek ve elitist bir tavırla tepeden bakmak kastıyla değil ama hadi Marksist terminolojideki deyimi ile söyleyelim “Lümpen sınıf”ın- taleplerine cevap vereceklerdir.
Bu sosyolojik olguyu anlayışla karşılamaya çalışalım, çalışalım ama bir otuz sene sonra 2000li yıllara geldiğimizde o güzelim, o canım Ankara türkülerinin sözlerini -affınıza sığınarak söylüyorum- belden aşağı anlamlar çağrıştıracak şekilde bozarak söyleyen Ankara’lı bilmem kimlere ve o müziğin önünde oynayarak “eğlenen(!)” güruha ne demeliyiz? Yaşayan en büyük Türk ozanını tanımayan, üstelik de tanımama ayıbıyla da övünen “Bütün kızlar toplanıp eğlenen” popçu kızlarımıza hangi anlayışı göstereceğiz?
Dostlar; 50 yılı aşkın zaman tünelindeki yolculuk güzel sanatlar ve kültür adına hep negatife doğru giden bir çizgi çiziyor maalesef değil mi? Ama ben yine de çok kötümser değilim. Elbette ki türkü dinlemeden Türk’ü anladığını sananların aklına şaşarım. Elbette ki gerçek anlamda bir Türk Sanat Müziğinden zevk alamayan bir kimsenin başkaca rafine zevkleri olduğu iddiasına kuşku ile bakarım. Ama iyimserliğime neden odur ki, bu mümbit topraklarda Itri’ler, Dede Efendi’ler, Sadettin Kaynak’lar, Avni Anıl’lar yetişmişse, bu velut coğrafyada Karacaoğlan’lar, Pir Sultan’lar, Neşet Ertaş’lar, ve binlerce anonim türkü yeşerip boy vermişse, onların eserlerine onların seslerine kulak veren bir halk da hep olacaktır.
Selam olsun onlardan göçenlerin ruhlarına, selam olsun yaşayanlarının ve dinleyenlerinin gönüllerine. Elbette ki bir selam da Doğa35’in hep bu seslere kulak veren mensuplarının gönüllerine…
Taş plak dönmeye devam ediyordu: “Ayrılık görünmüşken yar tutmuyor elimden. Misafirim bu gün ben gurbet akşamlarına…”