Genelde yazılarımı yazarken, daha doğrusu yazmaya çalışırken; yazı masama oturduğum zamanlarda, yazmayı düşündüklerim ile yazdıktan sonra okuduklarım arasında dağlar kadar fark olurdu. Yani bir anlamda vermek istediğim düşünceden çok farklı düşünceler vermiş olurdum cansız sayfalara…
Bunun iki nedeni olduğunu farkettim kendi içimde. Birisi bana bağlı, diğeri benden tamamen bağımsız olan, bu nedenler yüzünden ortaya bambaşka yazılar çıkarıyordu.
Benden tamamen bağımsız olan neden; kelimelerin, cümlelerin, düşüncelerin uçarılığıydı. Özgürlük düşkünlükleriydi… Söz dinlemeyişleriydi… Kendi yolculuklarını, kendilerinin yaratma isteğiydi belki de… Yada benim onlara hakim olamayacak kadar yeteneksiz bir yazar olmamdı neden… Bilemem… Sorgulayamam…
Ama ikinci neden, çok daha bana bağlı ve sorgulanabilir bir nedendi. Bir yazar; yazacaklarında, ne kadar kendinden bahsedebilirdi? Yazdıklarının ne kadarını perdelemeden, kurgulamadan, öz denetiminden geçirmeden yazabilirdi? Yada yazacaklarının kimsenin canını acıtmayacağına nasıl emin olabilirdi? Yazıklarında ne kadar dürüst olabilirdi? Etik olan neydi? Bir yerlerde bir başvuru kitabı yada danışılacak bir kadı, üst kurum, RTÜK, v.s. yoktu. Neticede; isteyen, eğer kendini okutabilecek bir zümre buluyorsa, akşamdan, sabaha yazar olabiliyordu… Bunun ayrımını yapacak kimse yoktu…
Bakın işte, şu anda okuduğunuz gibi, tam da size yukarıda bahsettiğim nedenlerden dolayı bağımsız olan neden hakimiyeti eline geçirip konuyu dağıtmak üzere. Halbuki ben sizlere bambaşka bir hikaye anlatmak istiyorum… O yüzden sizin gözleriniz önünde belki de ilk defa yazmaya kararlı olduğum konu için yazının dümenini eski rotasına doğru kırıyorum…
Yukarda bahsettiğim bu iki nedenden dolayı, ister istemez kendimi şimdiye kadar biraz engellenmiş ve kısıtlanmış hissediyordum. Ve sizlerle az sonra paylaşacağım konuyu yazmayı da sürekli bu nedenlerden dolayı erteliyordum… Muhtemelen bir iç hesaplaşma olacak bu yazdıklarım. Kendi doğrularımı sorgulayacağım ve belki de radikal değişiklikler yapacağım. İçsel bir yolculuğa çıkacağız sizlerle az sonra. Kendini yazar sanan bir insanın belki de hayata ilk yalansız, dolansız, kurgusuz, olduğu gibi, bir itirafını okuyacaksınız. Sade, yalın, sadece olanların yazıldığı… Arkanıza yaslanın ve bu yolculuğun tadını çıkarın…
Mersin doğumlu olduğum için kendimi Mersin’e ait hissederim genelde, ama yakın arkadaşlarım iyi bilir, dünya vatandaşlığına aday olacak kadar farklı kültürlerden ve mozaikten gelen bir aile yapıp olduğunu. Baba tarafından Kıbrıslı olmak gibi bir ayrıcalığım da mevcut. Kıbrısta doğan ve orada üniversite yaşına gelen babam, eğitimi için Ankara’ya gelir ve nasıl bir kaderse Mersin’de annemle tanışır. Annemin hikayesi de karışık. Annesi ve babası yani büyükanne ve büyükbaba, annemi Mersin’de dünyaya getirebilmek için birisi Manisa’dan diğeri Laskiye’den kalkıp buralara gelmişler. Onlardan geriye gitmedim araştırmamda bilerek… Köklerim korkuttu, ya yanlışlıkla padişah Vahdettin ile akraba çıkarsam diye…
Bizde adettir… Bulunduğun yerden kız almazsın ve çocuk doğurmak için de doğduğun yerin dışına çıkman gerekir. Böyle bir misyonları var galiba. Yeryüzüne yayılın yayılabildiğiniz kadar. Baba tarafım da işi abartmış ve zaten kalabalık olan kardeş sayısının büyük bir kısmı İngiltere’ye göçmüşler. Ben de bu geleneği bozmadım ve Girit göçmeni olan bir ailenin tek Aslan kızıyla evlendim. Ama bir tek farkla… Oğlumun doğması için Mersin’den dışarı burnumu çıkarmadım. Birilerinin bu karışıklığa dur demesi gerekiyordu artık. Bizden sonraki nesillere bir aidiyet duygusu bırakamazsak, nasıl bir miras devralabilirler, değil mi?
Düşünsenize “nerelisin?” diye soranlara uzun uzadıya saymak yerine sadece “dünyalıyım…” diyeceksiniz.
Farkındaysanız yine bir yol sapağına geldik ve bağımsız olan neden beni tahrik etmeye çalışıyor sapmam için. Ama hayır, bu sefer olmaz…
Aile kökleri bu kadar karışık olunca ve yayılabildiği kadar yayılınca insan ister istemez aile bağlarını toparlamada zorluklar yaşıyor. İngiltere yaşayan kuzenlerime ulaşmam için 12 yaşıma kadar beklemem gerekti mesela. Ortaokul öncesi hazırlık sınıfını bitirmiş ve yabancı dilimi geliştirmek için İngiltere’de yaşayan halalarım ve amcalarımın yanına gitmiştim o sene. Galiba 1988 yılının yazıydı. Garip bir yabancılık duygusu ile Mersin’den kalkıp Londra’ya gitmiştim tek başıma. Evet yanlış duymadınız. 12 yaşında bir çocuk, tek başına Önce Adana, sonra İstanbul ve ardından da Londra yapmıştı ve onu korkutan kaybolmaktan çok, bulacakları idi. Çocuk denebilecek bir yaşta, şimdiye kadar hiç tanımadığı ve karşılaşınca neler yaşayacağı hakkında hiçbir fikri olmayan akrabaları ile tanışacak bir çocuk…
Uzun süreli rotarlar ve havaalanı koltuklarında sıkıntılı geçirilen saatler sonucunda varılan son durak… Londra… Nerede olduğumun bile farkında değildim daha… Sanki binlerce kilometre uzağa giden ben değildim. Sanki oturduğum mahallenin dışında, sıradan bir başka mahalleye gelmiştim. Beni alacak ailemin, beni bulup bulamayacağını da dert etmiyordum… Bir tek sıkıntı vardı içimde, beni sevip sevemeyecekleri, yada benim onları. Şimdiye kadar hiç tanımadığım ailemin bir parçası ile anlaşıp anlaşamayacağımı merak ediyordum sadece.
Valizimi alıp, öncelikli olarak uçuş hostesleri eşliğinde pasaport işlemlerimi bitirip çıkışa yaklaştıkça, yolcusunu bekleyen insanların yüzlerine bakınca anladım hemen beni bekleyenlerin kimler olduğunu. Gerçi ingilizlerin beyaz tenleri ve soluk benizlerinin arasında kabak gibi sırıtıyordu ben türküm diye bizim nispeten esmer tenli akrabalar ama yine de arada bir kan bağı olduğu düşünülürse onları hissetmem doğal sayılabilir…
Sanki sadece haftasonu için okul kampıyla tatile gitmişim de, beni almaya gelmiş ebebeynlerimmiş gibi sarıldık ve tanıştırıldık. Üç kuzenimden Mustafa ve Hüseyin olanı gelmişti beni almaya ve babaları(eniştem) birde. Ablaları yani Aygül kuzen ve halam evde beni bekliyorlardı. Valizlerimi ve sırt çantamı aralarında bölüşünce arabaya doğru yola çıktık. Dediğim gibi sanki üç, beş gün önce ayrılmıştık ve ben sürekli böyle gezilerden dönen evin küçük oğluydum. Birdenbire kendimi sanki daha önceden bu hayatın içindeymişim de geçici olarak (on iki yıl kadar) uzaklaşmışım gibi hissettim. Eve dönerken her zaman uğradığımız (!) pastaneden ekmekleri alırken bile yabancılık hissetmedim. Sadece konuşmalarda biraz zorlandım. İngilizce, türkçe arası farklı ve özgün bir dil geliştirmişlerdi kendi aralarında. Alışmam bir hafta sürdü…
Toplam iki ay kadar kaldım ve hayatımda geçirdiğim en eğlenceli tatili yaşadım. Benden sırasıyla iki, dört ve yedi yaş büyük olan kuzenlerimin içinde en çok bana yakın hissettiğim benden iki yaş büyük olan kuzenim MUSTAFA oldu. Aslında biraz da bu yazının baş kahramanı olan Mustafa. Bir tek ona abi demedim. Benden büyük olmasına rağmen. O kadar kendimden hissettim ki ayrılırken bir tek ona sarılıp ağladım veda sahnesinde. Ve bir tek onu özledim tatillerde gelmesi için, ve onunla Mersin barlarında sabahlara kadar kız tavlama çabaları sergiledik onbeş, onaltı yaşlarımızda. Ve yine ilk kavgamızı onun için yapmıştık. Gecenin bir yarısı beni uykumun en tatlı yerinde uyandırıp, yumruk yediği gözüne boca ettiği bir avuç kremin ardından bana gözündeki morluğun belli olup olmadığını sorduğunda da, ertesi gün babama gözünü gece bar çıkışında sarhoş kafa direğe çarptığını söylediğinde de beraberdik. Nasıl bir direkse o, bodoslama sadece gözünün etrafına çarpmıştı.
Kısa zamanlara sığdırılmış, sıkıştırılmış ve yoğunlaştırılmış bir dostluğumuz vardı kuzenim Mustafa ile.
Mustafa bir mekanik manyağı idi ve daha 14 yaşında, tek başına bir arabayı yüzlerce parçaya ayırıp daha sonra hepsini sorunsuz ve elinde imalat fazlası parça kalmadan bir araya getirebilecek bir zekaya sahipti. Tatil için yanlarına gittiğimde fark ettim bu yeteneğini. Evlerinin garajında kendi çapında bir atölye kurmuştu. Araba boyasından, motorunun tamirine kadar elinden gelmeyen iş yoktu. 1988 yılının yazında Londra’da geçirdiğin iki ay içerisinde tanıdım Mustafa’yı ve tüm güzelliklerini. “Snooker” oynamayı da ondan öğrendim, arabaların modellerini ve yıllarını yandan bakıp tahmin etmesini de… İlk araba sürme zevkini ve motorun sesinin aslında ne kadar da kendine has bir melodisi olduğunu da, o yaz, ondan öğrendim. Tüm mahalle sakinleri arabalarını Mustafa’ya bırakıp ondan arabalarında mucizeler yaratması için sıraya giriyordu. Ona bu yeteneğini geliştirmesinde yardımcı olan ustasının garajında bu kadar iş olmuyor, Mustafa bazen ona kendinde biriken işleri gönderiyordu.
Dedim ya sıkıştırılmış zamanlarda devam etti dostluğumuz. Biz tanıştıktan sonra her yaz Mersin’e gelmeye başladılar. İki aya bütün bir yılın hasretini sığrıdıp gidecekleri güne kadar deliler gibi eğleniyor ve kaçırdığımız zamanları telafi ediyorduk onunla. Ve gözyaşları eşliğinde bir sonraki yaza kadar donduruyorduk zamanı… Bu ilişkimiz böyle 1999 yılının yazına kadar devam etti. Artık koca adamlardık. Ben evlenmiştim ve eşimle gittiğimiz balayından döneli birkaç gün olmuştu. Mustafa’nın ise evlenmesine sayılı günler kalmıştı. Ağustos sıcaklarından bunalmış tatilimizin kalan son günlerini yayla evinde geçirmek istemiştik. Telefon ile görüşüyor ve Mustafa bana evliliğin nasıl olduğunu soruyordu. Bense “ben yandım, sıra sende” diye şakalaşıyorduk. Hangi akşam olduğunu tam hatırlamıyorum ama beklenmeyen haberin geldiği an, şu anda sanki gözümün önünde akıyormuş gibi tazeliğini koruyor… Hayatım boyunca yüreğimde bir telin kopmasına neden olan o acı haberin geldiği anı hiç unutamayacağım.
Bir akşam vakti eşimin ailesinin yayla evlerinde yemek faslını bitirmiş ve sohbete koyulmuşken geldi acı haber. Çalan telefonda ve kardeşimin özyaşları arasındaki sesinde bile anlamadım aslında. Deli gibi arabaya atlayıp annemlere geldiğimde evin bütün bireyleri bir kenara çekilmiş deliler gibi ağlıyorlardı. Aklımdan dakikanın binde birinde, binlerce ihtimal geçti. Birilerine bişeyler olmuştu, hemde kötü bişeyler, ama ben hala aklıma onu getirmiyordum.
Ne annem, ne babam… Sadece kız kardeşim geveledi ağzından onun adını…
“Mustafa abi….. İntihar etmiş abi…..”
Yüreğimin en ince teli o anda koptu ve tüm dünya sanki üzerime yıkıldı ve ben altında kaldığımı hissettim. İnanamıyordum. İnanmıyordum… İnanmak istemiyordum… Ama yüreğimde kopan tel doğru olduğunu fısıldıyordu bana….
Gitmişti Mustafa… Evlenmesine sayılı günler kala, biz düğün davetiyesini beklerken, ölüm haberini almıştık. Mutluktan havalara uçarken ve yaşayacağı evin hazırlıklarını yaparken kendine açacağı garajın dekorunu hazırlarken neden bir insan intihar ederdi??? Üstelikte hayatımın en eğlenceli yazını geçirdiğimiz evlerinde, bütün dünyasını sığdırdığı garajında… Kendi arabasında, bütün kapılarını tüm dünyaya kilitlemiş ve bir daha da açmamış…
Arayıp ailesi ile bile görüşemiyordum. Konuşabilmem için aradan iki aydan fazla bir süre geçmesi gerekti. İşin ilginç yani Mustafa artık hayatta değildi ama sanki beni hiç bırakmamış gibiydi. Yüreğim acıyordu, ama bana bir ses onun sürekli benimle olduğunu söylüyordu. O sesin sahibini bulsam boğmak için bir an bile tereddüt etmezdim. Sanki çocuk avutuyordu. Mustafa benimle olsa bile, sonuçta yoktu işte ve bir daha da olmayacaktı. O çok sevdiği ve kocaman bir dünyasını sığdırdığı garajında, kendi arabasının içerinde, kendi hayatına son vermişti. Gitmek istemişti. Sebebsiz bir gitme… Asla inanmadım ve kendime bir gerekçe uyduramadım onun gidişi için. Hala da inanmıyorum… Ardından türlü senaryolar türedi Mustafa’nın… Hatta cinayet bile dediler… Ama kimsenin acısını dindiremediler…
Kendime gelmeyi başardıktan sonra Mustafa’nın ablası ile bir telefon konuşmamızda bana birkaç gece önce rüyasında bizi gördüğünü ve benim bir oğlum olacağını, adını da Mustafa koyacağımı gördüğünü söylemişti. Boğazına oturan yumruk yüzünden konuşmaya devam edememiş ve telefonu eşime yada anneme uzatmıştım. Şimdi net hatırlamıyorum… Henüz yeni evlenmiştim ve eşimle birlikte aldığımız bir karar ile uzun bir süre düşünmüyorduk daha…
Bu konuşmanın ardından zaman yapacağını yapmış ve yaralarımızı kapatmasa da kabuk bağlamasına yardım etmişti. Ben de o konuşmayı unutmuştum. Unutmak istemiştim daha doğrusu. 2001 yılının soğuk bir Mersin gecesinde, takvimler 30 Ocak’ı gösterirken saat 23:11 civarında oğlumu hemşire kucağıma verinceye kadar da hatırlamamıştım bir daha. Gözlerimin yaşlanmasını sevinç belirtileri zannedenlere belli etmediğim için mutluydum… Kucağımda duran küçükcan, benim hayatımda kopan o ince teli, minicik elleri ile tutup geri yerine tutturmuştu o kısacık beraber olduğunuz zaman içerisinde. Bir tanrı misafiri olan oğlum, bizim isteğimiz dışında dünyaya gelmek istemiş ve nasıl olduysa bizi de kandırmayı becermişti. Doğumuna bir ay kalıncaya kadar da doktoru tarafından kız olacak beklentisi ile bekledik küçükcanı. Kuzenim Aygül’ün bana telefonda söyledikleri kulaklarımda çınlarken, bende oğlumun kulağına onun alacağı adı fısıldıyordum… METE…
Şimdi o küçükcan dört yaşını bitirdi ve kendisine büyüyünce ne olacaksın diye soranlara; göğsünü kabarta kabarta “Formula 1 pilotu olacaaammmm” diyor… Geceleri uykusunda araba sürmeye başlayalı iki sene geçti ve odası bir garaj gibi, duvarları araba posterleri ile dolu. Minik araba serilerinden tutunda, akülü arabalara kadar ne ararsa var elinin altında. Karşısına birbirinden farklı yirmi marka araba getirin size teklemeden markalarını sıralayacağına bir arabasına iddiaya girerim. Kumbarasında bozuk para biriktiriyor ve o paraları biriktirip ne yapacaksın diyenlere “Ferrari alacağım. Hem de kırmızııı….”, diyor. Pazar sabahları NTV’de F1 seyrediyoruz beraber. Sıralama turları sıkıcı geçtiği için Cumartesilerini daha farklı değerlendiriyoruz. Kitap almaya beraber gidiyoruz, ben sürekli aldığım dergilerin yanına artık aylık TUNING ve RACING dergileri de alıyoruz. Mete Bey kendi seçiyor.
Ve en büyük hayalimiz eğer bilet bulabilirsek Ağustos ayında İstanbul’da yapılacak olan Formulayı yerinde izlemek. Liseden bir arkadaşım doğum gününde hediye olarak Macaristan Grand Prix’inde Ferrari’nin kullandığı Start bayraklarından uçurmuş, onu getirdi ve haftalarca onunla uyudu Mete bey… Şimdiye kadar aldığı en kıymetli hediyesi o, ona sorarsanız. Ve bütün bunlar olurken inanın en küçük bir yönlerdirmede bulunan olmadığı etrafımızda. Yani örnek alacağı ne bir baba, ne bir dayı, ne bir amca… Ben bile size yukarıda saydıklarımı onunla birlikte keşfettim ve o zevki onunla almaya başladım… Kimsede böyle bir tutku yok(tu) etrafımızda. Ben böyle bir tutkuyu sadece ve sadece bir kişide gördüm!!!
Haa, unutmadan hafta sonları geç uyuma izni olduğu için bazı geceler uyumadan önce uzun uzun televizyon izleriz, küçükcanla beraber. Geçenlerde böyle bir gecede, odasında yatağına uzanmış beraber televizyon izliyorduk. Kanalları geçerken birden bire “Baba dur!!!” diye bağırdı. İstediği kanala geri dönünce farkettim ki “Eurosport”ta bir snooker turnuvası varmış ve bana “lütfen bu kalsın babacım…” dediğinde, ben elimdeki kumandayı düşürmek üzere olduğumu farkettim. Benim kurallarını bile unuttuğum bu oyunu sanki anlarmış gibi izlemesi ve oyuncunun hangi renkli topa vuracağını söylemesi benim olduğum yerde çakılmama neden oldu… Bu oyunu bana öğreten kişiyi düşündüm… Acaba şu anda nerdeydi???
Evet, sonuçta artık Mustafa yok ve gideli altı yıla yakın oluyor ve onun yerine gelen Küçükcan Mete var… Dört yaşını dört ay önce bitirdi….
Hayat yolculuğunda, hangi durakta kimlerin ineceğini, ve ne zaman kimlerin bineceğini bilemiyorsunuz… Ama yolculuk bir şekilde devam ediyor… Bütün yolcuları ile beraber hem de…
Merhaba emre bey yazınızı çok beğendim mustafa beyin düğününe az bir zaman kalmisken 2 hafta once davetiye dahi gelmişken intihar sebebi neydi? Yazılarınızın devamını diliyorum kitabınızıda en kısa zamanda okuyacağım iyi günler dilerim umarim şans herzaman sizinle olur