Yirmilerindeymiş sınıra yakın o yere tayini çıktığında. Merakla dolu bir heyecan, şimdilerde bilmezlik dediğiyle çıkmış yola. Ayrımında değilmiş çünkü içine gireceği tanımsız çatışmaların gerçekliğinin… Ağrı`ya, o en yüksek dağa tırmanıp gün batımlarını seyretmek, ilk kez adımlarının izlerini pırıltılı karda görmekle dayanmış dondurucu soğuya, ölüm kokan ıssızlığa… Gelişmiş kaslarını ergenliği bitmeden sürekli sırtında en az yirmi beş kilo taşımasına bağlıyor “Genelde kırka da vardığı olurdu” diyerek. Ağırlığını bildiği her bir nesneyi gramlarıyla hesapladığında -mermiler, matara, konserve, şarjör, uyku tulumu – anlıyor ki eksik söylemiş bedeniyle bütünleşen ağırlık hiç yoksa otuz kilo.

Bir avuç adam ilerliyorlarmış durmaksızın daha yukarılara, her yanda beyaz bir sessizlik, kardan yansıyan güneş ışığının göz kamaştıran şarkısıyla. Hedefi zirveye ulaşmak olmayan uzun yürüyüşün tek amacı gizli dehlizlere saklanması olası kötü adamlar var mı diye bakmak.

Sayısız anının birbirine değdiği geçmişi, zihninde taşlaşmış kalıntılara dönüşmüş, susuyor yüzü aniden. Ötelerden anımsanan bir masaldan söz eder gibi cümleleri art arda ekliyor: “Onlar oraların insanlarıydı tabii, bizse yabancıydık karış karış adımladığımız yüksekliklere, kayalara, soğuğa… Ayakta kalmamızın tek nedeni bilinçsiz yürekliliğimizdi belki de… Ve henüz ayrımsamamış olsak da, düşünüyorum da bizi vurmamalarının tek nedeni onların zaten bunu biliyor olmalarıydı. Kıstırırlardı bir yerde yiyeceğimiz bitene kadar, silahlar ateşlenir, kaçını vurduk görevimizi yaptık huzuruyla dayanırdık açlığa, soğuğa, uykusuzluğa… Kimselerin haberi yok bulunduğumuz koşuldan, olsa da bize ulaşmaları zaman sorunu. Kim bilir kaç gün sonra bir helikopter belirirdi uzaklarda ya da kendiliğinden bir sessizlik. Çıktığımızda sindiğimiz yerden arayıp da bulamazdık çevrede ne boş kovan, ne ceset, ne de kan… Neredeyse düşe yattığımızı sanacağımız tutardı tükenmiş mermilerimizle, zorlukla açık tuttuğumuz gözlerimiz olmasa. Tüm izleri silerlerdi giderken artlarından, umudumuzu kırmak için. Arada da sanki gökten inmişler gibi karşımıza çıktıkları olurdu, saniyelerde kıpırtısızca göz göze kaldığımız anlar… İlk hareket iki adam önde olandan gelirdi, avucu bize dönük şekilde elini baş hizasında havaya kaldırır, öncü görünen hangimizsek bakışını bakışımıza değdirir, elini indirir hızla yürüyüp uzaklaşırlardı. Elini havaya kaldırdığı an, yürüyüp ardımıza geçtiklerinde nasıl bilinirdi silahları ateşlemeyecekleri ve biz nasıl kestirirdik öldürüp öldürmeme arasındaki keskin kararı…”

Sağduyunun güvencesindeki dakikalardı belki ya da avla avcı olma arzusunun yorgunluğumuza yenik düştüğü süreçler. İnsandık sonuçta, yorgun, aç, üşümüş karşı karşıya geldiklerinde çatışmaktan vazgeçmiş. Hala bilemiyor o el işaretinin anlamını, bir merhaba mı, tamam mı yoksa yeter deyiş mi…

Dudağının köşesine hızla yerleşen neşe dağın zirvesindeki gün batımının güzelliğinden söz ediyor: Dört bir yan ayaklarının altında sanki evren senin için var, güneş senin için batmakta.

Annesi televizyonda haberlerin başına sırtında bir bıçakla oturup kısacık sürecek “Bugün de ölmemiş” soluğuyla kalkarken, ilk dokuz ayı böyle yaşamış. Çatışmalarda zarar gören olmadığından karlar üstünde yuvarlanıp bir masalın kahramanı saymış kendini.

Ölümü ilk gördüğünde ise anlıyor her yerin kötü adamı farklı. Belki de açlık, uykusuzluk gibi temel insani gereksinimler bittiğinde anımsanıyor ucunda ölüm getiren fikir için var oluşlar. Amacı sadece yaşamda kalmak dediği tabloda en sık kullandığı sözcükler yaşamak, var olmak.

Gerekli görüldüğünde, ülkenin en yüksek dağının zirvelerinden aşağı iniyorlar. Onca ıssızlıktan sonra şehrin ışıklarını, arabaları, insanları görünce şaşırıyor, yersiz yurtsuz kalmışçasına kendini tehlikeler ortasında sanıyor. Her doğal ses sanki tehdit unsuru bir yerlere saklanmak, sığınmak istiyor. Kısa bir süre sonra ise Şemdinli`de…

Yalçın kayalarla yeşil sarmaş dolaş, duru bir akarsu kendine yol çizerken yanlarında… Hiç de sanıldığınca kurak, hareketsiz olmayan doğada kır çiçekleri, avlanan balıklar, iki kişiyi gözcü dikip yüzülen suyun serinliği dağarcığında yüz güldürenler. Silahlar- sırt çantası kayanın yanında dinlenirken, parkalar- botlar çıkarılıyor, su soğuk ama güzel. Tek hamak var o uyuyor, yıldızlar bakışlarında. Botların içine girip sabah giyerken sokan akreplerden kurtulmanın yolu bile kolay, ağaç dallarına asılıyor giyecekler. Sabah ateşten yeni inmiş ekmeklerin kokusu ne güzel, tırmanılan tepelerin ardındaki düzlükler usta bir ressamın elinden çıkmış, çiçek renk dolu.
Birden elleri sımsıkı yapışıyor oturduğu sandalyenin kenarına, kollarında kas atışı. Çiçekler, su, hamak, yabani kekik kokusu bitmiş belli ki vardığı yerde ölümle tanışmış: “Gençten bir çocuktu esmer kısa saçlı, zayıf, boyluca. Silahlar üstüne çevriliyken gazete okurken seslenilmesi üzerine başını kaldırmış kadar rahattı. Anlattı isteklerini sesi ne alçak ne de yüksekti, arkadaşına akşam eve gidince yapacaklarından söz edercesine sıradandı. Sorulan soruları yanıtladı. Ortamın gerginliğinde içimizde sakinliğini koruyan sadece oydu. “Elebaş” denilenlerdendi, bizse birkaç kişi sıkıştırmıştık işte onu haritasını iyi bildiği çalılarla kayalar arasında. Ayrıldığı üniversiteden, amacından, nerede yaşayıp neler yaptıklarına değin anlatırken tek tek, korkumuz sağdan soldan adamlarınca çembere alınıyor olmaktı. Bunca rahat konuşması da tedirginliğimizi körüklüyordu, çünkü bulunduğumuz yere onlar ne kadar tanışsa, biz o kadar yabancıydık. Görüş alanımız içinde dört yana çevrilmiş silahlarımızda yaprak kıpırtısına kurşun atıyorduk. Bundan böyle hep yapacağımızca… Yanıtları tükendiğinde hadi git dedi onu sorgulayan, bir süredir bizimle olan zor yerlerde zor insanları bulan, bizi düze çıkaran adam”…

Yerinden fırlıyor birden, geri dönüyor geçmişinde kalmış saniyelere. Öylece durup dimdik ayakta az ilerisinde olanları izliyor. Soluğu duyulmuyor, sanki bir ceset ayağa kaldırılmış. Dudakları kımıldıyor, kımıltıların arasından akan ses devam ediyor…

”Döndü arkasını. Yürüdü bakkaldan eve döner gibi. Bele uzanan bir el, elde bir silah, alıştığımız bir ses önümüzden hızla geçen. Birkaç metre uzağında sırtı dönüktü zorları tanıyan adamın elindeki silaha. İşte ben orda gördüm bir adamın beyninin dağılıp otlara yapışmasını ve başının yarısı olmayan birinin ayakta bir süre dikilerek kendini sessizce yere bırakmasını. Beynin dağılımına baktım nasıl olduğuna, aktığına”…

Sonrasındaydı zihnimden silinmeyen o yüz sordu, ”Nerdesin ne yapmaktasın sen?” Gizli bir arzuyla onun yerinde olmak istediğimi anladım. O ölmüştü hiç değilse, inandığı her neyse. Haklı haksız, yanlış doğru… Yaşamda kalma adına harcanan günlerde bense, bizse neyin kanıtıydık? Bastığımız kayalar, ezdiğimiz çiçekler, rast geldiğimiz boşluklarda zararlı olduğunu öğrendiğimiz yabani bitkileri yok ediyorduk. Fikrimiz, düşüncemiz yoktu. Sadece yürüyen silahlardık…

Uzun düşünmüş bunları. Çelişkilere girip çıkmış, üstlendiği görevi yerine getirirken sayıklarcasına kendiyle konuşmuş…Ta ki, İzmir`e tayini çıkan ertesi gün yolcu kaç yıllık arkadaşı ölene kadar.

“Biz savunuyorduk aslında mor dağ sümbülleriyle dereleri sadece soluk alışlarımızı engelleyişlerini. Evet anladım ki saldırılmasa savunulmayacaktı, genişti dünya. Bana sorulsa derdim yok toprakla, dağla, taşla her yeri yeter hepimize diyeceğim ya… Birileri çıkıp da çekil git benim burası diyorsa, var olmak adına öne sürülen birilerinin hepimize yeter bu yeşil, su, dağ demesi gerekiyor”. Ayrımsadığında öne sürülen biriliğini çelişkileri susmuş yüreğinde, bulutlara bakarken hissettiği coşku da…

Alacakaranlıkta son konserve barbunya sabah serinliğinde varılacak kasabadan yolcu edilecek arkadaş adına açılmış. Ortamda bulunan her kişi sağ elini vururken diğerinin sol eline, Kordon’da çapkınca gezmenin zorunluluğundan söz edilmiş. Yolun kaç saat süreceği, İzmir”in kızlarının güzelliği, bu berbat yerden kurtulduğu, ne şanslı adam olduğundan konuşulurken son çatal barbunyaya değdiğinde onca tetikte olunmasına karşın sezilemeyen yaylım ateş…

Aşarken yalçın, siper olarak korumasız kayaların ardına atmış kendini az önceki sohbetteki adamların her biri. Toz duman etraf, nerede oldukları seçilmeyen birileri toprağı yarıp fışkırmışlar sanki, sadece kurşunlar gerçek. Eller tetiklerde karşılıklı gidip gelen kurşunların kimi birbirine paralel geçerken kimi kayalara, toprağa çarpmakta… Yaklaşık iki saat sonra geldikleri gibi yok olan adamların gitmişliği ortamın sessizliğinden anlaşılıyor. Gecenin karanlığında bir süre daha çalılara, boşluklara ateş edildikten sonra görülüyor yarın yolcu arkadaşın az önlerinde kımıltısız yattığı. Yanına gidilip, “Hadi kalk” diye omzuna dokunulduğunda, şakağındaki kırmızı sızıntı çoktan kurumuş. Açık işte, otobüs bileti yanmış – buralar onunla vedalaşmak istememiş.

Ardından kaç ölüme tanıklık etmiş sağında solunda. Genelde o sorumluymuş kaç erden, yaşam öykülerini kendininki kadar net bildiği, düşleri toprağa gönülleri bir kıza sevdalı… Zarar almadan dönmeliler geldikleri yere. Öldü mü biri kendi ölmüş sanki sevinemiyor yaşamda kalmışlığına. Üzülmek? Birkaç dakika öncesinde paylaşılanları anımsamak da olanaksız o karmaşada. Tek duygu baskın, “Nasıl yerine getiririm sorumluluğumu, nasıl kalırız yaşamda?”

Gün geçtikçe tükeniyor duygularıyla soruları. Anlıyor ki o kadar da amaçsız değil var oluşları, yapılanlar kendini savunmak adına… Şimdilerdeyse gözyaşı sel olmuş diz kapaklarında. O günler hissedilerek yaşansa dayanılmazmış biliyor. İki bizden bir onlardan, üç onlardan bir bizden… Kayalar, ıssızlık, tedirginlik, kurşunlar, geceler…

Bir gün var ki unutamadığı, ilk kez öldürmeye susadığı. Başkente çıkıyor tayini. Ankara Otogarı’nın çay salonunda dinlenmek amaçlı oturduğunda açık köşedeki televizyon, spiker geldiği yerlerde olanlardan ölenler ve öldürenlerden söz ederken bulunduğu mekandaki insanlar isyanda, “Değiştirin şu kanalı, hep aynı şey bıktık çevirin başka tarafı” demedeler. Gözlerinin önünde saniyelere sıkışıyor ardında kalan iki uzun yıl…. Silahını ateşlemeyi her şeyi, herkesi yok etmeyi istiyor. Yüzündeki edepsiz gülüşle;“Yapmadım tabii” diyor. “Ben de sıkılır oldum gün geldi oralarda kimlerin ne yaşadığını dinlemekten. Her olay kendi kendini tüketmekte, öyle günlerdeyiz biliyorum bulunduğu anın ötesi yok insana.”

İçtenlikli gülüşünü silemese de ilk görevi, metalik seslerde yerinden fırlamayı, gerektiğince içmeden uyumamayı ve tekrarını sonlandıramadığı düşü armağan etmiş ona. Düşlerinde sayıklıyor yüksek sesle, el kol hareketleri arasında gözlerini açıp emirler veriyor, böyleymiş kendi anımsamasa da uyumamak şeklindeki kendince derin uykuları. Sabahları çığlıkla onu güne başlatan düşünün ise kısacık ifade edilişi…

“Tanklar hızla papatya tarlalarına giriyor, bağırıyorum sesimi duymuyorlar, engelleyemiyorum, ezilecek papatyalar”…