Fokker F-28 hiç alışmadığım şekilde havaalanı sahası üzerinde birkaç kilometre çapında daireler çizerek alçalmağa başladığında hemen herkes pencereden aşağıyı izlemeye çalışıyordu. Daha önce hiç havadan görmediğim Bağdat, Dicle kenarındaki yeşillikler ve bunun dışında kalan yerlerde neredeyse çöl izlenimi veren kahverengiye çalan sarı bir kurulukta uzanıyordu altımızda. Bizim her biri New York olmaya öykünen ama düzensizliği ve çirkinliği dikine yükselip diğer tüm güzellikleri yatay seyir izleyen kentlerimizin aksine yaygın, alçak profilli oldukça düzenli ve sıcak görünümlü bir yerdi. Havanın gölgede yaklaşık 45 derece sıcaklıkta olduğunu kastetmiyorum.
Uçak hepimizin tedirginliğin en uçlarında dolaşarak beklediği dakikaların sonunda tekerlekleri üzerinde gitmeğe başladığında birinci devre bitti dedik içimizden, her birimiz gizliden yaşadığı korkuyu ele vermeden diğerlerine belki de onlardan önce kendine cesaret aşılamaya çalışan göstermelik bir neşeyle.
Dışarıda 250 bin lira etmeyen yarım litrelik bir şişe kola artığı su için ödediğim tam iki milyon beş yüz bin Türk lirasına içim yanarak terk ettiğim TAV tesislerinden sonra Amman havalimanı hatta Bağdat bile daha insaflı ve güler yüzlü gelmişti bana.
Bağdat havalimanı yaklaşık onbeş yıldır çivi çakılmamış üstüne üstlük iki kez acımasız saldırılarla yerle bir edilmeye çalışılmış ama tüm bunlara karşı soğukkanlı bir vurdumduymazlıkla ayakta duran Irak gibi eski moda, kendine özgü egzotik bir mimariye sahip bir yerdi. Uçaklara yanaşan platformlar çalışamadığından dolayı uçaktan indik ve koşarcasına gelen hatlar terminal binasına sığındık. Bizim uçak için bir pasaport kontrol sırası oluşturuldu ve Irağa resmen girmiş olduk.
İlk girdiğim tuvalette bana tuvalet kağıdı uzatan çocuk yaşlardaki Iraklı, daha önceki ziyaretlerimden alışkın olduğum bahşiş zorunluluğunu hatırlatırcasına “hello sir” dedi. “Namavjut Iraqi dinar” diyerek cevapladım ama Amman üzerinden bir gece kalarak geldiğimizi ve orada asla yabancı para kabul etmediklerini (nedeni milliyetçilik değil dışarıda 100 dolar=78 JD olan pariteyi 100dolar=65-70 JD olarak uygulayarak daha para bozdururken yüzde on civarında bir para kazandıklarından) bu nedenle yanımda JD yani Ürdün dinarı olacağını bilen delikanlı “JD please” diyerek 1 JD bahşişi kaptı. Gelişme ve globalleşme denilen şey bu olsa gerek, daha önce ABD ile can düşmanı olan Irakta ABD dolarından başka para geçmezdi.
Güvenlik amacı ile orada bulunan Nepal ve ABD askerlerinin ne işiniz var burada diye soran bakışları altında rahatsız “baggage claim” yazan yerden eşyalarımızı aldık ve koca havalimanında birkaç adet bulunan el arabalarından birine arabanın sapından tutan Iraklıya birkaç dolar bahşiş vererek yükleyip gümrüksüz geçiş kapısına yöneldik.
Çantalarımız ve el aletlerimiz oldukça kabarık göründüğünden sıkı bir kontrole tabi tutulduk. Kontrolün bahşiş almak amacı ile yapıldığını biliyordum ama beni hayal kırıklığına uğratmamak için odaya çağırıp gümrük vergisi almaları gerektiğini ama bu verginin devlete gidip halka su, elektrik, hizmet olarak dönmesinin mümkün olamadığını, mümkün olsa bile ellili yaşlardaki görevlinin bir yüzyıl daha yaşama umudu olmadığından paylarına düşeni doğrudan ve hemen tahsil etmek istedikleri hatırlatıldı ve 50 dolarlık bir pay ödedim. Kabaca bir hesapla yanımdaki kullanılmış el aletleri ve birkaç elektronik yedek parçanın gümrük vergisi10-100 milyon dolar kadardı.
Hava alanına karşılamaya araç gelemiyor bu nedenle “check point” olarak adlandırılan bir yere kadar servis otobüsü ile gidiliyor. Check point’ e kadar bir dolu Hummer ve üzerlerinde makineli tüfeklere sarılmış ABD askeri gördüm, Irak işgal altında değildi, yemin edebilirim (tek ayağım havada).
Gördüğüm ABD’li askerlerin bazılarında, ki düzgün insanlar olmaları gerekir, biz burada fazlalığız bunun için özür dileriz bakışları hakimdi. Bazılarının ise dünyanın engellenemez gücü olma bilincinin verdiği bir küstahlık duygusu okunuyordu gözlerinden. Gerçekten de en etkili sosyal viagranın harekete geçirdiği bir saldırının başka türlü bir yansıması olması beklenemezdi.
Buluşma noktasında bizi karşılamaya gelen Iraklı işadamı ve korumalarla karşılaştık ve onların arabalarına transfer olduk. Kişisel olarak tanımadığınız insanlara güvenmek de zor ve hep ikircikli bir duygu ile yaşıyorsunuz ilk anları. Nede olsa internette pasaport ellerinde kalaşnikof olan bilmem ne örgütü üyeleri önünde videosu yayınlanmakta var olasılıklar içinde.
Tabii Adham (Iraktaki iş ortağımız) ile yüz yüze tanışmasak da yüzlerce mail ve telefon trafiğinden oluşan bir yakınlığımız var ve konuşmalarla bu bilgilerin sağlaması yapılıp rahat bir oh çekiliyor ve otele vasıl oluyoruz, yani ulaşıyoruz.
Otel normal zamanlarda olsa kalınmaya para yetmez bir ihtişama sahip ama şimdi konuk asansörleri çalışmayan, 1977 MAN üretimi servis asansörleri ise kafasına göre takılıp canı isterse gelip canı isterse taşıyan, odalardaki elektronik panelleri darmadağın, kapılar kapanır kapanmaz bir durumda. Balkonlardaki birkaç cm kalınlıktaki tozlar için ise herhangi bir bahaneye sığınmak mümkün değil, yıllarca petrol gelirleri ile bir eli yağda bir eli balda yaşamaya alışmış Arap ülkelerinin genel hali bu, tembellik.
Türkiye’de bir ayda neredeyse dört katlı apartman dikiyorlar, otelde bir ay kaldım ancak bazı tavan karoları değişti, birde havuza giden yola uyduruk bir beton dökülebildi, sanırım önümüzdeki on yıl içinde de yer karoları döşenir.
Otele yerleşip iş sahasına doğru yola çıktık. Çok güzel yüksek bir kubbenin altındaki bulunan daire biçimli salona kuracaktık sistemleri, ilk anda büyüleyici görünüyordu ancak alıştıkça mimarinin uygulanmasındaki falsoları tek tek keşfetmeğe başladık, bu benim tam beklediğim bir durumdu, büyüleyici bir ilk etkinin ardından gelen hayal kırıklığı.
İlk gece otelde ne nasıl yenir bilmediğimizden, aç kalma tehlikesi geçirdik, derken bir pizza paketi taşıyan genci gördük ama yetişemedik. Yakınlarda bir pizzacı olmalı diye otelden çıkmaya kalıştık. Kesinlikle bırakmadılar, bu arada pizzacıyı tekrar görünce onunla birlikte dışarı çıkıp pizza, içecek alıp otele döndük. Birkaç gün sonra hadi dışarı çıkartalım deseler herhalde dolaba saklanır gitmezdik, işte tecrübesizliğin verdiği cesaret.
Yemekler bitince yorgunluktan sızıp kaldık.
Sabah yedide kahvaltıya inip yedi otuzda bizi almaya gelecek olan on kadar koruma ve iş ortağımızın 3 elemanından oluşan bir konvoya katılmak üzere bahçede beklerken üstümüzden neredeyse 20 metre yükseklikte Apache helikopterleri gittiler, sonradan anladık ki tek gezmiyorlar. Bu arada birkaç el silah sesi duyuldu, biz ne oluyor demeye kalmadan sanırım helikopterlerden ateş açıldı çünkü gelen gürültü ve çıkan duman öyle pek de tabanca tüfeğin neden olabileceği küçüklükte değildi.
Biz doğal olarak heyecanlandık saklanacak yer aradık bu arada araçlar geldi ve binip yola çıktık, biz heyecanla çatışmadan bahsederken Iraklılar “this is jiklet” dediler. İlgilerini bile çekmemişti. Hoş dönmeden bir gün önce aynı şeyle bir daha karşılaştım, istifimi bile bozmadan acaba kaç kişi öldü diye düşündüm sonra aklıma takılan “mawtani”yi ıslıkla çalmaya devam ettim. (Mawtani 1950’li yıllarda bestelenmiş olan Irak milli marşı, gerçekten çok hoş bir müzik eseri, Vatanım anlamına geliyor, ama Iraklılar gülerek ve anlamadan dinliyor, bizim milli marşa karşı olmayı demokratiklik, modernlik, laikliğe karşılık veya sıkıntılara başkaldırı sanan aklı evvellerimiz gibi).
Bir hafta sonrası çalıştığımız yerin hemen çok yakınlarındaki bir çatışma sırasında birkaç metre ötemizden geçen bir veya birkaç kurşunun dışında bilindik haller gibiydi her gün rastlanılan çikletler.
Gider gelirken ve otelin balkonundan izleme olanağımız olduğu kadarı ile tüm belli başlı binalarda füze oyukları var, pek çok muhteşem bina yanmış ve kullanılamaz halde, bazılarını onarmaya çalışıyorlar ama terörizm, ABD politikaları ve iç dengeler nedeni ile hızlı gitmediğini söyleyebilirim.
Saddam’a ait muhteşem bir saray vardı, dört köşesinde miğfer giymiş yaklaşık on metre çapında Saddam başı ile tam ortalarda neredeyse yüz metre çapında dev bir kubbe vardı, dönüşte gördüğüm kadarı ile ne başlar kalmış ortada ne de o muhteşem kubbe, demir ızgara ve parçalanmış betonlar üzerinde ABD askerleri nöbetteydiler.
Hani “kuşatma altında aşk” gibisinden bir kitap vardı sanırım, bu söze çok uygun durumlar gördüm otelde kalırken.
Otel Dicle’nin hemen yanında, muhteşem bir manzaraya sahip, otel duvarlarının bitiminde Dicle’yi geçen bir köprü var, bu köprü ile otel duvarları arasında bir alan var, burası evlenenlerin gelip kurt döküp gittikleri bir yer, hemen her akşam bir düğün vardı, özellikle Perşembe geceleri (ertesi gün tatil olduğundan sanırım) ise sayısı bilinemez çoğunlukta düğün gördüm. Otelin park yeri gelin arabaları ile doluyordu. İkinci kat haricinde tüm katlar, koalisyon görevlilerince kapatıldığından evlenen çiftler bizim katta kalıyorlardı. Oralarda adetmiş illaki de otelde olacak gerdek, tabii ancak varlıklılara göre bir seçim, yoksa ayda 70 dolara mühendislerin çalıştığı bir ülkede birkaç yüz doları sadece otele vermeye ancak varlıklıların gücü yeter.
Meydana toplanan kalabalık saksafon ve davul eşliğinde halay ve “lülülülülüüüü” zılgıt çekiyor, kaleşlerden havaya kurşun sıkıyor sonra kornalara basa basa gidiyorlardı. Beklide tüm gün duyduğumuz silah sesleri iç savaşın değil düğün alaylarının silah sesleriydi. Olur mu Kİ…?
Yeni yetme savaş zenginlerinin son model pahalı arabaları var, eskiden kalan milyonlarca zamanın en lüks otoları yanı sıra. Yakıt bedava denecek kadar ucuz olduğundan sabahtan akşama dolanıyorlar ortalıkta. Esasında akaryakıt fiyatlarında acayip yükselme var, eskiden bir depo bir dolara doluyordu şimdi 3 dolar civarına doluyor.
Bazı otomobillerde ne lamba ne cam ne kapı var hurdalıktan çıkmış gibi dolaşıyorlar ortada. Bir yanda yüzbin dolarlık otomobiller bir yanda hurdalık kaçkınları.
Haberleşme özellikle cep telefonu ile roaming olsa da sorunlu, üstelik konuşmanın dakikası bizim şebeke kartı ile 2,5 dolar, IRAQNA adlı Irak GSM şebekesinden ise konuşulan ülkeye göre dakikası 35-50 cent, bu da bizim GSM şebekelerinin bizi nasıl öptüğünün resmidir, neyse kimsenin ahı boşta kalmaz onları da bir öpen bulunur ve de bulunmakta. Tabii biz akıllıyız ya, bir Irak kontürlü kartı aldırdık bizim çözüm ortağının oğlunun adına ve beş yüz dolar tutacak konuşmayı yüz dolara hallettik.
Bir ABD doları 1.450 Irak dinarına karşı geliyor. Daha önce bu rakam 2,250 Irak dinarına kadar yükselmişti. Şu anda daha iyi durumda. Bizim para yerlerde sürünürken savaş, yokluk içindeki bir ülkenin parası değer kazanıyor, bir şeyler yanlış ama. Üzerinde Saddam’ ın resmi bulunan fotokopi 250 dinarlar artık piyasadan çekilmiş.
Her gün olmasa da bir kaç günde bir sabahları mesaiye başlar gibi ABD tankları otelin önünden geçiyor akşamları geri dönüyorlardı. Gündüz saatlerinde de şehir içinde cirit atıyorlarmış.
Otelimize birkaç yüz metre uzaklıktaki Haife street sürekli çatışmaların olduğu bir yerdi, zaten o aralardaki en yüklü mobil bomba orada patladı ve çoğu ilkokul çocuğu otuza yakın insan öldü, akşam haberleri seyrederken o küçücük bedenlerin cansız taşındığını görünce önce bildiğim en şiddetli küfürleri sıraladım neden olanlara ve sonra öyle bir lanet okudum ki yüreğim birkaç bin derecede yanık, herhalde onların tümü sonsuza kadar bu lanetten kurtulamaz. Teröristin geri zekalısı böyle oluyor kendine daha çok zarar veriyor, biz de de olduğu gibi.
Cumaları bilindiği gibi tatil, Cuma namazına kadar her yerden patlama ve silah sesleri geliyor, namazla beraber duruluyor veya kesiliyordu, galiba insanlar bugün tatil hadi bombalarımızı alıp gidip biraz eğlenelim sonra ibadetimizi yaparız diyorlardı. Namaz sonrası da saat iki oluyor ve mesai bitiyor gidip uyuyorlardı sanırım.
Daha önce gittiğimde saygı ile bile olsa Saddam adını ağızlarına alamayan Iraklılar şimdi ağızlarına geleni söylüyorlar, onlara hatırlattım bir zamanlar “Ya Saddam …“ diye bağırarak dolaştıklarını, garip garip bakıyorlardı yüzüme, Saddam kim dercesine, çoğunluğun durumu pek anladıklarını sanmıyorum.
ABD’nin bu kadar emek, mermi, füze … harcadığının doğal sonucudur ki Saddam’ın en muhteşem sarayı şimdi ABD elçiliği, ülkenin işe yarar en değerli ve güzel şeyleri demokrasi getirmenin bedeli olarak ABD’ye geçmiş durumda, kendi işin halletmezsen senin adına edenler karşılığını alırlar, dünyanın kuralı böyle.
Bahşiş işi öyle güçlü bir kurum halinde ki, ABD yeterli bahşişi vererek istese hiç savaşa girmeden Saddam’ ı al aşağı edebilirdi diye düşünüyorum. Herhalde silah şirketlerinin yeni ürünlerini denemeleri gerekiyordu ki bahşiş yerine bu yola başvuruldu.
Bu kadar zor durumdalar, “vatan çalışkan insanların omuzları üstünde yükselir” sözünü hiç duymamışlar gibi tembellik had safhada. Bir devlet dairesinde normal bir çalışan için mesai şöyle:
8.30 da işbaşı, 9.00 a kadar alışma turları, 9.00-9.30 arası kahvaltı veya çay molası, 9.30 tekrar alışma turları ve doğal olarak yorgunluk, 10.00-10.30 arası çay molası veya hava almaya çıkış, 10.30-11.30 araziye uyma çalışmaları, 11.30 dan sonra sıkı biçimde çalışmaya başlama, 12.00 tekrar mola ve gizli öğlen uykusu, 13.00 tekrar çalışmaya başlama, 13.30 saat 14.00 deki paydosa hazırlık. 14.00 mesai bitti.
Günde yarım saat bilemedin bir saat çalışma ile hangi iş biter hangi karın doyar. Son zamanlardaki vatan, millet aman abi ne lüzum var, globalleşme, daha az Türklük, ümmet, AB ye uyum gibi çok modern düşünce akımları ile değişmeden önce benim halkım da çalışmaya kutsal gözü ile bakardı. Bu haliyle bile Araplara bakınca muhteşem çalışkan bir toplum.
İşimiz bazı aksaklıklara rağmen bir şekilde bitti, yalnızca on gün hesaplamıştık otuz gün sürdü, ama neyse bitti. Son günlerde artık biz buralı olduk nasıl kurtulurum bilemem demeye başlamıştım.
Royal Jordanian havayollarının bürosunun bulunduğu otelde bomba kurbanı olduğundan dönüş biletini Ürdün üzerinden kesinleştirdik ama yine de her şey çok belirsizdi. Elimde sadece bir numara ve bir adam ismi vardı.
Son gün sabah erkenden yola çıktık, bize eşlik eden baş komiser rütbeli iki polis ile havaalanına gittik. Girişte inanılmaz bir güvenlik söz konusu, defalarca arandık, polisler bile arandı. Yine Nepalliler görev başında idi. Hava alanına geldiğimizde bile döneceğime hala inanamıyordum.
Hava alanındaki görevli kadın yer ayarlamaya çalışacağız sabah veya akşam bir yer buluruz dediğinde açıp reiki kanalımı, bütünün hayrına bilet işim acilen hallolsun dedim (bütünle ne alakası varsa) bir dakika sonra kadın geldi müsait check-in e gidin dedi, inanamadım, demek ki bütünün benden beklediği bir şey vardı ki bu kadar kolayca halloldu işim.
Zaten her sıkıştığımda, bir şeyler ters gittiğinde aynı yola başvurdum ve bir çözüm bulundu derdime, ben bile inanmakta zorluk çekiyorum ki, kimselere demedim malum gözlerle bakmasınlar bana diye.
Daha önceki yolculuklarımda da gördüğüm gerçeği iyice anladım ki, bu topraklara artık peygamber bile bir şey yapamaz, değil kendini nöbetçi peygamber zanneden Bush ve Amerikası bir şeyler yapabilsin.
Uçak yine indiği gibi daireler çizerek uçaksavar ve füze menzilinden çıkıp Amman’ a doğru uçuşuna devam etti. Kalışta daha geniş izleme olanağı buldum. Havaalanının yakınında koalisyon güçlerine ait uçsuz bucaksız alanlar vardı ve tabii ki içleri Hummer, tank ve diğer silahlarla dolu idi, Amerika çekiliyorum dese bunları bırakıp gidecek, taşımaya kalksa yıllar sürer o zamana kadarda Marduk hazretleri gelir Amerika yeniden bu topraklara döner.
Havaalanı yolunda bir kavşak vardı ve V.V.I.P Lounge yazıyordu yön levhasının üstünde yani çok çok önemli şahıs yani muhib (mühimlerin mühimi) yani Irak orduları başkumandanı mareşalin üstü Saddam. Düşmez kalkmaz bir Allah misali şimdi işkenceci ABD askerlerinin oyuncağı durumunda, belki de dublörlerinden birisi hapiste, kendisi cennet adalardan birisinde keyif çatıyor. ABD diş, DNA gibi testlerle kimliğini kanıtladı ama kendi halkına her saniye yalan söyleyenlerin dünyaya yalan söylemesi çok mu garip?
Havadan bu yolun gittiği yer görünüyordu yapay bir gölün ortasında bir ada üzerinde muhteşem bir saray, doğaldır ki çok çok önemli şahsa Irak halkının küçücük bir armağanı.
İnsanlığın binlerce yılda teknolojik açıdan kat ettiği yolla kıyaslanamayacak kadar kısa bir yolu bile kat edemediği sosyal açıdan en iyi oralarda görünüyor.
Amman Irak’ı yıllardır ambargo altında olmasının kaymağını yiyen bir şehir. Özellikle de Filistin’ de acı çekenlerin acıları üzerinden kazandıkları paraları yiyen Filistinli zengin üç kağıtçılarla dolu bir şehir.
Uçakta Royal Jordanian dergisine göz attım. Ürdündeki bir kaleden bahsediyordu. Kase taşıyıcısı Paven ve haçlılar tarafından kurulmuş, yıllarca en önemli denetleme noktalarından birisi olarak ün yapmış bu kale dergide yazdığı şekliyle geçen yüzyılda Türkler tarafından alçakca!!! saldırılarak zarar görmüş ama hala daha iyi durumdaymış, affınıza sığınarak söylüyorum bu yazıyı yazan şerefsizler o günlerde kendilerinin Osmanlı imparatorluğunun bir ili olduklarını unutmuşlar, hoş bizde globalleşme, AB hayalleri içinde ne olduğumuzu çoktan unuttuk ya.
Bir zamanlar kendince haklı nedenlerle Bağdat’ı yakıp yıkan Hülagu’ya küfreden diller şimdi yeşil dolarların hatırına modern çağ Hülagu’ suna methiyeler düzmekteler.
Gördüm ki, sora sora veya GPS yardımı ile Bağdat bulunuyor, bombalanıyor, terör tohumları ekiliyor ve dünya cenneti bir kent kendi yaşayanlarının ve dünyada kalıcı terörler yaratmanın en usta yönetmeni ABD’ nin becerileriyle yaşanmaz bir yere dönüştürülüyor.
Adına ne denilirse denilsin ABD Irakta işgalci bir güç konumundadır, işbirlikçileriyle birlikte Irak’ı kana, gözyaşına, açlığa, kargaşaya teslim etmenin vebalini taşımaktadır, eğer insanlık değerleri birgün ABD çıkarlarına galip gelecek güce ulaşırsa tüm bunları hesabını vermeleri zordur.
İnanıyorum ki dünyadaki tüm insanların gözettikleri bir yığın tarafgirliği bir tarafa bırakıp Felluce’ de Necef’ te Kerbela’ da yaratılan ve 21. yüzyıla hiç yakışmayan bu duruma dur demeleri veya en azından acısını içinde hissetmeleri gerekir.
Iraklıların Arap ırkından olmanın dayanılmaz çaresizliği ve peygamberler getirtecek kadar karmaşıklığına mecbur olmaları topyekün yok etme saldırılarına karşı bırakılmalarına neden değildir. İnsanlık onuru buna karşı çıkmalıdır. Bir zamanlar Türklere karşı bu tür yok etme eyleminden yenik çıkan yedi düvel bugün aynı oyunu Afganistan’ da, Irak’ ta Güneydoğu Anadolu’da sahneye koymuş ve oynamaktadır.
Anlaşılmaktadır ki toplumsal çıkarlar insanlık değerlerinin çok önüne geçmiştir ve kendi dinine mensup olmayanların inanlığı daha eksiktir diye düşünenlerin sayısı hızla artmaktadır.
Türkiye’ye döndüğümde ilk yaptığım şey Atatürk’ün ruhuna bir kez daha fatiha okuyup, onun geçekte neleri başardığını ve bugün bir yığın kadirbilmez küfürbazın hiç farkına varamayacakları kadar önemli şeyleri bize kazandırmış olduğunu bir kez daha anlayarak ona şükranlarımı sunmak oldu.
Görüldü ki herkes hak ettiği şekilde yönetilir ve sora sora Bağdat Bulunur.