Singapur’dan ayrılmama 1-2 hafta kala, tüm turistik yerleri gezmiş, bir sürü çizgi roman ve hatıra eşya almış, bir kaç tuhaf olaya karışmış, fakat bunların sonucunda da sıfırı tüketmiştim. Yine de son anda yılan ve gelincik bahsinden kazandığım para sayesinde elime biraz para geçmişti (bakınız 1. yazım Gelincik), bu yüzden kendimi rahat hissediyordum.
Kaldığım mahallenin çete reisinden edindiğim “ Singapur’un bilinmeyen yüzü” adlı kılavuzu kullanarak, ucuz fakat eğlenceli barlara giderek, kazandığım parayı azar azar harcıyordum. Normalde barlarda bir bira 8-9 dolara satılırken, bu kılavuzdan öğrendiğim barlarda, kaçak olarak getirilen biralar, sulandırılıp 3-4 dolara satılıyordu. Üstelik Singapur’da normal barlardaki tek eğlence “karaoke” iken, bu barlarda kavga çıktığı için ya da polis bastığı için hiç sıkılmıyordum.
Uzun zamandır “Biçerdöver ve çolak” adlı bara gidiyordum. Barın isminin anlamını hem barın sahibi hem de barmeni olan Endonezyalıya sorduğumda, bana dirseğinden kesilmiş sol kolunu göstermişti. Gençken köylerine yeni alınan biçerdöver birden kontrolden çıkıp köyün yarısının kolunu bacağını koparmış, barın ismi buradan geliyormuş. Bana gülerek Endonezya’dan gelen birisinin köylüsü olup olmadığını çok rahat anladığını söylemişti.
Bir keresinde bu barmene herkesin önünde “Biran gerçekten çok güzel. Bu kadar su katmana rağmen hala tadı belli oluyor” demiştim, o da bana o günden sonra etrafta fazla konuşmayayım diye hep daha az sulandırılmış bira vermeye başlamıştı. Uzakdoğu kültüründeki kibarlık anlayışını, karşımdakinin sabrını son noktaya zorlayana kadar kullanmayı hep becerebilmişimdir.
Cumartesi akşamı yine aynı barda biramı hafifçe yudumlarken, barmen beni dürterek bara giren iki kızı gösterdi. Bakar bakmaz öndeki kızı tanımıştım, “Irish pub” da tanıştığım Hollandalı bir mühendisin sevgilisi Joanna idi bu kız. Arkadan gelen ikinci kız ise bardakilerin yarısından fazlasının tanıdığı, sokağın meşhur fahişelerinden “Hastane” Ayumi” idi. Ayumi, Hastane lakabını, yattığı erkeklerin en az yarısını hastaneye yollamasından almıştı, çünkü vücudunda cinsel yolla bulaşan tüm hastalıkları taşırdı.
Açıkçası Ayumi’yi bu barda gördüğüm için şaşırmıştım. Çünkü “koruyucusu” olan “Burunsuz Ichi”nin günde 300 dolarlık kokain kullanma gibi lüks bir hobisi vardı (zaten burunsuz lakabını da oradan alırdı) ve bu yüzden kızlarını sürekli çalıştırırdı. Kızlarından birinin böyle boş bir şekilde dolaştığını görmek tuhaf gelmişti.
Hastane Ayumi, beni görünce Johanna’yı dürttü . Sonra da barda onlara laf atan erkeklere aldırmadan Johanna’yı kolundan sürükleye sürükleye benim yanıma getirdi.
“Selam Pekmen, nasılsın?” diye sordu Ayumi bozuk İngilizcesiyle…
“İyiyim Ayumi, sen nasılsın? “
Sonra hemen ekledim.
“Bu akşam çalışmıyor musun? Burunsuz kızmasın sana …” dedim.
Ayumi telaşla saatine baktı, Johanna’ nın kulağına eğilerek bir şeyler söyledi, sonra da hızla bardan uzaklaştı. Endonezyalı barmen Ayumi’nin gittiğini görür görmez bana bir bira ısmarladı.
“Teşekkürler Pekmen. O kadın benim 6 kardeşimi de hastaneye gönderdiği için sevmezdim zaten…” dedi ve en öndeki altın dişini göstererek sırıttı.
Birama baktım ve sessizce “Hadi biri, ikisi hastalandı, bunu anladık, ama diğer kardeşlerinin hepsi mi beyinsizdi? Niye korunmadan yattılar ki onunla? ” diye mırıldandım.
(Bu arada kısa bir dipnot vermek istiyorum. Bu olaydan 4-5 gün sonra Hastane Ayumi rüyasında İsa’yı gördüğü için fahişeliği bırakmış, mahalleden taşınmış ve “İsa’nın Beyaz Melekleri” adında Evangelist bir kızlar grubuna katılıp, rahibe olmaya karar vermişti. Bara gittiğimde erkeklerin yarısı bu yüzden hüngür hüngür ağlıyorlardı.)
Johanna kolumu tutunca irkilip ona baktım. Gözlerinden telaş ve korku okunuyordu.
“Siz Pekmen misiniz?” dedi, gayet formal bir İngilizceyle.
“Evet”
“Lütfen bana yardımcı olur musunuz? Başım fena halde belada “ diye devam etti kız.
Ben daha bir şey söyleyemeden bana başına gelenleri hızla anlattı.
Sevgilisi olan Hollandalı mühendisle gezerlerken, biraz macera yaşamak için sokakta oynatılan illegal bahislere katılmışlar. Şansları yaver gitmiş ve oldukça para kazanmışlar. Fakat sokaktan tam çıkarlarken, oradan komisyon aldığı belli olan bir çete reisi bunun sevgilisini yakalamış ve Johanna’ya onbin Singapur doları vermezse sevgilisini göremeyeceğini söylemiş. Johanna’dan da o kadar para çıkmayınca çetedeki adamlar elemanı karga tulumba götürmüşler. Kızın sinirleri birden boşalmış ve durduğu yerde hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Olanları karşı kaldırımdan izleyen Hastane Ayumi, Johanna’yı görüp yanına gitmiş, kızın sevgilisini kaçıran çeteyi tanıdığını ve benim ona yardım edebileceğimi söylemiş.
Johanna hikayesini bitirip umutlu gözlerle bana baktığında, ne diyeceğimi bilemedim. Eninde sonunda ben buraya staj yapmaya gelmiş genç bir mühendistim, bir gangster ya da mafya elemanı filan değildim. Van Damme filmlerindeki gibi masum kızı kurtaran süper dövüş tekniği olan film kahramanı filan da değildim. Çocuğu hızlı konuşmalarla ve zekamla kurtaracak kadar müthiş bir Çince bilgim de yoktu. Hatta o sıralar Çince bildiğim kelimeler “Merhaba” , “Nasılsın” ve “Kızkardeşin için ne kadar istiyorsun?”dan ibaretti.
Kısacası Hastane Ayumi’nin beni niye Johanna’ya tavsiye ettiğini anlayamamıştım. Aklıma gelen tek mantıklı açıklama, zavallı kızın vücudunda uzun süredir taşıdığı hastalıkların beyne sıçramış olmasıydı. Fakat Johanna’nın yanımda ısrarla durup beni çekiştirmesi, ve biraz da bedenimdeki alkolün verdiği o saçma cesaretle, Johanna’ya yardım etmeye karar verdim.
Bardan çıktık ve Johanna beni kolumdan çekiştire çekiştire bir yerlere götürmeye başladı. Normal halde bile yön duygum oldukça kötüdür, ama sarhoşken kaldığım odadaki kapıyı bulamadığım zamanlar bile olmuştur. Bu yüzden Johanna beni 2-3 ara sokaktan geçirdikten yer mevhumumu tamamen kaybetmiştim. Kendimi tamamen akışa bıraktım. Johanna ara sıra bana dönüp bir şeyler anlatıyordu ama açıkçası hiçbir şey anlamıyordum. En kötü ihtimalle kaçarım diye düşünerek girdiğim bu macerada, yön kavramını iyice kaybettiğimden dolayı, bu şıkkın da elendiğinin farkındaydım. Artık dayak yemekten kaçamayacağımın bilinci ve huzuru içinde, hiç bir şeyi umursamaz bir şekilde onu takip etmeye devam ettim.
Johanna’yla bir süre yürüdükten sonra , dev bir metal kapının önünde durduk. Johanna kapıya iki uzun iki kısa vuruş yapınca, kapı hafifçe aralandı ve oldukça iri-yarı bir Çinli dışarı çıktı. Çinli Johanna’yla biraz konuştu, sonra kapı ardına kadar açıldı ve bizi içeri davet etti. İçeri girer girmez burasının gotik bir underground bar olduğunu anladım.
Mor bir mekan, iç karartıcı bir müzik ve deri giyinip votka içen siyah ve dağınık saçlı tipler, buranın nasıl bir yer olduğu konusunda gayet net bir resim çiziyordu. Bizi içeri alan iri yarı Çinli Johanna’yı kolundan tutarak, beni de önüne katarak üst kata sürükledi ve oradan da üstünde “giriş yapılmaz” yazan bir odaya soktu.
Odaya girdiğimizde ortam birden tamamen değişti. Burada duvarlar kırmızıya boyanmıştı, yerde pelüş kırmızı bir halı vardı ve koltuklar da kırmızı kadifedendi. Johanna kulağıma “Burası, bar sahibinin odası” diye fısıldadı. Odada bulunan kanepelerden birinde fena halde dayak yediği belli olan Hollandalı mühendis oturuyordu. Johanna ona doğru gitmek istedi fakat bizim kollarımızı çelik gibi parmaklarıyla tutan Çinli izin vermedi. Ben “acaba ne yapacağız” diye düşünürken, odanın arka tarafında karanlıkta duran ve yüzü tam gözükmeyen patron; Çinliye oldukça bozuk , fakat bana oldukça tanıdık gelen bir aksanla “Kızı bırak Akimono” dedi. Odada arkadan hafif hafif gelen fon müziği de oldukça tanıdıktı, fakat iyice karışmış olan kafamı bir türlü toparlayamıyordum ve konsantre olamıyordum. Derken patron bize doğru yürümeye başladı, karanlıktan çıktı ve benim yanıma geldi. Yüzünü gördüğüm anda bir anda bir yap-boz’un parçalarının yerine oturması gibi her şey netlik kazandı ve Hastane Ayumi’nin Johanna’ya beni niye önerdiğini anlamış oldum.
Her şeyin neden birden böyle açıklık kazandığına gelmeden evvel, tuhaf bir anekdot anlatmak istiyorum.
Tibet’te bana çok ilginç gelen bir gelenek vardır. Tibet’te eğer bir adam bir dükkân açarsa ve işleri beklediği gibi gitmeyip iflas ederse, ilk yaptığı şey dağa kaçıp haydut olmaktır. Eşkiyalıktan yeterince para kazandıktan ve durumunu düzelttikten sonra, kişi haydutluğu bırakır, şehre geri döner ve namusuyla başka bir işe başlar. Bunu bir sürü kişi yaptığı için hırsızlık yaptıktan sonra geri dönen insanlara Tibet halkı kesinlikle ters bir gözle bakmaz veya onları aşağılamaz. İnançlarına göre, bu adamlara tanrı, sıfırdan yeni bir yaşama başlama şansı vermiştir ve tanrının isteğine karışmak insanların işi değildir.
Bu ilginç ve tuhaf geleneği eski zamanlarda Sinagpur’a gelip yerleşen Tibetliler, etrafa yaymışlar ve Çinliler de bu geleneği benimsemişler. Bu yüzden Singapurda’da bazı yerlerde bu gelenek hala devam ediyordu. 3 ay köşede gazete satan bir adam, iflas edince kadın ya da uyuşturucu satmaya başlayabilir, parayı bulup da hayatını belli bir düzene sokunca işi bırakıp yine gazete satışı yapabiliyordu, ve insanlar tarafından hor görülmüyordu.
Bu Gotik kulübün patronunu gördüğüm anda üstümdeki tüm şaşkınlığı ve sarhoşluğumu attığımı söylemiştim. Kafamın bulanıklığı geçince, etrafımdaki tüm ince detayları yakaladım.
Bana tanıdık gelen arka fon müziği, Nihat Doğan’dan“Değirmen üstü çiçek” şarkısıydı. Patron L&M içiyordu ve paketini de çorabında taşıyordu. Bir eliyle sigarayı tutarken, diğer eliyle de hafif hafif tesbih çekiyordu. Çünkü patron dedikleri adam, benim ilk Singapur’a geldiğimde tanıştığım Bitlisli Dürümcü Hacı Osman’dan başkası değildi.
Hacı Osman yanıma yaklaştı ve benim sırıttığımı görünce bana bozuk bir İngilizceyle
“Ne var, komik olan nedir?” diye yüksek ses tonuyla soru sordu.
Ben de ona Türkçe olarak.
“Osman abi, ne oldu sana böyle?” dedim. Üstündeki beyaz takım elbiseyi işaret ettim.
“Bu takım ne abi, türkücü mü oldun? ” dedim ve gülmeye başladım.
Osman benim Türkçe konuştuğumu görünce iyice yanıma geldi ve birden kim olduğumu fark edince dondu kaldı.
“Tunç gardaş sen misin? Yov gurban , ne işin vor senin burada ?” dedi .
Benim inatla güldüğümü görünce çok bozuldu.
“Yow gardaş, sus Allahını seversen, gülme” dedi kısık bir sesle ama ne mümkün… Sana ucuz döner satan ve sana dönerin kötü tarafından vermeye çalışan bir adamı, aradan aylar geçince mafya babası olarak görünce duramıyorsun ki… Ne kadar kendimi zorlasam da adamı ciddiye alamıyordum bir türlü.
“Abi, var ya, senin bir fotoğrafını çekip Bitlis’e göndermem lazım. Şerefsizim John Travolta gibi olmuşsun ya, ne bu hal hahahaha”
Osman’ın yanındaki korumalarda ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Patron hiçbir şekilde “susturun şunu” işaretini yapmıyor, bu edepsiz çocuksa patronun yüzüne bakıp kahkahalardan boğulacak gibi gülüyordu. Adamlar oldukça huzursuzlanmışlardı.
Hacı Osman, benim susamayacağımı anlayınca, baktı karizma elden gidiyor, kurduğu otorite güme gidecek, hepimizi eliyle işaret etti.
“Atın şunları dışarı, Allah belalarını versin” dedi sinirle.
Akimono üçümüzü de tutup odadan çıkarttı, aşağıya kadar indirdi ve kapıdan dışarı attı. Hollandalı eleman ve sevgilisi hızla kaçtılar. Bense düştüğüm yerde uzun bir süre gülmeye devam ettim. Kendime gelince yavaşça ayağa kalktım, ellerime cebime soktum ve kendi kendime gülerek kaldığım otelin yolunu tuttum.