Başlığı görünce hemen ne düşündünüz bilmem ama ben bu yazıda geçenlerde yaptığım Yeni Zelanda seyahatimi anlatacağım. Tabi bu ay ki ana konumuza da uygun olarak.


Yaz yerini yavaş yavaş sonbahara bırakırken kendimi esmeye başlayan yellere bırakıp uzaklara, çok uzaklara gitmek için dayanılmaz bir istek duyuyordum. İşler monotonlaşmış, bir nedenle duygularım karmakarışık olmuştu. Zaman zaman sırt çantamı alıp kendi başıma yollara düştüğüm gibi yine yol görünmüştü. Karar vermemle uçağa binmem arasında 1 ay bile geçmedi, bu yüzden bilet bulmakta bile zorlandım. Çocukken, İngiliz kaşif  Kaptan James Cook’un maceralarını izlediğimden beri içimde yanıp tutuşan keşfetme arzusuyla, hep gidip görmek istediğim yerlerden biriydi burası. Yeni Zelanda’daki dostlarımın da yardımlarıyla, niyetin gücüne inanarak, bir cuma iş çıkışı havaalanının yolunu tuttum. Yaklaşık iki buçuk ay sürecek seyahatim için Emirates Airway’ın kontuarına geldiğimde verdiğim kararın önemini anladım.  İşimi, sevdiklerimi, ailemi, arkada bırakıyordum, üstelik geri döndüğümde ne kadarını geri bulabileceğimi bilmeden (Nitekim öyle de oldu). Birçokları için çılgınca, akıl almaz, riskli ve hatta macera olarak algılansa da yapmam gerekenin bu olduğunu biliyordum. Her şeyin hayırlısı diyerek yola düştüm. Her ne kadar amacımı, doğu ve batı tıbbına ait yeni bilgiler edinmek, İngilizce’mi geliştirmek ve farklı bir dünya tanımak diye tanımlasam da esas yolculuğu belki de kendi iç dünyama yapacaktım.

 

Uzun uçak yolculuğunun ardından Auckland’a vardığımda 2 gün sonrasını yaşıyordum artık. O günkü güneşli, pırıl pırıl havanın yerini daha sonra uzun süre yağmur ve bulutlara bırakacağını o an için bilmiyordum tabi. Bu yüzden Yeni Zelanda’lı arkadaşımın parka gitme önerisini kabul ettiğime sonradan çok sevindim. Doğa kelimesinin ne anlama geldiğini yeniden öğrendim orda. Göz alabildiğine yeşillik, devasa ağaçlar, çiçekler ancak hayvanat bahçesinde yada filmlerde görebildiğimiz türden kuşlar, papağanlar, hiç yürümeye gerek duymadan oturduğu yerde tembel tembel otlayan koyunlar, parklardaki çocuklar, güzel, sevimli, içten insanlar, inanılmaz bir tablo oluşturuyordu. 2 gün arayla  sonbaharın yerine ilkbaharı yaşıyordum, hem de ne ilkbahar!.. Etrafa bakmaktan bana anlatılanları duymuyordum bile. ”Yüzüklerin efendisindeki orta dünya”, o kadar gerçekti ki ağaçların arkasında Elfleri, Hobitleri göreceğimi sandım biran. Üzerindeki ozon tabakasının azlığından olsa gerek güneş burada daha farklı ısıtıyordu insanı.

 

Yeni Zelanda;  1642 de Hollandalı Kaptan Abel Tasman’ın görüp rapor etmesinin üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra Kaptan Cook tarafından ilk kez haritası çıkarılarak Kraliçe adına tescillenmiş.  İlk gelenler sık ve balta görmemiş (çünkü demir bilinmiyormuş) yağmur ormanları nedeniyle ada içlerine giremediklerinden ateşe vermişler. En son keşfedildiği için adadaki cengaver yerlilerle savaşacak ve yerleşecek kadar asker de kalmamış İngilizlerin ellerinde. O zamanın mahpuslarını, esirlerini, kendilerince ipe sapa gelmeyen bir çok insanı bu adaya sürgüne yollamışlar. İlk gelenlerden birinin, neredeyse Kıbrıs adası büyüklüğünde bir kara parçasını 90 Sterline satın aldığı söyleniyor. Maori şefi, o zamana kadar hiç görmediği bu paralara bakarken, bir yandan da “ne yapacak ki bu adam bu dağı taşı” diye düşünmüş olmalı. Oysa bu günkü Maoriler o günlerin bolluk ve bereketine hep özlem duyuyorlar. Hikaye bir yerlerden tanıdık geliyor olmalı. Daha sonraları da kanlı savaşlar olmuş tabi ki. İngilizlerin sömürgeleştirdikleri ülkelerin başlarına gelenlere bir bakılacak olursa her şeye rağmen Maoriler iyi durumdalar. Komşu Avustralya’daki Aborjin’lerin içler acısı durumlarıyla kıyaslandığında, birçok yasal haklara sahip olmalarına, topluma iyi adapte olmalarına rağmen, gelir dağılımındaki farklılık belirgin şekilde göze çarpıyor. Suç ve uyuşturucu kullanımı yerlilerde çok daha fazla. Maruhuanna içmek yasak olmasına rağmen denetim, yaptırım ve caydırıcılığı zayıf olduğundan, kullanımı yaygın. Üstelik satıcılara değil ama içicilere tamamen serbest, bırakılmasını savunan parlamenterler, “gençken ben de kulllandım, ne var ki bunda!” diyen bakanlar bile var!.  TV de bir programda gördüm. Uyuşturucu kullanmaması gerektiği söylenen 16 yaşında ama 2.5 yaşında oğlu olan, meşhur ‘haka’ danslarıyla ünlü bir maori genci! söyle diyordu: “Ama neden içmeyecekmişim ki!? hem oğlumun yanında içmiyorum ki ben, onun yanında yalnızca sigara içiyorum?!” …

 

 

Yeni Zelanda’ya gideceğimi söylediğim de hemen herkes, “ha orası mı? dünyada kişi başına düşen koyun sayısının en fazla olduğu ülkedir” dediklerinde bunu nasıl bildiklerine şaşırmıştım. Meğerse  ‘kim 500 milyar ister’ programını ne çok izleyen varmış. J Bu programın insanlarımızın bilgi dağarcığına katkısına şapka çıkardım. J Hakikaten de öyleymiş. Güney adasına giderken bunu bizzat anladım. Etrafı çitle çevrili, dağ-taş koyunlarla (hatta kırmızı geyik) dolu. Her geçen gün ormanlar kesilip otlaklar için yer açılmaya devam ediyormuş. Kuzu eti çok lezzetliymiş! (Tüm ısrarlara rağmen vejetaryenliğimi sürdürdüm) Meşhur Kaori ağaçları, sebze ve meyveler de çok bir büyük ve lezzetli. Müstakil bir ev büyüklüğündeki gül ağaçları şaşırtıyor. Organik tarım çok yaygın. Zaten yağan yağmur gübreye gerek bırakmıyor. O kadar yağmur 


Arabistan’a yağsa, çöllerin yerinde orman olurdu diyorum. Bütün tropikal meyveleri denedim, ama özellikle Mango ve orada yetişen elmaya bayıldım. Sürekli çantamda bir-iki elma bulundurdum (bu yüzden Avustralya’ya girişte başıma gelmedik kalmadı tabi).
J

 

Temiz havası, geniş otlakları, yağmur ormanlarını, nehirlerini, göllerini, sahillerini, dağlarını, mağaralarını, şelalelerini, termal kaplıcalarını, volkanik alanlarının muhteşemliğini anlatmaya sayfalar da kelimeler de yetersiz kalır. Denizcilik, yelkencilik ve yatçılık, dalgıçlık büyüleyici koyları nedeniyle çok gelişmiş (Auckland havaalanında ‘Welcome to the City of  Sailing’ diye yazıyor). Binlerce yelkenli var ve yarışmalarda dünya çapında başarılar alınıyor. Yamaç paraşütü ve Bungee-jumping gibi adrenalini bol olan out-door sporlar cenneti burası. Himalayalara ilk kez çıktığı bildirilen Sir Edmund Hilary’nin neden NZ’lı olduğuna pek şaşmamak gerek.

 

Türkiye’nin üçte biri büyüklüğünde olmasına rağmen, ülke nüfusu 4 milyon bile değil. Ekonomik durumları bizden 3 kat daha iyi, NZ doları kullanılıyor ve bizim YTL ile hemen hemen örtüşüyor. Nüfusu az olduğundan yılda 50 bin göçmen alıyor. Uzakdoğu ülkelerinden göçmen başvurusu çoğunlukta. İngilizce bilen Avrupalılar tercih ediliyor. Bu nedenle Türklerin şansı oldukça yüksek. Hem burada Türklere karşı –Avrupa’daki gibi- bir ön yargı yok. Keşke çok daha önce gitseymişim oralara dedim kendi kendime. Yine de belli olmaz tabi. J Ah bir de şu uzun mesafe olmasa…

 

Deniz, denizaltı ve kara canlılarının çeşitliliği ve ilginçliği kelimelerle anlatılacak gibi değil. Buraya özgü bir kaçına değinmekte fayda var. Kivi denilen yalnızca buraya özgü uçamayan-kanatsız- garip bir kuş var. Bu yüzden sembol olmuş. Burada çok yetişen bir meyveye, YZ dolarına ve Y. Zelandalı’lara Kivi deniyor. Hayvanat bahçelerini gezdiğimde, “işte” dedim, “hayvanat bahçesi dediğin böyle olur!”. O müthiş ormanın ve kuş seslerinin arasında gezmek muhteşem bir huzur veriyor. Her şeyi unutuyor, bütün streslerinizden arınıyorsunuz. Kuş sesleri kaydedilse çok iyi meditasyon müziği olur. Ayrıca sarı gözlü penguen, bir çeşit deniz aslanı var ki,  geniş doğal parklarda koruma altına alınmış.

 

YZ deyip de Rugby takımından bahsetmemek olmaz. ALL BLACK!. Her iki cinsten Kivinin gurur kaynağı olan rüya milli takım. Maçlarını en az erkekler kadar kadınlar da izliyor!. Ağdalanmış adaleli bacaklarıyla çoğu melez Maorilerden oluşan bu güçlü sporcuların verecekleri frikikler, düştükleri ofsaytlar! dikkatle takip ediliyor hanım izleyiler tarafından. :)) Bizdeki bayan voleybol takımını daha çok erkeklerin izlemesi gibi oradaki maçlarda da tezahüratlar skora değil daha çok faul ve frikiklere oluyor. 🙂 

 

Güney adasını gezmeye gittiğimde bu muhteşem doğada yürümeye kendimi o kadar kaptırdım ki güneşli bir pazar günü Auckland’a döndüğümde, havaalanından kente kadar yürümeye karar verdim. 23 kilometrelik otabanın 20 kilometresini yürümüştüm ki bir minibüs durup beni arabaya davet etti. Eski püskü minübüsün içinde en büyüğü 7-8 yaşında olan 7 çocuk vardı. ilk anda bir ana okulu servisi falan sanmıştım ki meğer hepsi de bu genç Maori çiftinin çocuklarıymış! Üstelik adam bu sayıda kalmaya hiç niyetli olmadığını söylüyordu. Adama boş zamanlarında ne yaparsın diye sormaya gerek kalmadı böylece, diğer konulara geçtik. Otobanda yürümenin yasak olduğundan, o ana kadar polisin beni alıp ceza kesmediği için çok şanslı olduğumdan bahsederlerken, ben de bir yandan onları tanımaya çalışıyor bir yandan da nezaketlerinden ötürü teşekkür ediyordum. Daha önce hiç Türk tanımadıklarını söyledikten sonra Türkiye’deyken Maorileri duyup duymadığımı sordular. Ben de meşhur ‘haka dansı’ ve dövmeleriyle ünlü bu eski halkı birçok kişinin bildiğini söyledim. Beni kapımın önüne kadar için çok  ısrarlı ettiler. Tekrar teşekkür edip inmek üzereyken Maori arkadaşımız ekledi. “Biliyor musun çok şanslısın, En az 100 dolar cezadan kurtuldun. taksi olsa 20 dolar isterdi, sen 15 dolar ver yeter!”. Verdim tabi. 🙂 Daha sonra ‘Alaman usulü’ hesap ödemenin orada çok yaygın olduğunu öğrenecektim.

 

Ve Kadınlar…

Bir kere bu ülkede kadın-erkek eşitliği filan yok kardeşim, çünkü kadın üstünlüğü var. Hatta Amazon diyeceğim ama her iki ‘mazon’ da de gayet güzel, yerli yerinde duruyor. Allah eksikliğini göstermesin. J Bunun nedeni dünyada kadınların ilk kez seçme ve seçilme hakkını elde ettikleri ülke olmasından (1893, Türkiye’den 40, Fransa’dan 50 yıl önce) yada güçlü Maori kadınlarından etkilenmiş olabilir kuşkusuz. Kadınlar gerçekten sosyal ve kişilik olarak çok güçlü ve özgürler. Başbakanlarının yıllardır kadın olması, emniyet müdürleri, hakim gibi üst düzey yöneticilerin, polis hatta otobüs şoförlerinin çoğunun kadın olmasına şaşırıyorsunuz.  Bence bir neden de şu olabilir. Çocukların üçte birini kadınlar yalnız başlarına büyütüyorlar, bizdeki gibi toplumsal baskı ve gelenek etkisi olmadığından birçok erkek sorumlu davranacak gücü bulamıyor ve kolay olanı seçiyorlar. Tüm zorluklarla tek başına mücadele eden kadın, güçlü olmayı da öğreniyor mecburen. Bir de hem ana, hem baba olan annelerinin otoritesi altında büyüyen çocuklar onları örnek alıyorlar. Kız anne gibi güçlü olurken, erkek kadına saygı duymayı, itaat etmeyi öğreniyor. Orada, öyle maganda, kaba kuvvetten yana, saygısız erkek görmek pek mümkün değil. Tabi buna pabuç bırakacak, sessiz kalacak bir kadın da… Her şeyi herkes yapabiliyor. (Çocuk doğurmak hariç…şimdilik. En az erkekler kadar argo ve müstehçen konuşabiliyorlar.)

 

Bir de şu var: I. Dünya savaşında (özellikle Çanakkale) bir kuşak neredeyse yok olmuş. Bu nedenle kadınlar güçlü olmak zorunda kalmışlar. (Çanakkale demişken,  Auckland Müzesini gezerken gördüğüm Çanakkale bölümü yüreğimi sızlattı. Ele geçirilen Türk askeri malzemelerini gördüğümde atalarımı rahmetle andım. Her iki toplum için de dramatik olan bu trajediye rağmen toplumların birbirine sempatisinin devam etmesi tek tesellim oldu. Mecbur kalmadıkça savaşmanın cinayet olduğunu söyleyen Atamızı bir kez daha yad ettim).

 

Bir pazar günü büyükçe bir parkta düzenlenen müzik ve eğlence festivaline katıldım. Bir yandan keyifle hindistancevizi suyumu yudumlarken, bir yandan da rengarenk kıyafetler giymiş, çılgınca dans edip eğlenen, kimi hippi, kimi değil, binlerce güzel insanı keyifle izleme fırsatım oldu. Bu kadar sıcak, bu kadar güzel insanın arasında olmak mutluluk vericiydi. Hele kıvrak figürlerle latin dansı yapan, seksi ama bir o kadar masum o muhteşem Yeni Zelandalı’yı izlerken zamanın nasıl geçtiğini unutmuştum. J İnsanın doğal halinin ne kadar saf, ne kadar temiz ve bir o kadarda güzel olduğunu anlıyorsunuz orada. Bir de, doğru yada yanlış, herkes duygularını açıkça ifade ediyor. Ne istediğini, ne düşündüğünü dürüstçe söylüyor. Cinselliği çok genç yaşta ve özgürce yaşayabiliyorlar. Hatta 16 yaşından itibaren anne olmayı seçme hakları bile var. ‘Baba’ olsun yada olmasın, ismini versin yada vermesin bazıları için pek fark etmeyebiliyor. Devlet, çocuğun ve annenin bakımını garanti ediyor çünkü. Gerçi ben bu durumu biraz tuhaf buluyorum ama orda öyle bir sistem var ve işliyor (Dünyadaki dengesizlik orada tersine dönmüş gibi,varsın birazcık da öyle olsun).

 

Bana ilginç gelen bir olaya da şahit oldum. Bazen sokakta beyaz tülden başlık takmış bir hanım ve etrafında sadece kızlardan oluşan bir grup görebiliyorsunuz. Bunlar bizdeki bekarlığa veda partisinin bayan versiyonunu gerçekleştirmek için dışarı çıkmış oluyorlar. Bir keresinde bir barda böyle bir grup gördüm. Yanında kaldığım aile, gidip kadını öperek! tebrik etmemi, bunun orada güzel bir jest olduğuna dair beni ikna ettiler. Eh bizde jest yapmayı seven bir milletiz. Daha sonra gelin adayının bardaki birçok erkekle oldukça sıcak! muhabetler, danslar edildi.  Gece yarısından sonrada yine kendi arkadaşlarıyla çıkıp gittiler. Tabi bu geleneği orda herkes uyguluyor mu bilemiyorum…

 

Bir şey daha var söylemek istediğim. Artık 50’li yaşlarını süren ve 2 kimsesiz erkek çocuğu evlat edinip yetiştiren, lezbiyen bir ailenin misafiri oldum Avusturalya’da!. Daha önce heteroseksüelken 4 çocuk doğurup sonradan tercih değiştirip, Avustralyaya yerleşen Yeni Zelandalı bir kadının hikayesini dinledim. “Burada erkeklerin bir çoğu seksten başka birşey düşünmez, sizi anlamaz, duygusuzdur ve karşılarına en ufak bir fırsat çıktığında sizi terkedip gitmekte hiç tereddüt etmeyecek kadar egoistler” diyordu. Her şey bir yana yürek taşıyan bu insanları tanıyınca, ön yargılarım paramparça olurken çocuk yetiştirme biçimlerine hayran kaldım. Dostluk ve misafirperverliklerine minnettar kalarak, yıllar sonra sonra tekrar görüşmek üzere ayrıldım oradan. 

 

Aşk Cinsellik ve modern ilişkilere dair…
   

Bir ara sırt çantamı yüklenip güney adasına uçtum. Artık kanıksadığım yeşilliklere rağmen koylara, sahillere bittim. Yunuslarla birlikte yüzmek heyecan vericiydi. Hele bir yerde 180 milyon yıl önce devasa bir ormanın volkanlarla yarıyarıya denize gömülen fosillerine bakarken kendimi Jurasik parkta gibi hissettim.


Gündüzleri gezip tozduk, muhteşem doğayı gördük. Birkaç akşam da orada tanıdığım “testesteron bağımlısı” diyeceğim hemcinslerimin etkisiyle bara -bir defa da striptiz şova- gittik. Şovda, ‘içsel’ güzelliklerini daha yakından görme fırsatı bulduğum kızların hakkını teslim etmeliyim. Bardaki kızların hepsinin de birbirinden genç ve güzel, biraz da pervasız olduklarını söylemeliyim. Nasıl oluyorsa oluyor, gündüzleri rahat hatta salaş kıyafetlerle gezen bu hanımlar gece her biri film karesinden fırlamış gibi mekanlara doluşuyorlar. Gece hayatıyla aram pek iyi olmadığından  insanları izlemeye ve atraksiyonların nasıl geliştiğinin sosyal, anatomik ve hatta tıbbi analizlerini yapmaya başlıyorum, araştırmacı yanımız var nede olsa:) 

 

Efendim, olay şöyle cereyan ediyor. Gözünüze birini kestiriyorsunuz, içkinizi (genellikle YZ birası) alıp en sevimli halinizle iskele alabanda yapıyorsunuz (yanaşıyorsunuz). Deniz müsaitse demir de atabilirsiniz tabi. En kararlı halinizle direk olaya nüfus etmeniz önemli (imiş). Öyle uzaktan uzağa kesmeler, yok kız gelsin, elimi öpsün, haber yollasın, yada alıp götürsün diye beklerseniz, büyük olasılıkla gece boyunca beklemeye devam ediyorsunuz. “Naber, nasılsın yavrum” deyip sarılıp öpüyorsunuz. “Sana ne”, ya da “sen de kimsin yahu!” demiyorlar. Hele bizdeki gibi ‘düğün değil bayram değil, eniştem beni niye öptü yav?’  durumları oralarda yok (gerçi artık bizde de yok  galiba. bkz televole). Orada (güney adasındaki bir tatil kentinin barından bahsediyorum tabi) öpüşmek tokalaşmak gibi bir şey. Kızların vücut dili şunu diyor; beni fark et, beni beğen, beni al (beni sev demekten çoktan vazgeçmişler) ve beni mutlu et!. Bu kadar basit. Bu noktadan sonra kız,  “ismini yazdıranlardan” birini seçiverme hakkını kullanıyor. Ancak o zamana kadar sohbeti devam ettirmeniz, ta ki o da size bir şey sorana kadar kızın ilgisini üzerinizde tutacak bir şeyler anlatmanız gerekiyor. Ne olduğu, doğru olup olmadığı hiç önemli değil! Sonunda o da size sormaya başlayınca, işlem tamam demektir.

 

Alın, size birkaç diyalog örneği:

……

– Eee, peki siz neler yaptınız bugün?

– Haa ben mi? şey bungee- jump yaptım.. Çok acaip şeydi!!

– Sahi mi?!, ay ne kadar süper şeysin!.. dur sana vereyim.

*****

– Biliyor musun, ben geçen yıl Paris’teydim.

– Gerçekten mi??, ben deee:), ne güzel şehirdir..

– Ay ne  ilginç bir tesadüf .. dur sana vereyim:)

 ****

– Peki, siz nerden?

– …From turkey

– Öyle miiii? hiç türkiyeden birini tanımamıştım. Dur sana vereyim:)))

 

Hemen söyleyeyim de yanlış anlaşılmasın, söz konusu verilecek şey,  yalnızca kartvizitdir efendim, tamam mı. :))

 ….

Tamam kabul, mizah uğruna birazcık abartmış olabilirim, ama inanın işin, söze dökülemeyen özeti böyle,

yani;

” sen şimdi bana ilginç bir neden ver, (ki) ben de sana… vereyim”..

Bu mudur… budur. 🙂

 

Alkolden midir, yoksa millet ilaç mı çekmiş bilemiyorum!. Bu kadar kısa sürede insanlar ne düşünüp ne hissediyorlar, kendilerini ve karşısındakini kimin yerine koyuyor bilinmez ama o anda herkes bir şekilde mutlu!.. Alan da veren de, av da avcı da, kaçan da kovalayan da… En azından o gün için öyle.. sonrası?!.. amaaan sonrası kimin umurunda canım…

 

Herkesin bir yoğurt yiyişi vardır derler. Benim de öyle (Yoğurda bayılırım). Herkesin yolu da, doğrusu da kendine göredir kuşkusuz. Belki iflah olmaz bir romantik olduğumdandır, (belki de ben de var bir anormallik, bir kere birşeyler duymuşsam uzun zaman da geçse hiç unutmadığıma göre J geri duruyorum, hatta sıvışıyorum oradan.  Sigara dumanına ve yüksek volümlü müziğe, numara çekmelere, abartmalara, olduğundan farklı göstermelere daha fazla dayanamıyorum. Sessizce, gecenin karanlığında kayboluyorum (aslında kendimi buluyorum demeliyim). Bir süre sonra müzik ve kahkahalar iyice gerilerde kalırken, kendimle buluşuyorum ben.  İçki, müzik ve seksapelin çekiciliğine kapılarak, sonrasında muhtemelen kendimle gurur duymayacağım bir duruma düşmek istemiyorum. Ruhum keşfetmeyi ve keşfedilmeyi bekleyip, sevmeyi ve sevilmeyi özlerken,  bir bahane yaratıp derinliği olmayan bir oyuna partner olmak istemiyorum. Yalnızca tenimle değil, ruhumla, duygularımla da dokunamadığım, tanımadan, biraz olsun sevemeden, yalnızca fiziksel varlığımla ilgilenen birini, bedenime, hayatıma, dolayısıyla kişiliğimin örgüsüne katmak istemiyorum. Birçoğunun içinde bir fenalık yok, hatta sevgi dolular ve sevgiyi paylaşmak istiyorlar. Yalnızca minik bir sevgi paylaşımı için sunulan, damağımda nefis bir tad bırakacak olsa da, kendimle, kalbimle çelişkiye düşmek istemiyorum. Bana göre, cinsellik sevdiğin insanla yaşandığında tanrısaldır, sevmeden yaşandığında ise sadece içgüdüsel. hangi tarafın ağır basarsa o kadar çok zevk alırsın. Bir insanı tanımak, sevmek zaman ister, kalbin doluyken daha da çok.. Tabi ki kusursuz değilim hatta Sezenin dediği gibi masum da.. Ancak içki, sigara, et ve şeker gibi, bedenimize ve hayatımıza katacağımız, içimize alacağımız şeylere özen göstermeli insan. Hep bu değil midir yıllardır erdemli insanın yaptığı da. Zaman zaman hormonlarımın etkisiyle farklı düşünsem de, genellikle çekici bir kadının herşeyden önce kalp ve ruh taşıdığını düşünürüm, ve onu tanıyıp sevmek.. Eğer içinde sevgi ve iyilik barındırmıyorsa, bağımlılık yapabilecek güzel bir tadın çekimine kapılmamalı insan. Bu çok zor tabi ama güçlü olmak gerek..

 

Oradayken okulda her pazartesi öğretmenimiz “hafta sonu ne yaptınız” diye sorardı. Herkesin hafta sonu yaptıklarından, ne kadar eğlendiğinden falan bahsedilirdi. Sanki her zaman gezmek, eğlenmek zorundaymışız gibi. Bir keresinde “hiç” dedim, “evde oturdum ve kendi içime seyahat ettim”. Anlamsız anlamsız baktı herkes. Sanırım yanlış telaffuz ettiğimi düşündüler. J Her daim eğlenmeye o kadar şartlanılmış ki, bunun için her şey yapılır olunmuş!. “iyi eğlenceler!!”, “aman çok iyi eğlen ha” demeler… Bence burada da denge önemli. Eğlenmek için illa özel günlere, özel şeylere gerek yok. Kendinizle barışıksanız, ruhunuz size uzak değilse bunlara pek gerek yok, “siz olduğunuz gibi olun yeter”, eğlenecek bir şey mutlaka bulunur.

 

Her yerde pek çok genç insan (özellikle de tanrının fiziksel ve ruhsal birçok güzelliği, yüce değeri cömertçe bahşettiği kadınlar), pervasızca ve bonkörce o geri gelmez zaman ve enerjilerini harcıyorlar. Özlerine ters düşme pahasına, yalnızca bedensel hazlar için yaşayıp yaşlandıklarında ise,  prensipsiz, donanımsız ve vurdumduymaz bir yaşamın sonucu olarak yalnızlık ve mutsuzluk yandaşları oluyor. Üzücü olan şu ki; moda, trend, sürü psikolojisi, özenme, etkilenme, yönlendirilme, modernizm yada aileye, çevreye tepki… ne derseniz deyin öylesine güçlü ki bu akım, değiştirmek ve değişmek de yazık ki yine öylesine zor..

Seyit Aydoğmuş