Zeytin yeşili akşamlarında, eski zaman sevdaları çıkar ortaya sığındıkları köşelerden. Anılar yaşandıkları yıllar kadar sıcak, geçer karşınıza her akşam ve o tahta masanın çevresinde, yaşanmışlıklarla yaşanamamışlıklar buluşur da, sessiz, öylece otururlar. Ve yeniden yaşanır geçmiş, bir bardak çayın burukluğunda, ya da…
Böyledir buralarda akşamlar…
“Üzüme balın, zeytine yağın düştüğü gün” olduğu için her 14 Ağustos’ta yapılır bağbozumu şenlikleri 2600 yıldan beri…
Urla ada zenginidir ama nedense pek değeri bilinmez. Yine de görmek isterseniz 12 adanın deniz üstündeki haşmetini, Güvendik Köyünden bakmalısınız Ege’ye doğru…
Zeytin yeşili akşamlarında Ege’nin, bir yosun kokusu yayılır uzaklardan, bulutlarla söyleşen yamaçlara…
Gün Karaburun’un ötelerinde batar ya. Batar da, tıpkı Yahya Kemal’in mısralarındaki gibi, eteklerini mavi sulara uzatmış tepelerde birkaç cam tutuşmuş gibidir, günün bu son saatlerinde.
Kuzeyden, bir yerlerden kopup gelen rüzgâr, zeytin ağaçlarının dallarını okşar önce, sonra da çamın yapraklarını, hoyratça.
“Önde zeytin ağaçları, arkasında yar”
mısralarıyla başlar ya Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Sitem”ine. Sanki o şiir buraları anlatır “usta”nın kaleminden.
Burada, toprağa sorsan, binlerce yılın ötesinden başlar anlatmaya öyküsünü.
Der ki,
“Anadolu’da zeytin ilk kez bende işlendi. Zeytinyağı oldu. Bilir misiniz?”
Sonra ekler:
“Büyük İskender, taş döşetip denizin ortasındaki adaya yol yaptırdı da üstünden yürüyüp geçti insanlar yüz yıllar boyu.”
Bıraksanız daha neler anlatır.
8 bin yıllık geçmiş birkaç cümleyle bitecek değil ya…
Akşamları var ya akşamları…
Günün daha yeni battığı, karşı yamaçlara mor bir hüznün düştüğü saatlerde… Bir ses gelir kimi zaman, bulutlara yakın bir yerlerden, bir erkek sesi, “Kadınım” der.
“Eşyalar toplanmış seninle birlikte
Anılar saçılmış odaya her yere
Sevdiğim o koku yok artık bu evde
Kıyıda köşede gülüşün kaybolmuş”
………
Sonra,
İskeleye inen sokakların birinde bir ozan şiir okur yabancı aksanıyla.
“Bir güvercin gibi ak
o gizli kıyıda
susadık öğle üzeri:
ama tuzluydu sular.
Sarı kumların üstüne
adını yazdık onun,
ama bir rüzgâr esti denizden
ve silindi yazılar.
Nasıl bir ruh, bir yürek,
nasıl bir istek ve tutkuyla
yaşadık: yanılmışız!
Değiştirdik öyle yaşamayı.”
Böyle der Yorgo Seferis; “Yadsıma”sında.
Hani bir taş ev vardır kentin orta yerinde, kepenkleri pembe. Akşamları daktilo sesleri gelen o evden “Susuz Yaz”ı tanımıştık ve şiirlerini kimimiz yıllar önce kimimiz sonra Necati Cumalı’nın.
“Diyelim bir masa var önümde
Elimde bardak
Oturmuş içiyorum
Bardak mı Urla mı tuttuğum?
Bardağı masaya
Tak!
Vurdum mu vurdum
Masaya dönüyorum
Urla, uzak, uzak, uzak
……..”
Buralar böyledir işte.
Zeytin yeşili akşamlarında sevdalar çıkar ortaya sığındıkları köşelerden, tutkular gelip oturur masalara, anılar yaşandıkları yıllar kadar sıcak, geçer karşınıza her akşam ve o tahta masanın çevresinde, yaşanmışlıklarla yaşanamamışlıklar buluşur da, sessiz öylece otururlar.
Böyledir buralarda akşamlar…
Antik kentlerin, tiyatroların boy verdiği, batı Anadolu kıyılarında bir sessiz köşedir Urla.
Tarihin her çağından izler
var, taşında, toprağında…
Araştırmacılar, “kazılardan elde edilen bulguların, burada 2700 yıl önce Klozamenai isimli bir kentin varlığını” ortaya koyduğunu, tarih öncesi bu yerleşimin büyük bir kısmının ise halen denizaltında olduğunu ve sürdürülen kazı çalışmalarının, çok önemli bulguları gün ışığına çıkardığını söylüyor.
Araştırmalarını sürdüren Arkeologlar, “Güçlü kuzey rüzgârlarını kesmeye yönelik bir mendireğe sahip olan liman tesisi, tüm dünyada bugüne dek tespit edilmiş en eski örnektir.” Diyor.
Sessiz tarihinden bir başka köşe de milattan önce 225 yılında yapıldığı belirlenen denizin içindeki yoldur, Urla’nın.
Tarihçiler, Karantina adasını Urla’ya bağlayan yolun Büyük İskender tarafından yaptırıldığını söylüyor. Sonraları, o tarihi yolun bazı bölümleri deniz altında kalmış ve hemen yanından üzerinden arabaların geçtiği bir yol yapılarak ada, sahile bağlanmış.
Adı, “Yolluca” olarak bilinen adanın tarihinin, antik dönemlere dayandığı kuzey ucundaki 5 bin kişilik amfi tiyatro ile bir kere daha belgeleniyor. Arkeologlar, halen kazı çalışmaları yapılmayan tiyatronun gün ışığına çıkarılacağı günü beklediğini söylüyor.
Adada bir de 1865 yılında yaptırıldığı bilinen tahaffuzhane yani bir sağlık merkezi var. Deniz yoluyla gelen yolcular gemilerden kayıklarla adaya getiriliyor, tahaffuzhanenin birinci bölümünde ilaçlı sularla duş yaptırılırken elbiseleri ve eşyaları 360 derece dönebilen dolaplarla ikinci bölüme geçiriliyor, 110 derecelik buharda mikroplardan arındırılıyor. Yolcular da muayene edildikten sonra sağlıklı olanların, temizlenmiş giysileri ile ülkeye girişlerine izin veriliyordu.
Dilden dile söylenen, tam anlamıyla şehir efsanesi olarak düşünülebilecek, “yer altı mezarlığı” ve tapınağı “katakomp”un doğruluğu, Kaymakamlık tarafından yayınlanan “Ege’nin kültür beşiği Urla” isimli kitapçıktaki bilgilerle kanıtlanıyor.
Konu aynen şöyle aktarılıyor kitapcıkta:
“Milioris, “Bu adada Ayos Yoanis’e adanmış bir katakomp (yer altı mezarlık ve tapınağı) bulunduğunu, burasının Urla’daki Ayos Yorgos Kilisesi’ne (Urla’nın bugünkü Yaka Mahallesi Yeşiltepe Sokak zirvesinde) bağlı olduğunu, yeraltına oyulmuş kemerli dehlizi olan bu yapının Anadolu’daki en erken Hıristiyan katakompu olduğunu, burası ile aynı azize ait Urla Müselle mevkiindeki diğer katakompu arasında bir yer altı yolu mevcut olduğuna inanıldığını” belirtmektedir. (Milioris 1957, 248, Çev. T.Caymaz).”
Ada zengini
Urla sessizdir, Urlalılar gibi, kendisinden hiç söz edilmesini istemez. Kendi dünyasında, sakin, doğanın tanıdığı imkânlardan kendine yetecek kadarı ile yaşamını sürdürmek ister gibidir.
Neden böyledir?
Başka kentlerden gelip buraya yerleşenler bu “neden?”in cevabını veremez.
Belki de zenginlikleri paylaşılmasın diyedir.
Kim bilir.
Urla, tarih ve doğa zenginliğinin yanı sıra başka yerlerde pek görülmemiş bir ada zenginliğine de sahiptir.
Evet, ada, hani denizlerde olan etrafı suyla çevrili kara parçası.
Deniz üzerine serpiştirilmiş, hemen hepsi kıyıya yakın 12 ada selamlar Urla kıyılarını günün her saati. Kimileri büyüktür üzerinde yaşanacak kadar.
İsimleri mi, Karantina adası (Hastane adası), Pınarlı, Taş ada, Eşek adası, Adacık, Yassı ada, Güvercin adası, Pita Adası, Uzun Ada, Hekim adası, Yılanlı Ada, Menteş.
Bu adaların hepsini bir arada görebilmek için en uygun yer Güvendik köyüdür. Yukarılardan, mavinin üzerindeki yeşil lekeleri seyretmenin vereceği keyfi yaşamak lazım.
Geçmişten esintiler ya da Arasta
Her kentte, geçmiş yıllarını yaşatacak evler, hanlar, çarşılar bulunabilir. Çoğunda bunların bir kısmı harabe halinde “sit” alanı adıyla korunmaya alınmış da olabilir.
Ama Urla’da, eski günlerini yaşıyormuşçasına ayakta duran, hatta kimi vefasızlıklara dayanabilen bir çarşı var: Arasta.
Sözlükler arasta’nın anlamını, “çarşılarda aynı işi yapan esnafın bulunduğu bölüm” olarak açıklasa da, Urla’nın arastası pek öyle olmasa da, dar sokağı küçük dükkânları ile bir dönemi anlatmakla kalmaz, yaşatır da.
Urla ile ilgili çeşitli yayınlarda “Arasta” için şöyle deniliyor:
“Arasta” geçmişte ilçenin kültürel merkeziydi… Urla’mızda Arasta (Malgaca pazarı), çevre köylerin ürünlerini getirdiği, insanların görüştüğü; hatta Ege’deki diğer ilçelerden deve güreşçilerinin, dama ustalarının güçlerini tartıştıkları bir dostluk ve buluşma alanıydı.”
Ülkede bazı değerlerle birlikte kentlerin özgün dokuları yok edilirken, “Arasta”nın, bilinen diğer adıyla Malgaca Pazarı”nın korunarak günümüze kadar gelmesi geçmişe var olan saygının en güzel göstergesi değil mi?
Şarap ve zeytinyağı
“İnsan vücuduna iyi gelen iki tür sıvı vardır” diyor Romalı yazar Plinius, “içsel olarak şarap, dışsal olarak da zeytinyağı; her ikisi de ağaçtan elde ediliyor, ama zeytinyağının yeri bambaşka”.
Belki de bu cümleler, Urla’nın her bahçesinde, her yamacında boy vermiş, kimilerinin yaşları yüzü çoktan geçmiş zeytin ağaçlarının gerçeğini anlatıyor.
Ve beklide bu sözler, Anadolu’nun ilk zeytin işliğinin neden asırlar önce Urla’da kurulmuş olduğunun en güzel açıklaması.
Burada ortaya çıkarılan asırlar öncesine ait “zeytin işliği”nin İonlar tarafından kurulup işletildiği, kazılardan elde edilen bulgulardan anlaşılmış.
Asırlar öncesinden günümüze gelen, deyim yerindeyse bu ilk zeytinyağı fabrikasının görülmesi gerektiğine inanıyorum.
Zeytinyağı üretimi için kullanılan çok çeşitli sıkım düzenekleri var. Zaman içinde unutulup kaybolup gitme ihtimali olan bu asırlık “makinelerin” toplanıp bir müzede korunması, Anadolu zeytinyağı kültürünün gelecek kuşaklara tanıtılması bakımından değer taşıyacağını düşünüyorum.
Urla’da 14 Ağustosta kutlanan Bağbozumu şenlikleri”nin tarihi 2600 yıl gerilere dayanıyor.
“Üzüme balın, zeytine yağın düştüğü gün” olarak kabul edilen 14 Ağustos, bu nedenle kutlanır olmuş asırlar boyu.
Belki de sessiz Urla’nın kendini anlatmaya çalışan sesidir bu.
Kayıtlara göre, Avrupa’ya ihraç edilmekte olan üzüm ve şarap 1825 yılında büyük bir gelişme göstermiş. Ne var ki 1897 yılında asma biti hastalığının bağlar bozulmuş ve üzümcülük hızla gerilemiş.
1920 öncesi Almanya, İngiltere ve Hollanda’ya kuru üzüm ihracatı yapılıyormuş. Deniz yoluyla gerçekleşen ihracat Urla limanında büyük bir canlılığa yol açıyormuş. Zafer Caddesi’nin, iki yanındaki dükkanlarda üzüm ticareti yapılıyormuş ve bu ticarethanelerin çoğunu yabancılar işletiyormuş. 1922 yılından sonra bu ticarethanelerin kapanması ile üzüm ticareti de gerilemeye başlamış.
Şimdilerde bağcılığın gelişmeye başladığı ve kaybolan şarapçılığın, kurulan yeni işletmelerin gayreti ile canlanmaya başladığı dikkat çekiyor.
Onlar perdelerini
1933’de açmışlardı
Evet, “Perde” dediklerinde yıl 1933’müş.
Sonra hiç kapanmamış perde.
İlk oyunun adı mı? “Yarım Osman”.
Ülkemizin ilk ve tek tiyatrolu köyünden, Bademler’den söz ediyorum. Önceleri kendi yazdıkları oyunları sahnelemişler. Bu arada Ömer Seyfettin’in “Yüz akı” isimli öyküsünü oyunlaştırıp sahneye getirmişler. Tiyatronun kayıtlarında 1947 yılında sahnelenen “Yüz akı”nın oyuncularının adı da var: Remzi Atar, Hüseyin Or ve Mehmet Ali Uran.Bu tarihten sonra kızlar da oyunlarda rol almaya başlamış. İlk sahneye çıkan kızların adı da var tiyatronun kayıtlarında: Zeynep (Şen) Sözen ve Elif Şengül.
1950’de sahnelenen “Paydos” Seferihisar ve Urla’ya turne yapmış ve çok beğenilmiş.
Bademler köyü 1969 yılının 12 Kasımında 140 kişilik tiyatro binasına kavuşmuş.
Denizi kız…
Denizinden, kumsalından, güneşinden söz etmemi bekleyenler yanılır.
Burası Ege…
Burada güneş baharda asılır gökyüzündeki yerine, bir daha kasımda bulutlarla paylaşır sonsuz maviliği.
Ne demiş şair Ege için;
“İzmir’in denizi kız,
Kızı deniz,
Sokakları hem kız, hem deniz kokar.”