misir1Çocukluğumdan beri görmenin hayalini kurduğum topraklara uçaktan bakarken kendimi bir masalın içinde gibi hissediyordum. Hani ilklerin hep özel olmasını ister ya insan, benim için bundan daha özel ne olabilirdi ki? Hayatımda ilk defa uçağa biniyor ve ilk kez bir yabancı ülkeye, hem de Mısır’a gidiyordum… Ve az sonra da gökyüzünden hayranlıkla izlediğim Mısır topraklarına adım atacaktım.

Kahire’ye Hoşgeldiniz

Kahire denildiğinde aklına ilk ne geliyor diye sorarsanız; ne piramitler, ne de müze kesinlikle trafiği derim; akıldan hiç çıkmayan ve İstanbul trafiğini çocuk parkı gibi bırakan o eşsiz Kahire trafiğini anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalır. Bunu sakın bir şikayet olarak almayın, çünkü otobüsün en önünde oturup kendinizi akışa bıraktığınızda, dünyanın en büyük eğlence treninin içinde hissediyorsunuz kendinizi. Nerdeyse hiçbir kuralın olmadığı bir trafikte, kaosun düzenine uymuş araçları izlerken bir süre sonra eğlenmeye başladığınızı hissediyorsunuz. Ama elbette ki insanın ruhunu çok da yoruyor, zaten ne kadar yorulduğunuzu Kahire’den ayrıldığınızda anlıyorsunuz.

Kahire demek Gize demek, Gize demek de elbette ki Piramitler demek. Turun ilk gününde Piramitler ile tanıştık. Sanırım TV’de o kadar çok görmenin etkisiyle de Büyük Piramit’in yanında dururken çok da bir şey hissetmedim. Elbette ki çok etkileyici idi, ama… Ama işte! Keza ikinci piramit olan Kefren piramiti için de aynı hisleri besliyordum. Bu ikisinin sürprizleri sonradan ortaya çıkacaktı. Turistlerin fotoğraf çekmeleri için götürülen panorama bölgesinde bol bol deklanşöre abandıktan sonra, sırada Sfenks ziyareti vardı. Ne yalan söyleyeyim, Sfenks’i görmek için çok heyecanım yoktu; ama ne kadar yanıldığımı, onu gördüğümde anladım. Sfenks’le ilk karşılaştığımda gözlerim doldu ve hafiften ağlamaya başladım. Sonrasında Sfenks ile Kefren Piramiti’nin birlikte görüntüleri nutkumu tutturmaya yetti. İkinci piramit kesinlikle Sfenks’e fon olarak, insanlar görsünler de konuşamaz hale gelsinler diye yapılmış dedim içimden, ama bir yandan gözlerimle bakışlarımı kaçırmadan onları izlerken. Keza Kefren piramiti, az sonra kalkıp gidecek bir uzay gemisi gibi görünüyordu Sfenks’in ardında. Bu görüntüyle kendimden geçmişken, Büyük Piramit’in içine girme zamanı gelmişti ve esas büyük sürpriz beni orada bekliyordu.

Büyük Piramit’in İçinde…

İnternet’te okuduğunuz birçok yazıda “Aman Büyük Piramit’in içine girmeyin, bir boş oda ve bir lahit var, değmez” yorumlarını göreceksiniz. Eğer spiritüel bilgiler ve enerji çalışmaları ile ilginiz yoksa söylenenler birebir doğru. İçerde sizin için görecek hiçbir şey yok, ama eğer biraz ilginiz varsa, hele biraz da altıncı hissiniz kuvvetli ise çok büyük bir deneyime hazır olun derim ben.

misirpiramitici1

Piramitler konu olduğunda mutlaka şu soru karşımıza çıkar: Bunları nasıl yaptılar be arkadaş! Benim onları gördükten sonra ki yanıtımı vereyim: Diğerlerini bilmem ama bu ikisini Mısırlılar yapmadı be arkadaş! Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama şöyle bir bilgiye rastlamıştım: İki Büyük Piramit ve Sfenks’i Mısırlılar yapmadılar, onlar bu topraklara geldiklerinde bunları buldular. Piramitler ve Sfenks, Mısırlılardan eskilerdi ve onlar diğer piramitleri bu ikisine bakarak taklit etmeye çalıştılar. Sakkara’daki İmhotep’in piramitini görünce bunu daha net anlıyorsunuz. Resmi tarihe göre ilk piramit o, Keops ve Kefren sonra geliyor. Ama aralarındaki teknoloji farkına bakınca, resmi tarihin iddia ettiği üzere ilk piramitten 90 sene sonra, öyle dev bir piramiti yapabilecek teknolojiyi  geliştirebilecek bir uygarlık, yeryüzünde var mıdır bilemiyorum. Ayrıca Büyük Piramit’te öyle hassas ölçüler ve teknolojiler var ki yani bu iki piramitin bilmediğimiz bir uygarlığın mirası olması fikri benim açımdan daha kabul edilir geliyor. Ama elbette ki resmi tarihin yorumu, daha somut verilere göre olacaktır, buna da herhangi bir itirazım yok.

misirpiramitici2

Büyük Piramit’in için demiştik. Piramit’in içine giriş çok meşakketli ve klastrafobiklere asla önerilmez. Hatta klastrofobiniz yoksa bile aniden bu hissi yaşayabilirsiniz, özellikle de yukarı çıkan koridorda bir nokta var; birçok insanın aynı noktadan geri döndüğünü hayretle izledim. Ben de oradan geçerken içimi müthiş bir korku kapladı, piramit üstüme kapanacakmış gibi geldi ama devam ettim. Sanki orada büyü gibi bir şey vardı ve geçenlere engel olmaya çalışıyordu. Büyük bir holü geçip odaya girdim. Sonrasında da sevgili Korkut Keskiner’in bana önerdiği şeyi yaptım ve odanın içindeki lahde uzandım. Uzanmamla birlikte de vizyonsal olarak görmeye başladıklarım, bu Piramitlerin işlevlerinin ne olduğunu anlamama yardımcı oldu. Ne gördüğümün ayrıntısı bana kalsın, ama bu Piramitler firavunları, tanrısal enerjiye inisiye etmek için kullanılıyorlardı bence. Dünya üzerinde ley hatları adı verilen enerji akım merkezleri vardır ve kadim uygarlıklar bu bilgiyi çok iyi bilirler. Piramitler, ley hatları üzerinde yer alan ve ruhani enerjinin, dünya anaya aktarılmasında önemli rol oynayan araçlardı. Tıpkı vücudumuzdaki enerji akışını düzenlemek için akupunktur iğnelerini kullanmamız gibi. Piramitler ve başka eski anıtlar da bu maksatla kullanılıyorlardı ve Büyük Piramit’in içinde bu enerjiyi çok yoğun hissediyordunuz, ama Kral Odası’ndaki lahitte bu enerji coşuyordu. Firavunların uyuşturularak önce Kraliçe Odası’nda bekletildikleri ve sonrasında da Kral Odası’ndaki lahitte inisiyasyonlarını tamamladıklarına dair teoriye katılıyorum ben. Ayrıca Firavunların yeryüzündeki tanrılar olarak nitelendirilmelerinin ardında Büyük Piramit’te yaşanan bu inisasyon sürecinin olduğunu düşünüyorum, çünkü oradaki enerji 21. Yüzyıl insanının hafsalasının alabileceği türden bir enerji değil. Kadim zamanların uygarlıklarının iyi bildikleri, ama bizlerin artık teknolojik oyuncaklarımıza kurban edip unuttuğumuz tanrısallığın enerjisi var orada. Neyi anlatmak istediğimi en güzel Büyük Piramit’in içindeki lahde yattığınızda anlarsınız.

Mısırlılar

misirlilarYolculuğa devam etmeden önce Mısırlılar hakkında bir paragraf açmak istedim. Mısır’a gitmeden önce, Mısırlılar hakkında çok önyargılı sözler duymuştum. Ama karşıma hiç de söylendiği gibi bir halk çıkmadı. Bir defa Türkler’e çok benziyorlar ve Türkler’i çok seviyorlar. Bizler gibi çok sıcakkanlılar ve renkliler. Türk olduğunuzu öğrendiğinde “Yavaş yavaş Hasan Şaş” demeyenini bulmak güç ve bunu söylerken çok eğleniyorlar. Zaten bir süre sonra size milliyetiniz sorulduğunda “Türk’üm” yerine, “Yavaş yavaş” demeniz yetiyor. Gerisi “Oh, Turkish. Turkish are good people” ile tamamlanıyor cümleleri. Gitmeden, satıcıları çok yapışkanlar; ayrıca ülke de çok pis gibi cümleler okumuştum. Bize mi denk gelmedi nedir, ülkenin ne pisliğini gördüm; ne de satıcıların yapışkanlığını. Ha evet, bazıları peşinize takılıyor, ama elinizle hayır işareti yapıp “La” dediğinizde geri çekiliyorlar; aslında bizim güney illerimizdekilerde karşılaştığımız modellerden çok farklı değiller. Bazı bölgelerde ısrarcı satıcılar var elbet, ama mesela Luksor pazarında sizi hiç rahatsız etmiyorlar. Yalnız alışveriş konusu, Mısır’da insanı en zorlayan bölüm, öyle 5 dakikam var bir şeyler alayım çıkayım deme şansınız yok. En ufak bir parça için bile pazarlık en aşağı 10 dakika sürüyor. Çünkü 10 poundluk bir ürüne ilk fiyat 100 pound olarak biçiliyor ve sonrasında başlıyorsunuz pazarlığa. Bu, o kadar yorucu bir süreç ki bir süre sonra aman ya deyip pazarlığı bırakıp alıyorsunuz ürünü. Zaten aslında aldığınız fiyat Türk parasına vurulduğunda ucuz bir rakama denk geldiği için de çok sallamıyorsunuz. Ha ben pazarlık sürecinde çok eğlendim orası ayrı, ama Aswan pazarında geçirdiğim iki saatin ardından kendime gelmem biraz zaman aldı itiraf edeyim.

Kısacası, Mısır ve Mısırlılar hakkında söylenen olumsuzluklara hiç takılmayın, elbette ki aralarında hoş olmayan tiplere rastlıyorsunuz, ama bizim ülkemizde gördüklerimizden pek de farklı gelmedi bana, bu yorumuma katılmayanlara saygı duyarım. (Not: Tek başına bir kadının Mısır’da rahat hareket etmesi pek mümkün değil, bunu da belirtmem gerekiyor. Gezerken yanınızda bir erkek olması elzem.)

Kahire Müzesi

Kahire Müzesi, rüyalarımızı süsleyen ve gitmek için yanıp tutuştuğumuz bir noktaydı sanırım hepimiz için, ama biraz hayalkırıklığı oldu denilebilir. Dünyanın belki de en büyük ve zengin hazinesine sahip olmasına rağmen, müzecilik ve sunum teknikleri açısından vasat bir müzeyle karşılaştık. Sanırım Mısırlılar da bunun farkındalar ki yeni bir müze binası yapıyorlar ve müzeyi o binaya taşıyacaklar. Modern bir bina ve sunum teknikleri ile insanlık harika bir müze kazanacak diye düşünüyorum, eğer Mısırlılar’ın da projeleri tahmin ettiğim gibiyse. Müzedeki eserleri kelimelerle anlatmak mümkün değil. Zaten o kadar güzel eseri bir arada görmekten bir süre sonra algılarınız kapanıyor ve boş boş bakar oluyorsunuz. Halbuki eserler üzerindeki ufak ayrıntıların bile sayfalarca anlatımı mümkün. Arkeoloji ve tarih meraklısıysanız, bu haliyle bile sizi etkileyecektir.

misirkahire

Müze turlarında, Tutankhamon’un mezarından çıkartılanlar önplana çıkartılıyor haliyle. Aslında çok önemsiz bir hükümdar bu Tutankhamon, ama mezarına soyguncular uğramadığı ve dokunulmadan bulunmuş tek firavun mezarı onun olduğu için bu kadar ünlü olmuş. En önemsiz firavunun mezarı bile böyleyse, diğer büyük firavunların mezarlarından neler çalındı ve götürüldü insan düşünemiyor bile. Sadece yüreğiniz inceden inceye sızlıyor ve sonrasında insan olmanın temel düsturlarından birisi olan: Bu dünyada yüreğini sızlatacak o kadar çok şey göreceksin ki hepsinin acısı üzerinden durursan, yaşayamaz olursun, düşüncesi devreye giriyor ve kendinizi toplayıp yolunuza devam ediyorsunuz.

İskenderiye

İskenderiye, Mısır’ın İzmir’i. İstanbul’dan İzmir’e geldiğinizde nasıl hissediyorsanız, Kahire’den İskenderiye’ye gittiğinizde de aynısını hissediyorsunuz. Akdeniz, güneş, sıcak tonlardan oluşmuş bir şehir, ruhunuza nefes aldıran bir atmosfer ve cıvıl cıvıl bir şehir. En önemli yapıtları, Büyük Kütüphane ve İskenderiye Feneri tarihe karışmış oldukları için görebileceğiniz tarihi eserlerin sayısı sınırlı. Elbette ki Mısır’ın tarihteki önemli kültür merkezlerinden birisi olarak yine görülecek çok şey var, ama beni daha çok şehrin güzelliği etkiledi.

Tur kapsamında ziyaret ettiğimiz Katakomblar, Helenistik dönemde yapılmış şehir mezarlığı idi. Helenler, Mısır Uygarlığı’ndan o kadar etkilenmişlerdi ki, bu uygarlığı taklit etmeye çalışmışlardı, ama “çakma” Mısır eserlerini orjinallerinden ayırmak pek de zor olmuyordu. Enerjisel olarak çok da bir şey hissetmedim, sadece kapalı olan bir yer dışında. O bölüme dışarıdan bakarken yoğun bir acı ve keder duygusu hakimdi, ama kalanında bir şeyler yoktu.

misiriskenderiye

Eski kütüphanenin yerine yenisini yapmışlar, güzel de bir bina olmuş ama modern yapı çok ilgimizi çekmediği için içine girmek istemedik. Esas ilgimizi çeken Eski Kütüphane’nin parçası olan Pompey Sütunu altındaki Seraphium’du, ama restore edildiği için giremedik oraya.

İskenderiye’de bizim için esas eğlence karşıdan karşıya geçme deneyimi oldu. Hiçbir ışık, üst ve alt geçitin olmadığı dört şeritli bir cadde ve saatte en az 60 km ile akan bir trafik düşünün. Karşıya da geçmeye mecburuz. Selavat getirip attık kendimizi arabaların önüne. Hayatımda böyle bir deneyim yaşamadığımı itiraf edeyim. Yanımdaki arkadaşım Günnur’la küçük çocuklar gibi elele tutuşup, korka korka karşıya geçip geri geldik ve sağ salim bittiğinde süreç, vücudumuz ter içinde kalmıştı. Ha bizim korka korka geçtiğimiz yerden, az sonra birbirine sarılmış Mısırlı bir çift güle oynaya geçince, yaşamın nasıl trafiğe adapte olduğunu görmüş olduk.

Burası Cennet mi? Aswan

Kahire’nin karmaşasından sonra Aswan’a uçtuk pek de neyle karşılaşacağımızı bilmeyerek. Uçaktan indiğimizde önce inanılmaz ucuz bir Duty Free’ye rastladık ve Türk kafilesi olarak dükkanı talan ettik. Kartonu 5 dolara sigara, şişesi 10 dolara kaliteli içkileri bulunca, en Yeşilaycı bile baştan çıktı. Amma velakin bunları almak için 40 saat içinde Mısır’a giriş yapmış olmak gerekiyordu, bizim de saatler çoktan geçtiği için kös kös bıraktık aldıklarımızı. Sonra otobüsle otelimize doğru yönlendik. Kahire’den sonra Aswan’ın sakinliğine hayran yola devam ederken rehberimiz Mahmut’la da orada tanıştık.

misiraswan1

Turumuzdaki rehberlere bir paragraf açmazsam olmaz. İlk tanıştığımız isim, tercümanımız Fatma’ydı. Fatma, dünyalar şirini bir güzel Mısır kızıydı. Türkçeyi Mısır’da öğrenmişti ve herkes onu çok sevdi. Kahire’deki rehberimiz ise Maha’ydı. Maha güzel, akıllı ve ayakları yere sağlam basan bir Mısır kızıydı. Arkeoloji eğitimi almıştı, bilgisi çok sağlamdı. Tek dezavantajı Türkler’le ilk defa çalışıyor olmasıydı. ABD’liler, Almanlar dakik hareket ederken, biz Türkler son derece rahat bir gruptuk ve biz de zamanlamalara pek dikkat edilmezdi. Açıkçası bizimki gibi grupları toplayabilecek, “Yallah Habibi” diyebilecek karizmatik bir rehbere ihtiyacımız vardı, o da Mahmud’du. Mahmud, benim Mısırlılara ekstra saygı duymama neden oldu. Kaya gibi sağlam, ama bir o kadar esprili ve neşeli; gruba sahip çıkan, yaptığı işe saygı duyan, bilgisi yerinde bir kişiydi. Kahire’de grubu rehber haricinde organizasyon içindekiler toplamaya çalışırken, Mahmud işin içine girince herkes hızla toplanıyordu; “Habibi Yallah” dediğinde ona uymayan bir arkadaşımız bile olmadı. Hepimiz Mahmud’a büyük saygı duyduk. Dolayısıyla Mısırlılar’a da…

Aswan’da otelimize gitmek için Nil Nehri kenarındaki tekneye geldiğimizde, hepimiz dağıldık. Aslında dağılmak doğru bir kelime değil belki de, çünkü ruhlarımızı Kahire trafiğinde dağıtmıştık; Aswan, cennetten bir köşeydi ve o kadar huzurluydu ki bu huzurun güzelliği karşısında büyülendik ve dağılan ruhlarımızı topladık. Nil Nehri’yle gerçek anlamda ilk kez karşılaşıyorduk ve insan o anda nehre ruhunu teslim etmek istiyordu. Aswan Isis Island Otel’i ise içinden uzun süre çıkmak istemeyeceğiniz bir yerdi. Hatta kafanızı dinlemek için bir haftalığına gidecek bir yer arıyorsanız, atlayın uçağa ve Aswan’a gidin derim ben, özellikle de soğuk kış aylarında. Çünkü biz burada kışı yaşarken onlar baharı yaşıyorlar.

misiraswan2

Aswan’da ruhumuz kendine geldikten sonra, soluğu önce Aswan Barajı’nda aldık. Biraz şehir turunun ardından, Philae Tapınağı’nı ziyaret ettik (az sonra anlatacağım)  ve üç gün geçireceğimiz gemimize yerleştik. Bu gemilerden Nil üzerinde çok sayıda var ve her biri birbirinden güzel, çok yıldızlı otel kıvamında. Mısırlılar’a benziyor olmam ve az biraz Arapça’yı sökmem nedeniyle de gemi personeliyle kısa sürede kaynaştığımı söyleyebilirim. Mısır’da adınızın Hasan olduğunu öğrendiklerinde, sizi “Abu Ali” diye çağırmaya başlıyorlar. Kimse bana Hasan demedi Mısırlılar’dan gezi boyunca, sürekli “Abu Ali” aşağı, “Abu Ali” yukarı olduk. Allah var, Sadek, Tarek, Mohammad, Husni, Azab gibi isimleriyle de Mısırlılar da beni hiç yabancı hissettirmediler. Gül gibi geçindik gittik birlikte.

Gemiye yerleştikren sonra Elefantine Adası’na uğradık. Muhtemelen görüp görebileceğiniz en köhne müzeye sahip ve müzenin köhneliğinden, o kadar güzel eserin orada oluşuna inanamıyorsunuz. Özellikle sanduka ve mumya bölümünde az ama çok güzel eserler vardı. Sonrasında ise müzenin arkasındaki şehre girdik, ben küçük bir yer göreceğimizi sanırken; karşımızda koca bir şehir vardı ve sıcağın altında kondüsyonumuz yetmedi gezmeye. Konu “Saklı Tarih” olunca, Elefantine Adası’nın ne kadar önemli bir durak olduğunu daha sonradan anladım ne yalan söyleyeyim. Özellikle de Tanrı Knum’um tapınağı çok etkileyici idi.

Tanrıça Isis’in Tapınağı: Philae

Gezide ziyaret ettiğimiz ilk büyük tapınaktı, Philae adasındaki İsis Tapınağı. Tapınağa tekne ile gidiyorsunuz ve çok otantik bir pazarın içinden geçiyorsunuz rıhtıma ulaşmak için. Otantik pazara, bir de Nil’in kendine has kokusu eklenince, daha tapınağa ulaşmadan kendinizden geçiyorsunuz. Ama esas harika sahne, tapınağın kendisi zaten. Mısır’ın Helen kökenli kralları Ptomeliler tarafından Tanrıça Isis adına yaptırılmış enfes bir eser bu. Tam da Tanrıça’nın adına, zerafetine ve güzelliğine yakışır, büyüleyici bir tapınak: Philae. Zaten Nil’in üzerinde bir adaya kurulmuş bir tapınak, sizin başınızı döndürmüyorsa, başka ne döndürebilir bilemiyorum. Aswan Barajı sayesinde 17 tapınak sular altında kalmış ve bu tapınaklar tek tek su üstüne taşınmış, işte Philae tapınağı da suyun altından kurtarılan yapıtlardan. Tapınakların taşınma hadisesi, onların enerjilerini götürüyor diye düşünüyorum ben. Çünkü tapınaklar birer ampül gibiler, ley hatları üzerine konulduğunda parlıyorlar ama hat üzerinden taşındıklarında, sönmüş ampül gibi kalıyorlar. Bu yüzden taşınmış tapınaklarda o eski enerjiyi bulamıyorsunuz, ama bu tapınağın taşındığı yer çok yakın olduğu için veya İsis’in başlıbaşına güzelliğinden olsa gerek, o enerjiyi halen taşıyordu. Ama esas olayı, tapınağın sunak odasında yaşadığımızı söyleyebilirim.

misirphilae3

Mısır’daki tapınaklarda sunak odalarını bulmak çok kolay, çünkü ana kapıyı gören en dipteki oda, en kutsal oda oluyor. Tüm tapınak düzenini de sunak odasına göre yapıyorlar. Aslında Feng Shui’deki ejderha ağzı denen kavrama uygun bir dizayn bu ve Çin tapınaklarında da düzen aynı. Böylece enerji tüm tapınağa eşit yayılıyor ve tapınak dışına da tüm gücüyle dağılıyor. Mısır tapınaklarının Feng Shui prensiplerine uygun yapıldığını görmek çok ilginçti. Neyse ben sunak odasına daldım ve daldığımdan itibaren çok yoğun duygular da içimi kapladı. Malum biraz psişik algılar da açık hani kendimi içsel olarak bıraktım ve görüntüler hücum etmeye başladı. Sürekli bir ses duyuyordum, “Tapınağımı koru, tapınağımı koru” diye çağıran. Sonra bir hükümdar, hayalkırıklığı içinde taşın başında oturmuş ve koruyamadığı için af dileyen. Açıkçası ne olduğunu anlamlandıramadım ve grupta pşisik algıları açık iki arkadaşımı daha çağırdım ve siz ne algılıyorsunuz, birlikte çözelim bunu dedim. Arkadaşlarımdan birisinin durugörüsü açıktı, diğerinin telepatisi. (Zaten birlikte “Heroes” dizisinin Türk versiyonunda rol alırız artık bu cümlelerden sonra.) Durugörüsü açık arkadaşım, “kızgınlık hissediyorum, saygısızlık yapılmış gibi bir his ve aynı zamanda misirpjiale2Tanrıça’yı hissediyorum ve o yeniden Dünya’ya gelmek istiyor” dedi. Bununla birlikte benim gördüğüm vizyonlarla birlikte parçalar yerine oturdu ve mesajı anladık. (Diğer arkadaşımız bizim üzerimizden, ne hissettiğimizi algılayabiliyordu.) Aslında mesaj gün gibi ortadaydı: Bizler, kutsal bir alandaydık, ama turist kafileleri olarak haldur huldur hareketlerimizle, o kutsal mekanlara tecavüz ediyorduk. Oradaki herhangi bir turist kendi kutsal ibadet mekanına gittiğinde öyle hoyratça davranmazdı, kocasına bir kadın turistin kutsal odada yaptığı gibi “Freeeed” diye bağıramazdı mesela bir kilisenin içinde veya bir Horus heykeline askerlik arkadaşı gibi sarılan o delikanlı, gidip Hz. İsa heykeline kolunu atamazdı. Orası, artık her ne kadar takip edeni kalmamış olsa da, büyük bir inancın kutsal alanıydı ve tanrılar ve tanrıçalar, mitolojilerdeki figürlerden çok öte, varolmuş ve varolmaya da devam eden enerjilerdi. İsis ve sonrasında Dendara’da karşılaşacağımız Hathor, Dünya Ana’nın dişi enerjisinin sembolleriydi. Eril enerjinin baskıladığı ve eksikliğinden ötürü dünyamızın, yaşadığı karmaşaya sürüklenmesine neden dişil enerjinin. Aslında spiritüel bilgiler ve çalışmalarla bizlerin yapmaya çalıştığı, önce içimizde sonra da gezegenimizde dişi enerjiyi yeniden güçlendirmek ve eril enerjiyle dengesini kurmaya çalışmaktı. İşte Tanrıça, yeniden gelmek istiyorum derken bize bu mesajı vermeye çalışıyordu. Kutsal odadan bambaşka kişiler olarak çıkıyorduk, Tanrıça’nın enerjisini hissetmiş ve her ne kadar tapınağını, turist sürülerinden koruyamayacak olsak bile; en azından adını ve temsil ettiği değerleri dünyaya, gücümüzün yettiğince hatırlatmaya söz vermiş şekilde oradan ayrıldık.

Kom Ombo ve Edfu Tapınakları 

Nil’in üzerinde gemi ile seyahat, dünyanın ne keyifli yolculuklarından birisi olsa gerek. Gece yatarken pencerelerinizi açık bırakırsanız, sabaha kendinizi Nil Nehri ve kıyıları gözünüzün önünde akarken bulabiliyor ve gördüklerinizi tarif edebilecek kelime bulmakta zorlanıyorsunuz. Nefes kesici manzaraların ardından ilk ziyaret durağına Kom Ombo üzerindeki Horus-Sobekh Tapınağı’na ulaşıyorsunuz. Antik Mısır dili ile ilgili en dikkatimi çeken nokta, kullanılan kelimeler ve isimlerin ne kadar karizmatik olduğu idi. Tanrı adlarına bakın: Sobekh, Sekmeth, Toth, P’tah, Hathor… Her bir adın kendine has bir gücü ve karizması var. Sobekh denildiğinde de aklıma ilk, bu adın gücünün çağrışımı geldi.

misirkomombo

Sobekh, timsah başlı bir tanrı. Şahin başlı Horus ile çekiştiklerinden ötürü, Mısırlılar bu tapınağı ikiye bölmüşler ve iki tanrıya da adamışlar. Bu tapınak aynı zamanda bir klinik. Antik Mısır tıbbının aletlerini, tapınağın duvarlarında görebiliyorsunuz. Kutsal odaları yıkıldığı için enerjisini maalesef hissedemedim, ama duvarlarda çok etkileyici kabartmalar vardı. Ben özellikle timsah mumyalarının olduğu müzeyi görmek istiyordum, malum Mısırlılar insanlarla birlikte her türlü hayvanatı da mumyalamışlar ve tanrı Sobekh’in temsilcileri olarak, timsahlar da mumyalananlar kervanına katılmışlar. Nil timsahları da boyutları itibariyle çok etkileyici varlıklar, nehirde karşılaşmayı pek istemeyeceğiniz türler; ama müze kapalıydı, onların mumyalarını göremedim.

Öğleden sonraki rotamız ise Edfu Tapınağı idi. Edfu’ya faytonlarla gidiyorsunuz ve sanırım Mısır’daki en sevimsiz tipler faytoncular. Bahşişlerini tur firmasından peşin aldıkları halde, sizden sürekli para koparmak için yapmadıkları cambazlık kalmıyor ve aşırı rahatsız ediciler. Ayrıca Mısır poundu olarak yaptığınız anlaşmaları, hayır İngiliz poundu üzerinden anlaşma yaptık diyerek sonradan sizi dolandırmaya çalışmaları cidden can sıkıcı oluyor, bu yüzden Mısır’da özellikle faytonculara dikkat edin. Bizim faytoncu da çok cambazlık yaptı ve canımızı sıktı, ama sonrasında üzerine rehber Mahmud’u yollayınca geri adım attı.

misiredfu

Edfu ise muhteşem bir tapınak. Horus adına yapılmış ve kumların altında kaldığı için olduğu gibi yerinde duran bir şaheser. Sunak odası, turistlere kapalı olduğu için de, enerjisini halen muhafaza ediyor ve kendinizi açtığınızda içeri de Eski Mısır’ın tanrılarının enerjilerini rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. Hayatıma yeni bir yön verdiğim deneyimleri orada yaşadım ve enerjiden başım öyle dönmüştü ki tapınağın sanatsal güzelliklerine çok da dikkat edemedim, bu yüzden size ayrıntıları veremiyorum, ama kabartmalar ve tapınak yapısı olduğu gibi durduğu için, kendinizi bir Mısır tapınağında yaşıyormuş gibi hissedebileceğiniz bir yer.

Gemi Geceleri

Gündüz gezmiş dolaşmış, kaportayı yormuşsunuz; akşam yemeğinde de hafiften alkolün dibine vurmuşsunuz. Gece de gemide artık dansözlerle kıvırdınız ya da kafayı çekip dağıttınız diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz; Aswan’daki İsis Adası’ndaki otelden başlamak üzere, her gece Burak Eldem ve Cem Şen’le uzun süren sohbetler yaptık, o yorgunluğun üzerine. Hem de öyle basit ve hafif konular değildi konuşulanlar. İlk gece inisasyon, ikinci gece paganizm ve Mısır Panteon’u, üçüncü gece Saklı Tarihin ne olduğu idi konular. Turumuzdaki hemen herkes onca yorgunluğa rağmen oturdular ve bu –her ne kadar en hafif biçimiyle anlatılmaya çalışsa da, oldukça ağır konuları- ilgiyle dinlediler. Tabii bunda Burak Eldem ve Cem Şen’in en ufak tekleme yaşamadan, su gibi akıp giden ve birbirlerini harika tamamlayan anlatımlarının etkisi de çoktu. (Bu iki büyük üstada arada eşlik etmekten duyduğum gururu da belirtmem lazım.) Burak’la Cem’in bu uyumunu gördükten sonra, anlatımlarını sonraki gezilerde de mutlaka devam ettirmeleri ve hatta başka platformlara taşımamız gerektiğini de konuştuk. Bu konuşmanın sonuçlarını zaman içinde görebileceksiniz, ama ben ülkemizin böyle değerli iki üstada sahip olmasından nasıl mutluluk duyduğumu anlatamam. (Her yerde kendini üstad gibi sunan insanlara rastlayabilirsiniz, ama gerçek üstatlar az sayıdadır ve onları bulmak kolay değildir.)

misirgemi


Krallar Vadisi, Hatşeput Tapınağı, Karnak ve Luksor

Gezinin en yoğun gününde, gün içinde adlarını gördüğünüz tüm yapıtları gezdik. Ben kendimden geçme hakkımı önceki gün Edfu’da tamamlamış olduğum için bu yapıtların hiçbirisinde öyle çok aşırı etkilenmedim, ne yalan söyleyeyim. (Karnak dışında elbette.)

Krallar Vadisi’nden 64 mezar vardı ve bunların üçüne girebiliyordunuz. Önce binbir zorlukla “Mısır’ın Napolyon’u” olarak anılan 3. Tutmosis’in mezarına girdik. İçerisi çok dar ve havasızdı, bir de tam mezarın içinde elektrikler kesildi. Mezarın sanatsal yapısı beni çok etkilemediği için de “3. Tutmosis’e saygımız sonsuz ama keşke girmeseydik” dedim. 3. Ramses’in mezarı ise sanat harikasıydı, ama aşırı kalabalıktı. Diğer tüm mezarlar da kalabalık olduğu için üçüncü hakkımızı kullanmadık. Bu arada, Mısırlıların gizli olsun ve bulunmasın diye mezarlarını yaptıkları alanın böyle kalabalıkları ağırlaması da ironik bir durumdu.

misirhatset

İkinci durağımız Kraliçe Hatşeput’un enfes tapınağı idi. Ben kraliçenin hayatının romanını okuduğum için tapınağın yapılış hikayesine aşinaydım. Tabii kraliçenin üvey oğlu 3. Tutmosis’in (Mısır’ın Napolyonu) üvey annesine öfkesi nedeniyle kraliçenin adını, tüm tapınaktan sildirmesi de tapınağın üzerine yoğun bir acı hissinin sinmesine neden olmuş gibi geldi. Koca tapınakta sadece tek bir yerde Hatşeput’un resmini görebiliyorsunuz, o da nasıl kurtulduysa yani. Yalnız sıcağın altında bu tapınağı gezebilmek, ayrı bir fiziksel güç istiyor. Yani çölün ve sıcağın ortasına o tapınağı diktiğinden ötürü Kraliçe’yi kutlamak mı gerekir, yoksa başka yer mi kalmadı diye hoyratça bir espri yapmak mı gerekir insan bilemiyor. Ama ne olursa olsun, Kraliçe’nin çok etkileyici bir eser bıraktığı ve adını ölümsüzleştirdiği kesin.

misirluksor

Gelelim Karnak Tapınağı’na. Mısır’ın en büyük, en güçlü, en merkezi, en en en… Aklınıza gelebilecek her türlü ‘en’ine sahip bu dev yapı kompleksine. Giriş kısmında çok yumuşak bir enerjinin sizi karşıladığı, ama sonrasında insan egosunun enerjisiyle sarmalandığınız ve özellikle benim 2. Ramses’e kıl olmama neden olan tapınağa. Mısır’da ziyaret ettiğimiz tüm tapınaklarda tanrısal enerjiyi hissedebilirken, burada kendini tanrılara eş tutmuş bir egonun enerjisini algıladım ve bana sert gelen bu enerjiden hiç hoşlanmadım. Burası dinin, insanları yönetmek için kullanıldığı bir politik merkezdi ve tanrısal enerjinin o sıcaklığını hissedemedim. Ama itiraf etmek lazım, aklınızı başınızdan alabilecek bir mimariye sahip bu tapınak hele ki dev sütunların olduğu büyük hol. Karnak, insanoğlunun yaratmak istediğinde, neleri yapabileceğini gösterdiği bir sanat başyapıtı. Keza Luksor Tapınağı da öyle. Gece ışıklandırması yapmışlar ve sizi özellikle gece götürüyorlar o tapınağa. Tabii ki görüntü nefes kesici oluyor, allahım nereye geldik biz oluyorsunuz. Ama burada da tanrısal enerjiden çok insani enerjileri algıladığım için çok çok etkilenmedim. Konu insanın tanrısallaşması olsa ve o enerjiyi yaşasam belki daha keyif alırdım, ama daha çok politik güçle birleşmiş egoları hissedince, özellikle de Yin (dişi)den öte, Yang (eril)ı alınca pek hoşlaşmadım. Ama Karnak’ın girişindeki alanda bu enerji çok dengeli geldi. Tabii şunu da belirtmem gerek ki diğer arkadaşlarım çok keyif aldılar Karnak ve Luksor’dan ve bana belki de yorgun olduğum için tam hissedemediğimi söylediler buraları. Bu yüzden bu yorumlarıma birer şerh düşüyorum.

Hathor’un Evi: Dandera

“Saklı Tarihin İzinde” konseptinin doruk noktası Dandera Tapınağı idi kesinlikle. Bu tapınağın tur programında yer alması için Burak Eldem ısrarcı olmuştu ve ona bol bol teşekkür ettim kendi adıma. Normal Mısır programlarında yer almıyordu burası, çünkü gidişi biraz zahmetliydi; ama şunu söylemem gerekiyor ki bence Mısır’daki en güzel ve “yaşayan” tapınak burası. Bu arada Burak Eldem’i anmışken bir teşekkürü de tur boyunca anlattıkları için etmek gerekiyor. Resmi tarihin anlatıları üzerine kendi görüşleri ve bilgilerini ekledi; böylece hiçbir turda kolay kolay nasip olmayacak bir Mısır tarihçesi dinledik kendisinden. Ayrıca sıcaktan iki defa bayılacak duruma gelmesine rağmen anlatıcılığı bırakmadan devam etti; harika bir iş çıkarttı. Buradan saygılarımı iletirim kendisine.

misirdandera1

Dandera, muhteşem! Olağanüstü! Görmeden anlamanıza imkan yok. Ben buraya adım attığımda artık önceki tapınaklarda enerjilerle temas halinde bulunduğum için tecrübeliydim ve nereye gideceğimi biliyordum. Zaten roket gibi sunak odasına gittim ve saygıyla içeriye girdim. Artık Dandera’da ne vizyonu gördüm falan diye anlatmama gerek yok, orada vizyonu falan aşıyorsunuz, her anınızı Tanrıça’nın enerjisiyle geçiriyorsunuz. Tapınağın bekçilerini bile değiştirmiş bu durum, tapınak sorumlusu bana dedi ki “Ben Allah’a taparım, ama Hathor’a saygım büyük.” O tapınakta yıllar boyunca çalışıp da bunu dememek mümkün mü? Öyle bir enerji var ki içeride, en kaba saba adamı bırak, bir süre sonra üzerine bir zerafet çökmeye başlar.

Az sonra diğer iki psişik algısı yüksek arkadaşımın teşrifiyle birlikte üçümüz sunak odasında kendimizden geçerken, bizi izleyen tapınak müdürü, bizlere gelin şuralarda durun demeye başladı. Adam demek ki buralara oldukça aşina ve o enerjileri kendisi de hissetmiş ki gelin durun dediği her yerden enerji fışkırıyordu. Biz kendimizden geçmiş halde tapınağın bir o odasına, bir bu odasına dalıyorduk. Bu arada renklerini halen koruyan kabartmalar insanı kendinden geçiriyordu. Bir odada yaşadığım vizyon ise aklımı başımdan aldı: Gözümü kapattığımda tüm Mısır tanrılarını önümde gördüğümü hissettim ve onlarla selamlaştım. Sonra gözümü açıp duvarlara bakarken bir anda bir insanın önünde sıralanmış Mısır tanrıları kabartmasını gördüm; nasıl nutkumun tutulduğunu tahmin edebilirsiniz.

misirdanderaDandera’nın sürprizleri bununla bitmeyecekti, müdür ısrarla bizi aşağıdaki mahzene indirdi ve ben de neyle karşılaşacağımı bilmeden daldım aşağıya. Mahzende beni Mısır’da o güne kadar gördüğüm en güzel kabartmalar bekliyordu ve daha da ötesi Erich Von Daniken’in ampül olarak nitelendirdiği kabartmalar önümdeydi ve ben onlara dokunuyordum. Mahzende kendimden geçmiş biçimde kabartmaları izlerken birden içimden ampüllere dokunmak ben kendi algılarımı açmak geldi. Neler gördüğüm yine bana kalsın, ama sadece şunu söyleyebilirim; Mısır’ın dünyadışı uygarlıklarla bağı olan bir uygarlık olduğuna, bu yolculuğumda daha çok inandım. (Tabii ki bu şahsi bir kanaat.) Mahzenlerde otururken Cem Şen de geldi ve oğlu Deniz’e meditasyon yaptırmaya başladı, ben de onlara eşlik ettim ve hayatımda kendimi bu kadar sessiz ve dingin hissettiğimi hatırlamıyorum.

Dandera’nın sürprizleri bitecek gibi değildi. Ben gördüklerimle kendimden geçmişken birden ne kadar muhteşem bir mimariyle karşı karşıya olduğumu da gördüm. Sütunlar, kabartmalar, holler, üstkata çıkan o muhteşem yol… Hepsi ilk yapıldığı gibi olmasa da, çok canlı biçimde gözümün önündeydiler. Hele ki Tanrıça Nut’un eşsiz kabartmalarına ilk kez rastlıyor ve hayran kalıyordum. Derken üst kata çıktık ve Burak Eldem’in kitabında da bahsettiği Dandera Zodyağı’nın bulunduğu yere geldim. Zodyak’ın aslını Fransızlar alıp ülkelerine götürmüşlerdi ve orada replikası bulunuyordu, ama o hali bile etkileyici idi. Burak Eldem, bu zodyağın 2010 veya 2012 yıllarında olabilecek bir olayı anlattığından bahsetti, ama ne olduğunu anlatmıyor dedi. Bu arada, Burak Eldem’i bu turda daha da yakından tanıma fırsatım oldu her ne kadar sabahlara kadar MSN’de chat yapsak da ve onun kitaplarını yazarken, ne kadar çok kaynağı kullanıp, ne kadar sağlamacı gittiğini gördüm. Sonra da çeşitli yerlerde ona saldıranların bilgi düzeyini düşündüm. Hani bu aralar Dunning-Kruger Etkisi’nin mailleri dolaşıyor ya internette, cehalet arttıkça cesaretin artması aklıma geldi bu yorumları okuyunca. İnternetin en büyük zararı, cehaletin artık kendini rahatça ifade edebilir hale gelmesi oldu. Bir yazar çıkıyor, bir konuyu araştırıyor yıllarca ve üstelik sağlamasını da defalarca yapıyor ve anlatıyor. Sonra birisi çıkıyor “Saçma” ya da “Nerden biliyon lan, ben biliyom öyle bir şey yok” yorumunu yapıyor. Bu yorumları böyle patavatsızca yapabilmelerinin tek bir açıklaması var: Dunning Kruger etkisi.

Dandera Zodyağı’nı da gördükten sonra tapınağın eşsiz kabartmaları arasında kendimizi kaybettik ve bir an fark ettik ki resim falan çekmemişiz. Hemen abanmadık deklanşöre, artık tapınaklara ve sahiplerine öyle saygı duymaya başlamıştık ki içsel olarak izin istedim ben kendi adıma ve izni aldığımı hissettikten sonra, çektim resimleri. Bu yolculuğun en büyük etkilerinden birisi de bizim üzerimizde bu oldu sanırım, eskilerin inanışlarının hiç de öyle uydurmasyon mitolojik hikayeler olmadığını, bilakis hissedilerek yaşanmışlıklar üzerine inşa edildiğini gördük ve büyük saygı duyduk.

misirdandera3

Sonsöz

Mısır’dan Türkiye’ye döndüğümüzde öncelikle birlikte yolculuk ettiğimiz arkadaşlarımızdan ayrılmak çok zor geldi. Onlarla ilk kez tanışmıştık, ama sanki aynı okul turuna birlikte çıkmış yol arkadaşları gibi hissediyorduk. Onlar da aynı duygular içindeydiler ki havaalanında kolay kolay ayrılamadık. (Gezimizin ikinci gününde, en büyük hayali Mısır’ı gezmek olan ve bu amaçla turumuza katılan Erhan Çayhan Ağabeyimizi, edebiyete uğurladık. Kendisini bir kez daha sonsuz sevgi ve saygıyla anıyorum.)

misirson

Evlerimize döndüğümüzde ise kendimizi gelmemizin zaman alacağını biliyorduk ve birbirimize söylediğimiz tek söz şuydu: 26 Şubat’ta o uçağa binip de, 7 Mart’ta inenler aynı insanlar değiller artık. Hiçbirimiz aynı değiliz. Mısır bizi kendisine aşık etmedi sadece, ruhsal yolculuğumuzu destekleyecek bir inisiyasyon da oldu aynı zamanda. Biz turistik bir gezi yapmadık, kendini buluş serüveninin önemli ayaklarından birisini yaşadık orada ve bu satırları yazarken içimden geçen tek cümle şu:

“Yine geleceğim Mısır, bekle beni…”

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...