Bir yolculuğa başlamadan önce hissettiğiniz en yoğun duygu ne olur? Heyecan mı, mutluluk mu, coşku mu, yoksa bilinmezliğin getirdiği endişe mi, korku mu? Belki bunların hepsinden yapılmış bir aşuredir lezzetine kaşık banmaya hazırlandığınız. Benim ise elimde olan duygular kırgınlık ve umutsuzluktu… Evet, daha önce üç kere gitmiştim Mısır adı verilen “Ölümsüz Tanrıların Topraklarına” ve bir kere daha istemiştim 2013 yılının Ocak ayında. Hem de çok da derinden. İzmirna Fotoğraf Atölyesi ile gidecektik ve bol bol fotoğraf çekecektik, niyetimiz buydu. Ama son anda olmadı ve ben de iptal etmek durumunda kaldım bu yolculuğu. Kalbim de fena halde kırılmıştı, nedense de Mısır’a. İşte bu yüzden emin değildim bu yolculuğa çıkmaya… Zaman daralmıştı yolculuk planları, duyurular ve hazırlıklar için, ama beni durduran birşeyler vardı. Sanırım korkuyordum bir kere daha hayalkırıklığına uğramaya. Bu yüzden de duruyordum çağrıyı yapmak için, elim gitmiyordu bir türlü. Derken pandülümü aldım elime. Biliyordum ki pandüller insanın yüksekbenliği ile iletişim aracıdır ve bugüne kadar beni yanılttığını hiç görmemiştim. Pamuk Prenses’in cadı annesinin ayna karşısına geçip “Ayna ayna söyle bana” demesi misali baktım pandüle ve dedim ki “Bu yolculuğa çıkmamız hayırlı mı, yapayım mı çağrıyı”, pandül çok net yanıtladı: “Evet!” Ama inanmadım hani, ya ben kendi zihnimle yönlendiriyorsam onu? Bakışlarımla onun döndüğü yönü değiştirebileceğime inanıyorum da verdiği yanıtlara inanmıyorum nedense. Bir kere daha sordum ve yanıt yine “Evet!” geldi. “Peki pandül endişelenmemi gerektirecek bir şey var mı?” diye sordum bu sefer de; yanıt çok net bir “Hayır!” oldu. Tabii bu yanıtlardan sonra hemen sarıldım klavyeye coşkuyla ve başladı o güzel yolculuk, yazacağımı zannediyorsunuz belki de ama maalesef böyle olmadı. İnanamıyordum, güvenemiyordum, hayallerim kırılmıştı…
Diyebilirsiniz belki “Yahu oğlum amma drama yapmışsın ha, altı üstü bir Mısır turu…” İşte bizim yolculuklarımız böyle olmadığı için bu dramayı yaşıyordum kendi içimde. Biz Mısır Turu yapmadık ki hiç. Ruhsal bir yolculuktur Mısır; katılan hemen herkesin yaşamını bir şekilde etkileyen ve değiştiren bir yolculuk. Biz oraya tarihin en büyük uygarlıklarından birisinden kalanları görmeye gitmiyorduk ki aslında, biz ruhumuzun parçalarını birleştirebileceğimiz; bizi kendimizle kucaklaştıran bir yolculuğa çıkıyorduk. Programmış, kalınacak yerlermiş, neler yenilip içilecekmiş teknik teferruattı sadece ve bu kısmını zaten profesyonel bir firma hallediyordu. Esas önemli olan nokta burada, ruhlarımızın nasıl bir plan çizdiğiydi bu yolculuk için…
İşaret işaret üzerine…
Defalarca sora sora pandüle yazdım mesajımı Facebook’taki duvarıma “Mısır’a yolculuğa çıkıyorum, gelen var mı?” diyerekten özetle. Soranlar oldu, edenler oldu; ama bir geri dönüş olmadı hemen. Tabii akrep burcu sabırsızlığı mı desem, içimdeki çocuğun “bak işte bak, gördün mü gördün mü yine olmayacak işte gördün mü, demiştim işte demiştim ya!” diye tepinişleri mi desem, canım sıkılmıştı bu duruma. Pandül ise gülerekten “aman yaaa kaç kere evet diyeceğiz sana, merak etme” modunda dönüp duruyordu. Derken bir Pazar günü önce Funda’dan mesaj geldi ki kendisi daha önce defalarca gelmek istemiş ama olmamıştı: “Ben bu sefer geliyorum. Öyle görünüyor…” mesajını bana yolladığında bozuk olan moralim bir anda düzelmişti. Sanırım bu sefer olacak diye düşündüm. Fakat onun durumu net değildi hani. (Zaten gelemedi de.) Mutlu olmakla birlikte halen emin değildim. Hadi bakalım diyerekten bir Pazartesi günü yolladım mail gruplarına “Ben gidiyorum var mı gelen?” diyerekten…
Bu noktada şunu eklemem lazım ki ben Mısır’ın beni çağırdığını çok net hissederim hayatın içinden aldığım mesajlarla. Mesela yolda yürürken bir anda Amr Diab’ı duymaya başlarım (Mısırlı bir şarkıcı) veya “Mısır’ı özledim” derim İzmir’de yürürken yanımdakine ve bir anda hiç alakasız yerde Mısır’la ilgili bir obje çıkar veya sabahın sekizinde hiç beklemediğim bir kişiden bir telefon gelir ve dün gece rüyamda seninle Mısır’a gittik, seni bekliyorlarmış orada sana iletmem gerektiğini hissettim sözlerini duyarım. Nitekim bu yolculuk öncesinde de bunların hepsini yaşadım. Hatta sabahın sekizinde aranıp da “Seninle birlikte Mısır’daydık, bir kadın seni karşılıyor ve kucaklıyordu hepimizi” ile başlayan sözleri ağlayarak dinlediğimi hatırlıyorum gayet net. Ne ilginç beni bu kadar etkileyen bu konuşmayı, şu anda bu satırları yazarken hatırlıyorum. Bana anlatılan rüyayı birebir yaşamışım aslında bu yolculukta, bunu şu anda anlıyorum. (Kerim Güzeliş ve eşine teşekkürlerimle.)
Kısaca Mısır, gelmenizi istiyorsa sizi çağırır ve ona gitmeniz gerekiyorsa gidersiniz; eğer henüz hazır değilseniz biraz beklersiniz. Kastettiğim “atladım bir tura gördüm Piramitler’i Sfenks’i, bir de daldım Sharm el Sheikh’de Kızıldeniz’e oh mis gibi” şeklinde bir format değil elbette. Benim bahsettiğim daha derinden, daha kutsal, ruhumuzu keşfimizin kökenlerine uzanan bir yolculuk…
Böyle söylediğimde “Efendim, insan kendini keşif için illa ki Mısır’a mı ya da başka bir yerlere mi gitmeli; evinde de yapar bunu” diyenler olur zaman zaman. Elbette ki bunu yapabilmek mümkün teoride, ama teoride. Hani beton ve demirden yapılmış apartmanlarımızın içinde bu şekilde kendinin en ruhsal bölgelerine ulaşabilmişler varsa ellerinden öperim, ama benim gibi dünyeviler yolculukla ve diğer kültürleri, enerjileri, insanları tanıdıkça daha hızlı tanışıyorlar kendileriyle. Bir nevi inisiyasyon bu benim için, hani “Reiki için inisiyasyon şart mı efendim, kendi kendine de yapabilirsin bunu” şeklinde ahkam kesmeye benziyor bu. Reiki Hocam şöyle söylemişti bir kere bu yanıt karşısında “Evet, yapabilirsiniz tabii. Bir mağarada yıllarca oturup, kendinizi odaklamayı göze alıyorsanız.” Sonuçta önceki insanlar, bir şekilde başarmışlar bunu ve artık aktarıla aktarıla gelmiş bu inisiyasyon süreci. Derdimiz yeniden keşfetmek değil, bunu kullanıp çevremize faydalı olmakta. Keza bir apartman dairesinde insan elinden geldiğince meditasyon yapmaya veya kendiyle kalmaya çalışsa da bunca çeldiricinin olduğu bu dünyada gürültüden kendinizi duymanız kolay olmayabiliyor. İşte bu nedenle daha sakin olabileceğiniz, enerjinin daha süptil olduğu bölgelere yapılan yolculuklarla kendinizle daha kolay yüzleşebiliyor ve yaşamınızın akışı içinde kazandıklarınızla daha farkında hareket edebiliyorsunuz. Bu yüzden “yolculuk” ruhlarımız için çok önemli bir araçtır. Spiritüellik olarak nitelendirdiğimiz de “Kendini Tanıma Yolculuğu” değil midir zaten?
Yolculuğa doğru adım adım…
Pazartesi sabahı yolladım duyuruyu mail grubuma ve yollamamın ardından ilk mail geldi Bilgen’den: “Gitmek için bir işaret arıyodum, sanırım geldi. Çok mutlu oldum yahu.” Ben de bu yanıtı görür görmez: yaşasın işte aradığım işaret; gidiyoruz demek ki evren bana bu mesajı yolladı dedim içimden. Bilgen kendine bir işaret bulmuştu, ben de kendime; kısaca birbirimize işaret çakmıştık. Hemen ardından Hakan’dan mail geldi “Ben de geliyorum” şeklinde ve ardından da Yıldız. Ekip toparlanıyordu. En sonunda tamamlandığında liste 13 kişi olacaktı, tıpkı geçen senenin yolculuğunda olduğu üzere: 13 yol arkadaşı ve ben yani 13+1. Geçen sene de takılmıştım bu rakama, bu sene de. Hatta Benan sordu bunu bana: “Hasan geçen sene de 13 artı bir kişi gitmişsiniz; şimdi de aynı. Var mı bunun hikmeti?” “Olmaz mı Benan” dedim. “Bu yolculuklara kimin geleceğini ve kaç kişinin olması gerektiğini ben değil, evren ayarlıyor. Herkesi de o seçiyor.” 13 ise kutsal bir sayıdır aslında. Tanrının rakamıdır derdi sevgili hocam Mualla Güven. Düşününce mistisizm de 12+1 yani 13 çok önemlidir. İsa vardır ve 12 havarisi; Hz. Muhammed ve 12 Sahabe; Hz. Ali ve 12 İmam… Muhtemelen araştırsanız daha da örnekler çıkabilir. 13 bu yüzden çok önemlidir. Peki biz 13 kişi gitmiyorduk ama, hep 13+1 yani 14 kişi gidiyorduk. Bunun anlamı ne olabilirdi ki? Dan Brown’un “Kayıp Sembol” kitabında bunun yanıtını bulmuştum işte. Brown, insanın tanrısallaşmasının sembolü olarak Masonlarda 13+1 kişinin katıldığı bir törenden bahsediyordu. Bizim yolculuklarımız da kendi içimizdeki tanrısallığı keşfetmeye yardımcı oluyordu ki her bir kişi diğer 13 kişinin enerjisiyle güçleniyordu. Yolculuktaki herkes kendisi açısından +1’di ve diğer 13 kişi onu destekliyordu. Oradaki herkesin bulunuşunun bir amacı vardı. Yolculuğa kimin katılacağı benim değil evrenin ellerindeydi ve ben her seferinde şaşkınlıkla izliyordum bu listenin nasıl hazırlandığını… Bu arada pandül sürekli dönüyordu “Endişelenme, olması gereken oluyor. Keyfine bak.” Gel gör ki dinleyen mi var?
Uçakta altı kişilik yer var efendim!
Planları yaparken uçak bileti saatini belirleyip seçip arkadaşlarıma söylemeye hazırlanıyordum gidin alın diye her zaman yaptığım üzere. Ama hani yine de kontrol edeyim istedim bir kere daha, nasılsa hep bulunuyordu bilet öğleden sonra gittiğimiz saatte. Mısır Havayolları’nın sitesine girdim içim rahat şekilde, eminim çünkü; giden yoktur o saatte Mısır’a. Ama o ne? Bilet fiyatları fırlamış. Gözlerim yuvalarından fırladı. Hemen aradım havayollarını ve aldığım yanıt “O uçakta yer bitmiş, sadece 6 kişilik yer var onlar da pahalı haliyle” oldu. Bir anda başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Cumartesi öğleden sonraları giderdik biz hep ve tüm program ona göre oturmuştu ve bilet yoktu; ne halt edecektim? Biliyordum işte, biliyordum. Pandül de kandırıyordu beni, ben hep kandırılırdım zaten; hep yalnız bırakılırdım. Daha en başından çakmıştı her şey. Çizgi filmlerdeki çocuklar gibiydim içimde, hani ağlayarak yerlerde tepinen ve gözlerinden koca koca yaşlar fışkıran. Profesyonel düşünenlere komik geliyordur bu haller. Ama hep söylüyorum ya, bu bir tur değil; bu başka bir şey ve kendinle yüzleşiyorsun tüm olan bitenlerle. Ben ömür boyu çok kolay demoralize olmuştum ve hemen küserdim içten aksi bir durumda. Halen o küçük çocuk vardı içimde ve onu gözlüyordum bir yandan. (Aslında evren bizlere daha güzelini hazırlıyormuş. Ama bunu anlayacak durumda değildim o anda.) Tepiniyordum: Gördük işte, gördük. Zaten hep yalnızdım, hep yalnız bırakıldım, gördük işte, olmadı olmadı. İyice bir tepindim hepten. Sonra da yoruldum. Yorulunca hadi bakalım başka alternatif olabilir mi diye bakındım ve THY’de sabah 6:45 uçağını gördüm. Olabilir miydi yahu? Hiç gitmemiştik ki? Hem tüm programı değiştirmem gerekecekti. Yeni bir şey demekti bu, tüm alışkanlıklarımın dışında… Yapabilir miydim ki? THY’i aradım hemen ve uçak boş yanıtını alınca, cesaretlendim. Evet, bu saatte gidecektik. Nasıl yapacaktık bilmiyorum ama yapacaktık işte… İyi ki de yaptık. Tek bir seçim, tüm yolculuğun seyrini değiştirecekti ve hayatımın en güzel Mısır yolculuğu önümdeydi, ama tabii benim henüz bundan haberim yoktu…
Yalnız mısın?
Üstteki satırlardan anlaşılabileceği üzere benim kendimi yalnız hissetmemle ilgili sıkıntılarım var. Tek başınalıkla yalnızlık birbirinden farklı kavramlardır. Tek başınalıkta bir bütünleşme vardır evrenle ki aslında hepimiz yolculuğuna tek başına ama birlikte devam eden bir bütünüz. Tıpkı beden hücreleri gibi. Bedenin tüm özelliklerini taşır bir hücre ve tek başına da varolabilir; ama diğerleriyle bir araya gelerek bütünü oluşturur. Yalnızlıkta ise kopmuşluk vardır tüm diğer hücrelerden. Çevrenizde kimseyi hele ki evreni hissedemediğiniz yanılsamasına kapılırsınız. Körebe oynamak için gözleri bağlanmış ama bir anda oyunu unutup da gerçekten kendini kör zannetmek gibidir yalnızlık hissi. Ruhunuzun beslenemediğini hissedersiniz ve acı çekersiniz, halbuki bu bir yanılsamadır ve evren bunun böyle olmadığına dair mesajları size yollar durur. Körebedeki oyun arkadaşları gibi; “Ben buradayım, ben buradayım, buraya gel” der ama siz paniklemişsinizdir bir kere ve gözünüzde bant olduğunu da unutmuşsunuzdur. Sonrasında da olduğunuz yere çöker ve ağlamaya başlarsınız. Arkadaşlarınız yanınıza gelir, size “Ama bu bir oyun, hadi gözlerindeki bantı çıkartalım” derler; ama nedense şiddetle itiraz ederiz. O anda yere çöküp ağlamak daha hoşumuza gider belki de çünkü ilgi merkezi olmayı isteriz içten içe. Ama bunların hepsi dedim ya birer yanılsamadır. Tıpkı benim ömrüm boyunca yaşadığım üzere ve hep yalnız olduğuma inanıp, aslında hiç olmadığım gibi…
Nitekim bu yolculuğa ilk defa İzmir’den yalnız gitmiyordum, dört arkadaş birlikteydik İstanbul yollarında ve ben Adnan Menderes Havalimanı’nda gezinirken birileriyle muhabbet edebilmenin mutluluğunu yaşıyordum. Önceki tüm yolculuklarımda tek başıma uçağa biner ve İstanbul’a gider, oradakilerle buluşurdum. Hep kendimleydim. Ama bu sefer evren kararlıydı. “Yeter len, çok bayılıyorsun kendine acımaya ve yalnızım diye ağlamaya ama bu sefer şansın yok; zaten sen de sıkıldın bu yanılsamadan, bak bakalım bir dakika duracak mı çenen” dedi sanki bana ve biz okul pikniğine gider gibi çıktık yola. İstanbul’da ise havaalanında uçağı beklerken geçirdiğimiz dört beş saatlik bekleme ise muhabbetin koyuluğu ve eğlencesi sayesinde hiç hissedilmemişti bile. Zaten evren bu sefer kararlıydı, kafamda kurup kendimi kastığım her ne kuruntu varsa hepsini popomda itinayla patlatıp; eski kalıplarımı birer birer beni mosmor edip kıracaktı. Ama itiraf ediyorum, mosmor olmaktan hiç bu kadar keyif almayacaktım. Hele ki “Ben bilirim” egomun yerlerde paspas olmasına ise egom bile çok mutlu olmuştu. Çünkü illüzyonun ötesi bambaşkaydı ve UYANIŞ’la birlikte olduğumuz gerçeği keşif yolculuğu başlıyordu…
Vizemiz var, sıcak sıcak…
Sabah 6:45 uçağıyla gidecek olmak Mısır’a yolculuğun tüm planını değiştirmişti. İlk günü otelde geçirirken eski planda bu sefer öğleden sonrayı Büyük Piramit ve çevresine ayırmıştık. Pazar gününü ise Sakkara ve Kahire Müzesi’ne… Uçağımız Kahire’ye indiğinde ise ilk yapmamız gereken vize almaya gitmek olacaktı. Daha önceki yolculuklarda vizeyi buradaki elçiliklerden uğraşarak alıyorduk, fakat internette okuduğum yorumlardan Mısır’da kapıdan vize verilmeye başlandığı yazıyordu. Buradaki elçiliği aradığınızda ise “Bekletirler, sorun çıkar, buradan alın” falan cümleleri sizi şüphe içinde bırakıyordu. Hani içimizin “alalım da başımız ağrımasın” tarafı vardır ya, bir sürü evrak işine girip, kargolarla uğraşıp o vizeyi almaya yönlendirir sizi. Ben de buna hazırlanıyordum tam, ama araya bir de komisyon isteyen vizeci girince şafak attı bende. “Başlarım kağıt işlerine ben gideceğim ve kapıdan alacağım vizeyi” dedim, ama yine de uçakta gergindi içim. Çünkü kafa sürekli olumsuza çalışıyor ya, ya bir sorun çıkarsa ve geri dönersem… Bu endişeyle indik havaalanına. Normalde beni kapıda karşılaması gereken Muhammed’de yoktu ortalıkta. “Aha dedim şimdi sorun çıkarsa ne yapacam” içimden. Panik başlamak üzereydi, ama birden şunu farkettim, adamın birisi “Vize vaaar” şeklinde bağırıyordu. Kapıdan girer girmez, girişteki döviz büfeleri hediyelik eşya tadında veriyorlardı vizeyi. Senin o günlerce elçilikle uğraştığın vizeleri 15 dolardan veriyorlardı sebil niyetine, hatta birkaç tane de eşine dostuna alıp götürebilirdin. O derece kolaydı vize almak ve ben daha önce Mısır’a, vizem olmasına rağmen bu kadar kolay giriş yapmamıştım. Aldım vizemi, yapıştırdım pasaportuma ve elimi kolumu sallayarak girdim ülkeye. Kimsenin yardımına ve desteğine ihtiyacımız olmamıştı. Dışarıda ise tüm yolculuklarımdaki yegane insan, muhteşem rehberimiz Mahmoud El Rashedy ve Muhammed bizleri bekliyordu. Mısır daha ilk adımda kapılarını ardına kadar açmıştı bize… Kucaklamaya hazırlanıyordu hepimizi…
Gize’deyiz…
Erkenden gelmenin faydalarını daha ilk günden yaşamaya başlamıştık. Kaldığımız otel de Gize’de olduğu için Piramitler’de almıştık soluğu hemen ve daha önce sıkışık zamanda gezdiğimiz bu bölgede rahat hareket edebilecek vaktimiz vardı. Tabii öncelikle şunu hatırlatmam gerekiyor ki daha önceki zamanda Mısır’la saatlerimiz aynı olmasına rağmen artık onlar bizim bir saat gerimizdeler ve ayrıca da tarihi alanları saat 4’te kapatıyorlar. Bu yüzden birçok bölgede çok hızlı hareket etmeniz gerekiyor. Ama tabii Piramitler’in yanında olduğumuz için bu dar zaman aralığından çok etkilenmedik biz ve soluğu hemen Büyük Piramit’in içinde aldık…
Büyük Piramit’in İçinde…
Mısır yolculuklarımızın en önemli kilit noktası belki de Büyük Piramit’in içidir. Her ne kadar internet sitelerinde, gezi kitaplarında veya rehberlerin dilinde “Yahu ne gireceksiniz, altı üstü bir lahit var” dense de; o lahit tahmin edilemeyecek bir öneme sahiptir. Tabii bu noktada Büyük Piramit’in sizin için neyi sembolize ettiği de önemlidir. Eğer siz egemen ideolojinin “Bunlar kralların mezarıydı, o lahit de Keops’un yattığı yerdir” hikayesine inanıyorsanız, evet sizin için içeride bir şey yoktur. İçeriye giren turistlerin %99’u gibi bir bakar çıkarsınız ve “Evet, yahu bir şey yokmuş” dersiniz. Ama gel gelelim ki Büyük Piramit’in çok fonksiyonlu bir yapı olduğunu hissedenlerdenseniz ve bu fonksiyonlardan birisinin de o lahde yatanların akılalmaz bir enerjiye inisiye olduğunuı bilenlerdenseniz, işte o zaman o lahdin sizin için anlamı değişecektir. Mısır’da yüzden fazla Piramit var ve bunlar kralların mezarı olarak inşa edilmiştir, ama bir tanesi hariç. Büyük Piramit başka bir şey, diğerlerinden çok ama çok farklıdır. Bir kere tüm piramitlerde mezar odaları yerin altına inşa edilmiştir, ama Büyük Piramit’te ortadadır. Mısırbilimi’nin anlattığı hikayeye göre Piramit 20 sene inşa edilmiştir, ama böyle bir Piramit’in 20 senede bitirilmesi için Piramit’teki taşların her birinin ocaktan çıkartılıp getirilmesi ve yerleştirilmesi için dakikalarla ölçülecek bir zaman birimi gerekiyor ki bu komik bir iddia. Tapınakları bile 200 ile 400 senede bitirmiş bir medeniyet, 20 senede böyle bir Piramit diksin. Tabii yerseniz.
Bu noktada insanın aklına haliyle şu soru geliyor: Uzaylılar mı yaptı? Esasında Büyük Piramit başlıbaşına bir yazı konusudur ve derKi’de daha önce bu konuyu işlemiştim. Ama kısaca şöyle özetleyeyim: Büyük Piramit, Mısır Uygarlığı’ndan da eski bir yapı. Arap efsaneleri der ki: “Büyük Piramit hep vardı, Mısırlılar diğer tüm piramitleri ona bakarak yaptılar.” Hatta belki de ikinci piramit olan Kefren de hep vardı ve Büyük Piramit’in içsel yapısını tutturmak zor olduğu için Kefren’in yapısını kopyaladılar. Çünkü Kefren’de de mezar odası alttadır. (Gerçi içinde neler vardır, kimbilir?)
Peki ya lahit?
Bu lahit kralların, firavunların inisiye olduğu çok önemli bir noktadır. Söylenenlere göre Mısır’a kral olacak bir kişi önce Kraliçe odası adı verilen yerde uyuşturucularla algısı açılacak biçimde uyku haline getirilirmiş, sonra da bir gece burada kaldıktan sonra yukarıya kral odasına alınırmış. Burada da o algı açıklığı ile başka boyutların varlıkları ve enerjileriyle iletişim halinde olan Kral da gözlerini açtığında, artık eskisi gibi sıradan bir ölümlü değil; “Tanrılarca” inisiye edilmiş bir varlığa dönüşürmüş. Zaten Mısır krallarının Tanrısal özellikler taşıdığına dair inançlarda da bu yatıyor diye düşünüyorum. Orada çok yüksek boyutlu enerjileri alıyorlardı ki hatta bu enerjinin Tanrı Horus ile sembolize ediliyor. Nitekim o lahitten kalktıktan sonra krallar bir Horus adı da alıyorlar. Mesela Mısır’a geldiğinde Büyük İskender de o lahitte yatıyor ve Horus adı alıyor.
İşte biz sayısız Mısır kralının, Ramseslerin, İskender’in ve nice büyük ismin yattığı o lahde uzandık her gittiğimizde Mısır’a tüm yolculuklarımızda ve daha en başta hepimize bir merhaba dedi Mısır bizi orada kucaklayarak, çoğunlukla da ilginç vizyonlarla. İlk iki yolculuğumuzda Kral odasında kimseler olmadığı için rahat rahat uzanıyorduk lahde ve içeride istediğimiz kadar kalabiliyorduk. Hatta ikinci yolculuğumuzda işin suyunu çıkartmış ve iki saate yakın içeride kalmıştık. Ama üçüncü gidişimizde içeride bir adam vardı ve sürekli rüşvet istiyordu. Bu gidişimizde aynı adamı bulunca anladık ki Piramit’e bakan görevliler bir kazanç kapısı bulmuşlar ve lahde yatanlardan bahşiş toplayıp para kazanıyorlardı. Ama bu sefer adamlar, bir önceki gelişimize oranla daha az rahatsız ediciydiler ve herkes alabileceğini alabileceği kadar uzandı o lahde. Neler mi gördük? Onlar da bize kalsın hani şimdilik, zamanı gelince bir yerlerde anlatırız belki de… Amma velakin yolunuz Büyük Piramit’e düşecekse içine girip o lahde uzanıp, kendinizi akışa bırakın derim ben…
Büyük Sfenks’in Yolunda…
Büyük Piramit’e girişinizle çıkışınız bir değildir aslında. Hani farkında olmasanız bile birşeyler değişmiştir içinizde; birşeyler tetiklenmiştir. Bu benim dördüncü girişimdi piramide ve yine harika duygularla çıkıyordum. Gerçi bu sefer çok daha farklıydı hislerim, daha önce yaşamadığım bir huzur da vardı ayriyeten. Zaten kapıdan ilk girdiğimde başlamıştı Mısır’a bu huzur, sanki Tanrıçalar ve Tanrılar “Hasan’cım sen ayaklarını uzat, keyfine bak; gerisini biz hallederiz” diyorlardı, öyle açık hissediyordum önümüzü. (Nitekim öyle de olacaktı tüm yolculuk boyunca…)
Büyük Piramit’ten çıktık ve öyle enerji dolmuştuk ki üzerimize hücum eden satıcılara bile gülüp geçiyorduk. Mısır’a gidecekseniz bu satıcı hücumlarını kabullenmeniz gerekiyor. Adamlar bir anınızı boş bırakmıyorlar. Sağlı sollu ortalı her türlü geliyorlar üzerinize. Hani alayım deseniz de niyetleri sizi kazıklamak olduğu için sağlıklı bir alışveriş ortamı olmuyor. 10 poundluk bir ürünü 100’e satmaya çalışıyorlar, en sonunda pazarlıkla 30’a indiriyorsunuz ve yeter başımdan gitsin diye alıyorsunuz, ama bu arada ucuza aldım zannedip seviniyorsunuz; ama bir bakıyorsunuz ki başka bir yerde onun fiyatı 10 pound. Maalesef Mısır’a dört kere geldim gittim, birçok şeyin fiyatı hakkında fikrim var, ama halen gerçekten Mısırlı olsam o ürünün fiyatı ne olurdu bilmiyorum. Ucuza aldığımı düşündüğüm herşeyin aynısının daha da ucuz fiyata olduğu yerleri gördüm. Bu bağlamda alışverişte kazıklandığınızı bile bile alışveriş edeceksiniz. O zaman kafanız rahat oluyor.
Büyük Piramit sonrasında yolumuz önce Panorama adı verilen ve üç piramiti de yani Keops, Kefren ve Menküre’yi birlikte gördüğümüz alana gidiyoruz. Oranın ardından da Kefren’in yanında duruyoruz ki fotoğraf çekelim. Tabii kocaman bir piramidin bu kadar es geçilmesine de yıllardır anlam veremem. Es geçen bizim rehberimiz değil, belki de Mısırbilimi ve hatta ezoterik bilgiler. Yani herkesin ilgisi Büyük Piramit’e yönlenmiş, ama onun hemen yanında koskocaman bir piramit daha var. Toprağın altında bir mezar odası var. Üstündeki kocaman yapının içinde başka hiçbir şey olmadığı tamamen taş bloklardan oluştuğu varsayılıyor. Gerçi zaten Mısırbilim’e göre bunlar kral mezarları. Başka hiçbir anlamları yok. Fakat hani piramitlerle ilgili ezoterik araştırmalar yapanlarda da bu piramide dair pek bir şey bulamadım. Sanki koskoca piramidi Sfenks’e arka plan oluştursun diye dikti bu Mısırlılar ya da her kimler diktilerse. Neyse eğer bir gün bu piramit hakkında daha başka bilgiler edinirsem paylaşırım sizlerle. Şu andaki en önemli noktası tepesindeki kaplamaların dökülmemiş olması ve Piramit’in dış yapısının nasıl olduğuna dair bize bilgiler vermesi.
Büyük Sfenks ise ayrı hikaye. Hani esasında Gize Vadisi’ndeki en eski yapının o olduğu söyleniyor. Mısırbilimin ise anlattığı matrak bir hikaye. Piramitleri yaparlarken çok büyük bir kaya buluyorlar ve ne yapalım ne yapalım derken, hadi bir Sfenks dikelim de namımız yürüsün deyip Sfenks’i ortaya çıkarıyorlar. Yersen tabii bu. 1991 yılında jeolog Dr. Robert Schoch Sfenks’in üzerindeki aşınmayı inceliyor ve bu aşınmanın kum ve rüzgar sonucu değil; bilakis ağır yağış sonucu oluştuğunu söylüyor. Schoch, bu bölgenin aşırı yağış aldığı zamandan daha önce yapıldığını söylüyor ve tabii Mısırbilimciler’den yanıt geliyor: “İmkansız binlerce hatta onbinyıldan daha öncesini kastediyorsunuz ki böyle birşeyin olması olanaksız” deyip saldırıya geçiyorlar hemen. Jeolog da “aman ya benim derdim mi araştır dediniz, araştırdık; aha da sonuç gerisinden bana ne” diyor. Velhasıl kelam elimizde çok önemli bir veri var bilimsel olarak inceleme sonucu ortaya çıkmış. Sfenks’in yaşı onbinyıldan daha eski, bu da “Bulduk taşı diktik Sfenks’i” ve diğer kabul edilmiş teorileri çökertiyor. Peki bu durumda Büyük Sfenks’i kimler ne zaman yaptı? Bunlar başka araştırmaların ve yazıların konusu.
Sakkara’da Var Bir Piramit
Kahire’deki ilk günümüz yoğun ve çok güzel geçmişti. Şahsen ilk kez Piramitler bölgesinden bu kadar mutlu ayrılıyordum. Rahat rahat hareket edebilmiştik alanda ve tam tatmin olmuş şekilde de ayrılmıştık. Ertesi gün ise yolumuz ilk Piramit olduğu iddia edilen Basamaklı Piramit’in bulunduğu Sakkara bölgesine olacaktı.
Bu bölgeyi de severim ben. Mısır’ın ilk krallıkları döneminde yapılmıştır. Farklı bir havası vardır. Zaten Mısır’ın her döneminde Abydos ile birlikte çok kutsal sayılan bir mekanmış. Buradaki ilk durağımız İmhotep’in Müzesiydi. İmhotep, Kral Djoser’in mimarı ve Basamaklı Piramit’i yapan kişi. Mısırlılar onu o kadar çok sevmişler ki zaman içinde tanrılaştırmışlar ve hatta Kom Ombo Tapınağı’nda sağlık tanrısı İmhotep adına sunular yapılırmış. Bu tanrı insanın müzesi küçük ama çok güzel bir müze, sunumlar gerçekten çok güzel ve etkileyici. Yolunuz düşerse uğramadan etmeyin.
Ardından Basamaklı Piramit alanına giriyoruz. Burası kocaman bir kompleks ve Mısır tarihi açısından çok önemli. Kralların, tüm Mısır’a güçlerini ispat ettikleri Hep-set töreni bu bölgede yapılıyor. Krallıklarının otuzuncu yılında krallar, halen muktedir olduklarını ispat edebilmek için Mısır’ın her yerinden gelen yöneticilerin önünde bir boğayla karşılaştıkları bir ritüeli gerçekleştirmek durumundalar. Boğayı öldürdüklerinde ise Mısır yöneticilerine “Bakın benim işim bitmemiş, daha yönetirim ben bu ülkeyi” mesajı veriyorlar. Siyasal propagandanın uzmanı İkinci Ramses döneminde ise bu tören önce beş yılda bire, sonra da iki senede bire indirilmiş. Maşallahı var Ramses’in tabii 66 sene tahtta kalmayı başarmış. Başarmış ne demek, Kemet’in en büyük kralı kabul ediliyor. Ben pek hoşlaşmıyorum kendisinden ne yalan söyleyeyim. Egosu fazlasıyla şişkin arkadaşın belki ondan. Nereye giderseniz gidin karşınıza çıkıyor. Gerçi hoş 66 sene iktidarda kalmanızı da bu sıradışılığa borçlusunuz.
Basamaklı Piramit ise çok güzel bir yapı. Bu sefer en dibine kadar giriyoruz, hatta normalde girilmesi yasak olan bölümlerini de gezip, ilk kez Piramit’in giriş kapısını görüyoruz. Fakat yerin 30 metre altına kadar inen tünellere giriş yasak. Turistik bir alan değil içerisi. Giriş öncesi gösterdikleri videodan da anlaşıldığı kadarıyla biraz da sakat içerisi bu yüzden arkeologlara açık. Ama en azından girişi de gördük mü gördük.
Kahire Müzesi ve Kulesi
Sakkara’dan çıktıktan sonra yolumuz Kahire Müzesi’ne uzanıyor. Bu müze Mısır Tarihi’ne dair muhteşem eserleri barındırmasına rağmen, sunum açısından cidden çok ama çok eski ve kötü bir müze. Zaten aslında yüzyıldan fazla süredir Mısırlılar’ın adam gibi bir müzesi olmamış desek yeridir. Auguste Mariette gelip olaya el koymadan önce eserler Kahire Kalesi gibi yerlerde sergileniyormuş, ama Mariette bu müzenin kurulması için o dönemin Osmanlı Paşası’nı ikna etmiş. Ama gel gör ki sunumlar halen o dönemden kalma. Eserler o kadar çok ki başınız dönüyor ve üzerlerinde açıklama falan yok. Tıptıkış olmasına rağmen müze çok büyük. Üç saat zaman veriyorsunuz gezmek için, önce yeter mi yahu diyorsunuz; sonra ikinci saatten sonra ayaklarınız iflas ediyor. Benim dördüncü gelişim ve halen görmediğim yerleri var, öyle düşünün yani. Bu kadar söyleniyoruz Mısırlılar’a ama 2019’da yeni müzelerini açacaklar ve şimdikinin on katı büyüklüğünde olacakmış. Bunu bile gezerken çok yoruluyoruz, o zaman ne yaparız bilemiyorum. Gerçi hoş bizimkisi de şımarıklık belki de. Sergilenen sayısız ürünle birlikte, depolarda onlardan daha fazlası bekliyormuş. Bir de bunun üstüne denir ki Mısır’ın daha yüzde otuzu anca kazıldı. Daha yüzde yetmişi toprak altında. Düşünün nasıl bir zenginliğin üzerinde yaşıyorlar ve Kemet insanlık tarihini daha yüzlerce yıl nasıl besleyecek. Eh beşbin yıllık belki de daha da eski bir uygarlıktan bahsediyoruz…
Müzede birbirinden güzel birçok eser var demiştim. En ilgi göreni tabii ki Tutankhamon’un hazinesi. Mısır’ın en meşhur krallarından ama şanını yaptıklarına değil, talan edilmemiş mezarına borçlu. O mezardan çıkartılanlar da müzenin en değerli koleksiyonunu oluşturuyor. Küçücük bir mezardan birbirinden güzel bunca şey çıkartıldıysa, diğer talan edilenlerde neler neler vardı kimbilir demeden edemiyorsunuz.
Üst katlardaki salonlarda hazineler, tanrı heykelleri, papirüsler vs. vs. sayısız birçok salon ve eser var. Aşağıda ise ağır taş yapıtlar bulunuyor ve deyim yerindeyse birçok başyapıt mevcut. Benim en ilgimi çeken eserlerden birisi ise 3. Ramses’i Seth ile Horus arasında gösteren heykel oluyor. Esasında bu form birçok kral için yapılmış da en güzeli bu müzedeki. Seth karanlığı, Horus aydınlığı temsil ediyor. Kral ikisinin tam ortasında ve her ikisi tarafından kutsanıyor. Yani anlayacağınız Mısır usülü Yin Yang var karşımızda. Karanlıktır, kötüdür diye Seth’i dışlamıyorlar kesinlikle; tıpkı Bali’de Hindular’ın yıkım Tanrısı Şiva’ya en büyük tapınağı yapıp adamaları gibi. Karanlık güce de saygı duyuyorlar ve aslında bir nevi de onun gönlünü alıp yanlarına çekmeye çalışıyorlar şeklinde yorumlanıyor bu. Tabii ki bununla birlikte evrendeki denge ve bu dengeye gösterilen saygı da gayet ortada bu heykelde.
Bir diğer çok beğendiğim bölüm ise Naos odası oldu. Yani tapınaklarda Tanrıların kutsal heykellerinin bulunduğu Naos adı verilen kutsal objelerin sergilendiği bölüm. Bunların en büyüklerini Yukarı Mısır’daki tapınaklarda görecektik, burada ise irili ufaklı birçok Naos vardı. (Müzenin içinde resim çekmek yasak olduğu için maalesef bu bölümün fotoğrafını sizlerle paylaşamıyorum.)
Müzede gezmek başlıbaşına bir deneyim ve Mısır tenha olduğu için özellikle de devrim sonrasında rahatça gezebilmenin tadını çıkartıyorduk. Nitekim devrim öncesi geldiğimizde müze çok kalabalıktı ve öyle elinizi kolunuzu sallayarak dolaşabilmeniz pek de kolay olmuyordu, ama şimdi sakin sakin ve eserleri rahatça inceleyerek gezebiliyorduk.
Müzeden çıktıktan sonra vaktimiz halen vardı ve ne yapalım diye düşünürken aklıma Kahire Kulesi’ne çıkmak geldi. Gruptan da onayı alınca doğrudan yollandık daha önce önünden defalarca geçtiğim ama hiç çıkmadığım bu kuleye. Meğer ki burası Kahire’nin en romantik bölgesiymiş ve aşıklar evlenme tekliflerini buraya çıkıp yaparlarmış. Zaten yukarısı çok kalabalıktı. Bir yandan Kahire’yi 187 metreden izlemenin, diğer yandan da çevremizdeki aşıkların mutluluğunu hissetmenin tadını çıkartıyorduk.
Mısırlı kızlar da maşallah çok güzeller de gözlerini bizim kızlardan alamıyorlardı. Zaten Türk’seniz Mısır’da çok yoğun ilgi görüyorsunuz her türlüsünden. Mısırlı kızlar da bizim grubun kızlarını yandan yandan süzüyorlardı. Kadın her yerde kadın sonuçta. Hele ki başka güzel kadınları görüyorlarsa, o evrensel göz süzme modları doğrudan ON pozisyonunu alıyor. Tabii Mısırlı erkekler konusuna hiç girmiyorum, göz süzmeden, yiyecek gibi bakmaya hatta doğrudan tacize uzanan derecelerde tepkiler veriyorlar ve hatta şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Tek başına bir kadının Mısır’a gitmesi büyük delilik. Sadece erkek arkadaşımı alayım da araba kiralayıp gezeyim demesi de delilik. Mutlaka çok sağlam bir yerel acentanız ve çok ama çok sıkı bir rehberiniz olmalı ve siz de bir grup olmalısınız ki Mısır’da güven içinde dolaşabilin. Yoksa canınız çok sıkılabilir. Maalesef Mısır erkekleri, Antalya’da Rus turist görmüş bizim tayfanın verdiği tepkilerin misli misli tepkiler verebiliyorlar kadın hele ki güzel kadın gördüklerinde. Ayrıca ortada polis falan da olmadığı için ortam çok da sıhhatli değil bu bağlamda. Bizim grubun başında Mahmoud gibi harika bir adam ve Red Rose gibi çok sağlam bir acenta olduğu; eh Tanrıların ve Tanrıçaların da misafiri olduğumuz için hiç sıkıntısız bir yolculuk geçirdik. Fakat bu, Mısır’ın güvenli bir ülke olduğu anlamına gelmiyor maalesef. Zaten Mısırlılar da söylüyor bunu: Acentanız çok sağlam olursa sıkıntı yaşamazsınız, çünkü onlar bir yandan da grubu korur; ama diğer türlü sıkıntılar yaşanabilir diye. Aklınızda olsun Mısır’a gidecekseniz.
Kahire’ye Veda…
Ne yalan söyleyeyim ben Kahire’den hiç hoşlanmamıştım ilk yolculuklarımda, ama bu sefer çok severek ayrılıyordum buradan. Uçak saatini değiştirince program Cumartesi ve Pazar yoğun biçimde Kahire’de geçmiş ve Pazartesi günü sabahtan Aswan’a, benim Aswan’ıma, Mısır’ın en güzel bölgesi; büyüleyici Aswan’a gitme şansımız olacaktı ki bunun bize verilmiş en güzel hediyelerden birisi olduğunu oraya vardığımızda anlayacaktık…
(Devam edecek)