Hayatta ilklerin daima özel bir yeri vardır. Tunus, 1998 senesinde yurtdışı rehberliğe başladığımda ilk tur götürdüğüm ülke olması dolayısıyla; bende çok ayrıcalıklı bir yere sahiptir…
Profesyonel rehber arkadaşların öneri ve yüreklendirmeleriyle rehberlik yapmaya karar verdiğimde; bildiğim bir yerlere tur götürerek başlarım herhalde diye düşünüyordum… Şöyle Londra, Paris, Venedik, Viyana, Brüksel, Bombay gibi… Ama umulanla bulunan birbirini çoğu zaman tutmadığı gibi; iyi bildiğim bir yerlere gitmeyi beklerken Tunus turunun verilmesi bende soğuk duş etkisi yapmıştı!..
Daha önce yapmadığım bir işi, üstelikte evvelce gitmediğim bir ülkede yapacaktım. Allah’tan tecrübeli bir rehber arkadaş bana, oturup detaylı olarak ne nerededir, nasıldır vs. güzelce anlattı ve bende detaylı bir biçimde not alıp, dersimi iyice çalışıp öyle gittim. Bu sayede, hiç bocalamadan her şeyi adeta elimle koymuş gibi buldum.
Belki bazıları, tatil için bir Arap ülkesine gitme konusunda benimle aynı tereddütleri veya önyargıları paylaşıyor olabilir. Çünki genelde, Arap ülkelerinin bir çoğunda bulunan koyu taassup ve radikal dini uygulamalar doğal olarak turiste pek de sıcak bakılmayacağı hissini uyandırıyor…
Ben de, 1991’de Emirates Hava Yollarıyla gittiğim Hindistan seyahatinde; Dubai’de gerek gidişte, gerekse dönüşte konakladığım esnada muhatap olduğum yetkililerin beni kavga etmeye mecbur eden küstâh tutumlarından kaynaklanan ciddi bir önyargı vardı.
O güne kadarki hiçbir seyahatimde, -en züppe, herkese tepeden bakmayı marifet sayan insanların yaşadığı ülkelerde dahi- en ufak bir tatsızlık yaşamamışken; Dubai’de -kesinlikle aziz Atatürk’ten ve Türkiye’nin Müslüman ama lâik bir ülke olmasından kaynaklanan rahatsızlıkların sonucu!- mantıken izahı mümkün olmayan terbiyesiz tutumlara muhatap oldum. Gerçi sataştıklarına bin pişman ettim onları ama hiç olmamasını tercih ederdim…
Netice olarak Tunus’a bütün bu önyargılarla gitmeme rağmen, daha ilk seferden olumlu yönde tahminlerimin tam tersi çıkması beni şaşırttı ve mahçup etti!..
1881’den itibaren Fransız sömürgesi olan ve 1956 yılında bağımsızlığına kavuşan Tunus; -bu uğurda ömrünün 10 yılını hapislerde geçiren liderleri Habib Bourguiba kendine Atatürk’ü örnek aldığından- tamamen lâik bir ülke. Nüfusunun %98 si Müslüman ve Arap. Orijinal halkı olan Berberîler ne yazık ki zaman içinde asimile olmuş ve şimdi yalnızca ülkenin güneyinde bulunan Sahra çölü cıvarında özellikle Matmata’da yer altı evlerinde otantik bir biçimde yaşamlarını sürdürmekteler. Ve nufusun sadece %2’sini oluşturmaktalar.
Bize vize uygulamayan nadir ülkelerden biri olan Tunus’a pasaportunuzun kullanım süresi müsaitse istediğiniz an atlayıp gidebilirsiniz. Üstelikte yurtiçinde herhangi bir yerde yapacağınız tatille hemen hemen aynı ücreti ödeyerek ve yalnızca 2 saat 25 dakika kadar sürecek bir uçuşla…
Yılın neredeyse 8-10 ayı güneşli ve ılık olan bu ülkede hem binlerce yıla dayanan tarihi hem de harika doğal güzellikleri keşfedeceksiniz.
Tunus’un yüzölçümü 164.150 km2, yaklaşık 11 milyonu bulan nüfusu ile Afrika kıtasının kuzeyinde yer alıyor. Nufusunun %40’ı gençlerden oluşuyor. Karadan Libya ve Cezayir’le komşu olan ülke Avrupa kıtasına hayli yakın bir konumda. Denizden de Fransa ve İtalya ile komşu. Evet, Tunus Afrika kıtasında ama bir Akdeniz ülkesi aynı zamanda. Hatırlarsınız 2001 senesinde, Akdeniz Olimpiyatlarına ev sahipliği de yapmıştı…
İşte bu güzel coğrafya, hiç rahat bırakılmamış. Tunus’un yaklaşık 3000 yıla dayanan bir geçmişi var. Tarih sahnesindeki yerini ilk Fenikelilerle alıyor. Onların denizden gelerek yerleşmeleri ve Kartaca liman kentini kurmalarıyla zamanla en önemli ticaret merkezi haline getirmiş bu toprakları. Daha sonra Romalılar, Bizanslılar, Araplar, İspanyollar derken 1574’de Barbaros Hayrettin Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması bu topraklara ulaşmış. Osmanlı, 1881’de imzalanan Marça Sözleşmesi ile Fransız himayesine girene kadar oraya bir Bey atamış. Tunus 300 küsür sene Hüseyni Hanedanı tarafından bağımsız bir beylik olarak yönetilmiş. 1881’de başlayan sömürge dönemi, Fransızların katliama kadar varan baskılarına rağmen; Tunus’un Habib Burgiba önderliğinde 1956’da bağımsızlığını kazanmasıyla sona ermiş. Habib Burgiba 1975’te ömür boyu onursal devlet başkanı seçilmiş ama 7 Kasım 1987 tarihinde halen cumhurbaşkanı olan Zine el-Abidine Ben Ali sağlık sorunlarını bahane ederek bir askeri darbe ile Habib Burgiba’yı alaşağı etmiş. Tunus’ta nereye giderseniz gidin bu pek de sevimli olmayan adamın resmiyle ve 7 Kasım caddeleri, bulvarları, meydanları ve okulları ile karşılaşacaksınız. Hatta, Habib Burgiba’ya karşı duyduğu kıskançlık nedeniyle elinden gelse onun heykellerini falan kaldırtacağını halktan birileriyle sohbet ederseniz kolayca duyarsınız. Burgiba’nın sağlığında kulladığı sarayı bile satılığa çıkartmış!..
Tunus’un başkenti de Tunus. Ülkeyle aynı adı taşıyan başkentin Kartaca Hava Limanı’na indiğinizde ilk iş saatleri 1 saat geri almak icap ediyor ki buradaki tur akışı esnasında herhangi bir aksaklık yaşanmasın. Pasaport kontrolden geçerken bazı memurların gayet modern kuaförlü makyajlı hanımlar olduğunu görmek lâik Tunus’a dair ilk izlenimleri veriyor…
Sonra gurubun kalabalıklığına göre -genelde 20 kişi civarıysa- maksibüs denilen otobüsün küçüğü klimalı aracımıza transfer olup başkentten yaklaşık 45-50 dakika kadar sürecek Hammamet’e doğru yola çıkıyoruz…
Başkent Tunus yavaş yavaş geride kalırken evvelâ limandaki dokları, sonra sanayi bölgesini geçiyor sol tarafta Akdeniz Oyunlarına ev sahipliği yapmış Olimpiyat stadını görüyor ve yol boyunca sağlı sollu kilometrelerce sürecek zeytinliklerden geçiyoruz. Bunun sebebini ilk gittiğim sene bizi karşılayan aracı kullanan şöför izah etmişti. Meğer 8 Kasım Tunus’ta zeytin bayramı ilân edilmiş ve her yıl o gün, tüm ülke nufusu birer zeytin ağacı dikmekteymiş. Düşünsenize, her yıl milyonlarca zeytin agacı daha katılıyor ülkenin doğasına. Bu sayede Tunus İtalya’yla zeytin ve zeytinyağı üretiminde dünya sıralamasında başabaş konuma gelmiş. Bu uygulamayı bir doğa sever olarak hayranlıkla karşıladım. Darısı ülkemizin başına…
Fransızlar, sömürge döneminde Tunus’ta bulunan, kıtanın en zengin fosfat yataklarını kendi lehlerine işletirken diğer taraftan demir yollarını inşa etmişler ve telefon sistemini kurmuşlar. Fosfat haricinde ülkenin az miktarda demir, çinko, kurşun rezervleri de var. Petrol ise, az miktarda ancak çok yüksek kalitede çıktığından; uçak yakıtı olarak satmayı ve yerine düşük kaliteli petrol almayı tercih ediyor Tunuslular. Bu arada bir litre benzinin fiyatı 800 milim civarında. 1 Tunus dinarı bile değil…
Hamamet’e yaklaştıkça sağlı sollu golf sahalarını görmek mümkün. Tunus’lular ülkelerini turizmin her türlü ihtiyacına göre gayet iyi hazırlamışlar. 8 yıllık eğitim mecburi ve ilkokul 3’ten itibaren Arapça’nın yanısıra Fransızca eğitimde başlıyor. Hemen hemen herkes başta Fransızca ve İngilizce olmak üzere birkaç yabancı dili iyi derecede konuşuyor. Devlet, bütçesinin %30’unu eğitime ayırmış. Gezerken göreceğiniz en büyük ve bakımlı binalar genelde ya hastane, ya üniversite kampüsü ya da okul… Kişi başına düşen yıllık gelir 1.510 USD. İşçi ve memurlar ayda ortalama 250-300 Tunus Dinarı ücret almakta.
Tunus’unbaşlıca gelir kaynağı turizm ama aynı zamanda bir tarım ülkesi de. Başlıca tahıl ürünleri buğday ve arpa. Kuzeydoğuda turunçgiller ve üzüm yetiştiriliyor. Hamamet ve Gabes arası zeytinliklere, çöl civarında ise hurmalıklara rastlanıyor.
1980’lerde imara açılan Yasmin Hammamet bölgesi adından da anlaşılacağı gibi eskiden yasemin bahçeleriyle kaplıymış. Kıyı şeridi Alanya’yı andırıyor. Ağırlıklı olarak beş yıldızlı uluslararası tatil köyü ve otel zincirlerinin burada tesisleri var. Hemen hemen hepsinin hem kapalı hem açık güzel havuzları, hem de kıyıda özel plajları var. Ve de meraklısına ‘Casino’lar. Şansınızı denemek isterseniz, casinoya yanınızda mutlaka pasaportunuzla gitmelisiniz, çünkü Tunuslulara kumar oynamak yasak! Dolayısıyla, yabancı olduğunuzu mutlaka ispat etmeniz gerekiyor.
Otele varmadan evvel panoramik gezimiz var ve önce Hamamet’e 35 km mesafedeki çinileriyle ünlü yaklaşık 200.000 nufuslu Nabeul ‘Nabul’ kentine gidiyoruz. Caddeler boyunca sağlı sollu kaldırımlara dizili portakal ağaçları var. Hatta Nabul’un bir meydanında devasa bir seramik çanak içinde yine seramikten portakallar var ki çok sevimli bir görüntü veriyor. Bir diğer meydanda ise kocaman ağaca seramikten vazo giydirmişler bu çanağı çömleği ile ünlü kentte. Nabul’un özellikle Cuma günleri kurulan pazarı ve çarşısı ünlü, bir uçtan diğer uca geziniyoruz. Guruptakilere pazarlık etmeden hiç bir şey almamaları hususunda uyarıda bulunuyorum. Özellikle iki açıdan bizim Kapalı Çarşı esnafına çok benziyorlar.
Birincisi; turiste önce şişirme bir fiyat veriyor satıcı. İşin sırrı, fiyatı sorduktan sonra uzaklaşıp gitmekte. Siz basıp gidince, satıcı sürekli indirerek peşinizden seğirtiyor. Hatta “Sen ne verirsin?” diyor. Bu aşamada dörtte bir, beşte bir fiyat verin. O takdirde zafer sizindir!..
İkincisi; hangi milletten olduğumuzu anlamaya yönelik merakları!. Sağlı sollu habire lâf atıyorlar “İspanyol musunuz?, Portekizli misiniz?, Yunanlı mısınız?” dönüp de “biz Türk’üz!” deyince bu defa “Marhaba arkadeş, Tarrkann!, Mustafa Sandal, Hakan Sukur, Cim Bom Galatasaray!..” diye bir çırpıda sıralayıveriyorlar bize dair bildiklerini.
Sınırlı zamanınızı bu tür çekişmelere harcamak istemezseniz benim tavsiyem, bilâhare gidilecek Sousse ‘Sus’ şehrindeki Soula Center adlı dört katlı alışveriş merkezinden alışverişlerinizi yapmanız. Bu mağazada, Tunus’tan hatıra olarak alabileceğiniz ilginç ne varsa herşeyi, hem makul fiyatlarla hem de klimalı bir ortamda rahat rahat seçebilir üstelik de kredi kartınızla ödeme yapabilirsiniz. Yalnız; kredi kartınızı mükerrer slip çekilme ihtimalini gözönünde tutarak başka yerlerde kullanmanızı pek tavsiye etmem!..
Nabul’den Hamamet’e geçerken tek veya iki katlı özgün mimari tarzda yapılmış müstakil villalar ve yine oteller moteller tatil köyleri görüyoruz. Villaların büyük bir kısmı isteyene sezonluk kiralık…
Tunus’a özgü çok hoş ve tipik bir şey ‘Medina.’ Yani her kentin ilk kurulduğu yüksek duvarlarla çevrili eski çekirdek şehir. Daha sonra kent büyümüş dışına taşmış ama ‘Medina’lar’ yüksek duvarları, daracık ve labirent gibi sokakları, ilginç kapılı, tokmaklı damsız binaları ve mutlaka içlerinde bulundurdukları Souk’ları ‘çarşı’ ile insanı çekiyor.
Hamamet şehri 350.000 nüfuslu ama yazın nüfusun en azından ikiye katlandığını tahmin etmek hiç de zor değil. Turistin dışında birde yurtdışındaki Tunuslular yıllık izinlerini geçirmeye, mutlaka ülkelerine geliyorlar ki; o zaman ortalık Fransa’nın dört bir yanından gelmiş birbirinden şık arabadan geçilmiyor. Tıpkı bizim Almanya’daki gurbetçilerimizin yurda akın ettiği gibi… İtalya’dan ve Fransa’dan düzenli olarak yapılan feribot seferleri sayesinde başkent Tunus’a yakın Goulette ‘Gulet’ liman kentinden ülkelerine kolayca ulaşıyorlar.
Hamamet’in Medinası’ndaki denize nazır, müziğiyle dekoruyla son derece otantik Tunus kahvehanesinde, muhteşem Akdeniz manzarasına karşı biraz soluklanıp; taze sıkılmış içine buz atılmış portakal sularımızı içiyoruz. Ama içinde çam fıstıkları ve nane yaprakları olan,-bana göre şap gibi şekerli- bulanık görünümlü Tunus çayından ve Türk kahvesi adı altında getirilen lezzeti bizimkinden tamamen değişik -çünkü servis etmeden hemen önce fincanın içine gülsuyu boca ediyorlar- kahveden de merak edip içenler oluyor…
Biraz keyif ve sohbet molasından sonra bu defa Souk’ta yani çarşıda geziniyoruz…
Tunus’a gelip de görmeden gitmek olmaz denilecek iki tam günlük gezi var programımızda.
Birinci gezimiz; başkent Tunus’la başlayan sonra ağırlıklı olarak Roma ve Bizans dönemi mozaik panolarının sergilendiği dünyaca ünlü Bardo Mozaik Müzesi ziyareti ile devam eden daha sonra Kartaca Harabeleri ziyareti ve son olarak Sidi Bou Said’le noktalanan gezi.
İkincisi ise; Hamamet’ten 115 km. kadar uzaklıkta bulunan Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra Müslümanlıkta 4.önemli kent konumunda olan ve Afrika kıtasının ilk Müslüman başkenti Kairouan ‘Keyrovan’, Habib Burgiba’nın 1903 yılında doğduğu ve şimdi de mozolesinin bulunduğu Monastir kenti, güzel sahil şehri Sousse ‘Sus’ ile devam edip dünya jet-setinin yazlıklarının ve teknelerinin olduğu şık marina Porte-El-Kantaoui’deki kafelerden birinde noktalanan gezi.
Serbest günümüzün akşamında ise, tamamen Tunus’a özgü yemeklerden -başta Kuskus olmak üzere- tadıp, başlıca şarap olmak üzere sınırsız içecek eşliğinde izleyeceğimiz folklorik ve otantik danslar, akrobasi gösterileri, oriental dans ile devam edip dışarıda Arap atı ile yapılan gösteriyle noktalanan bir de ‘Tunus Gecesi’ gezimiz var.
Başkent Tunus’ta oldukça Avrupai bir hava hakim. Zaten, 2004 yılı sayım sonuçlarına göre 2.500.000 kişilik nüfusuyla ülke halkının %25’ini bu şehir barındırıyor. Avenu Habib Burgiba’da aracı terk edip şehri gezmeye başlayınca geniş caddeler, çok geniş kafelerin tenteleri ve masalarıyla donanmış geniş kaldırımlar, şık mağazalar bizi karşılıyor. Bu caddeye dik gelen sokaklardan birine ‘Kemal Atatürk’ adını vermişler. Hotel International’in tam karşısında yer alan eski görünümlü güzel bina 19 yy. başlarında yapılmış Théatre National ‘Ulusal Tiyatro’. Burada çeşitli sanatsal etkinlikler yapılıyor. Medina’ya doğru ilerlerken Fransız elçiliğiyle karşılıklı olan Saint-Vincent-de-Paul Katedrali’nin önünden geçiyoruz. Cadde başkentin eski ve yeni bölümü arasında adeta bir sınır teşkil eden Porte de France veya Bab el-Bahar denilen yerde noktalanıyor. Paris’teki Zafer Anıtı’nın adeta minyatürü olan bu takın altından geçilip Medina’ya giriliyor. Doğal olarak ülkedeki en büyük Medina’da başkente bulunuyor tam 270 hektarlık bir alan kaplıyor ve halen 140.000 kişi bu eski yerleşim bölgesinde yaşıyor.
İnsan kendini adeta arife gününde Mahmutpaşa veya Sultanhamam’a gitmiş gibi hissediyor. Yürürken Bibliothèque National yani ‘Milli Kütüphane’ninde önünden geçiyoruz. Yaklaşık 10-15 dakika sonra Jami ez-Zitouna ‘Zeytuna Camii’ne varıyoruz. Bu cami 732 senesinde yapılmaya başlanmış ve 864 de tamamlanmış. 10.yy’da genişletme çalışması yapılmış ve 1637’de Osmanlı döneminde yenilenme ve ilâvelerle bugünkü halini almış içinde medresesi de olan hoş bir tarihi eser. Ancak bütün diğer Arap mimarisi camilerde olduğu gibi, minare dört köşe ve kütük gibi. Camiye, son restorasyon 1962-75 yılları arasında yapılmış. “Müslümanız” derseniz zar zor avluya kadar girmeye izin var!.. Zeynel Abidin Ben Ali’nin talimatı gereği camilere turistleri sokmuyorlar nedense?.. “Müslümanız” diyene de bu defa “Abdestin var mı?” “Namaz kılacak mısın?” gibi sorular yöneltiyorlar. Sanki, bir camiye sadece ziyaret amacıyla girilemezmiş gibi…
Zeytuni Camii’ne ulaşmadan önce hemen solda çok eski ve otantik bir kahvehane var ki her zaman doludur. Tunus’lu erkekler -kendilerini çok çekici ve yakışıklı kıldığına inandıkları için- kulaklarına taktıkları yasemin çiçekleriyle nargile fokudatarak gelen geçeni izlerler. Çarşı tıpkı bizdeki gibi kendi içinde bölümler halinde. Fesciler, kuyumcular, tipik yöresel entariler, sünnet kıyafetleri, halı kilim, çeyizlik, ayakkabı-terlik satanlar hep belirli sokaklara ve genelde yanyana kümelenmişler.
Bu güzel ve tarihi camiden yukarı ve sağa doğru gidildiğinde başta başbakanlık olmak üzere bütün bakanlıkların binalarının olduğu bir meydana çıkılıyor. Hatta hayırsever Osmanlı Prensesi Aziza’nın yaptırdığı ülkenin en eski hastanesi de hemen başbakanlığı geçer geçmez.
Ortam çok kalabalık buna rağmen hırsız yankesici falan yok! Ama yine de tedbirli olmak lazım. Turist turiste bir şey yapabilir… Tunus’ta hırsızlığın cezası çok ağır. Onun için kimse cesaret edemiyor çalıp çırpmaya…
Bardo Müzesi’ne giderken sağlı sollu banka genel müdürlüklerinin ve sigorta şirketlerinin merkez binalarının olduğu geniş ve güzel bir başka caddeden ve büyükçe bir alana yayılmış hayvanat bahçesinin de yanından geçiyoruz. Müze, Parlamento ile dip dibe. Binası, dışardan albenisi olmayan ancak içi gezildiğinde Osmanlı döneminde saray olarak kullanıldığını açıkça gözlemleyeceğiniz 6 ana bölümden oluşan bir konumda. İçerde kamera ile görüntü almak isteyenlerin 1 Tunus Dinarı ödeyerek ayrıca bilet almaları gerekiyor.
Ana kapıdan girince sağda tarih öncesi, solda ise Bizans dönemi dini temalı mozaiklerin ve ortada mermerden vaftiz kurnasının olduğu bölümler var. Ortada yeralan merdivenlerden yukarı doğru çıkarken mezar mozaiklerini görüyoruz bu defa. İkinci kata ulaşıp sol tarafa girdiğinizde büyük dikdörtgen biçimindeki sarayın kabul salonunda yer alan yerlere ve duvarlara yerleştirilmiş devasa mozaik panoları ve de kaideler üzerine konulmuş çepeçevre heykelleri, büstleri görüyoruz.
Buradan sarayın müzik ve balo salonuna ve de harem kısmına geçiliyor. Harem kısmında ortadaki mozaik panoda iç çeperde haftanın günlerini dışta ise burçları simgeleyen bir eser ve tam kapının karşısına gelen duvarda ise aslı Paris’te Louvre Müzesi’nde bulunan dünyanın en mükemmel mozaik çalışması Virgile et Les Musées’nin röprodüksiyonu bulunuyor. Bu kısımda bulunan dört kapı Osmanlı döneminde beyin dört eşinin kullandığı özel dairelere açılıyor. Şu anda kazılardan çıkarılan değerli takıların sergilendiği hazine bölümünün olduğu sağdaki ilk kapı ise Bey’in gözdesinin dairesiymiş zamanında…
Binanın sağ kanadında, sarayken Bey’in yazlık dairesinin bulunduğu kısma girmeden ortada mermerden fıskiyeli çeşme bulunan üstü açık bir avludan geçiyoruz. Bu bölüm orijinal haliyle muhafaza edilmiş. Duvarlar çinilerle, tavanlar mermer tozuyla yapılmış süslerle bezeli. Sağ tarafta ortada Bey’in koltuğu ve iki yanında vezirlerinki, orta kısımda konuklara ayrılmış bölüm, sol tarafta ise ebeveyn yatağı ve bir tahta beşik bulunuyor. Tavan süsleri yine mermer tozu ile yapılmış tamamen İslâmi motiflerle bezeli, bir de İtalyan kristal avize bulunuyor.
Bir kat daha yukarda ise yine olağanüstü büyük ve güzel mozaiklerin zeminde ve duvarlarda yer aldığı bölümler var. Mozaiklerde, genelde tanrı Zeus, Baküs vb. önemli kişilerin ve ait olduğu dönemin yaşantılarından kesitler, özelliklede tabiat konulu figürler ağırlıklı. Biz program akışı gereği en fazla 1,5 saat kalabiliyoruz ama 2-3 saatte ancak gezilir bu muhteşem müze. Çıkmadan kimi sağdaki lavabolara, kimi de müzedeki eserlere dair soldaki hediyelik eşya satılan bölüme uğruyor.
Yemek molası sonrası, doğru tepede bulunan Kartaca Müzesi’ne gidiyoruz. Panoramik ve göz alabildiğine muhteşem bir manzara var karşımızda. Güvenlik açısından hayli içeri ve tepede kurmayı tercih ettikleri bu antik kentten ne yazık ki çok az şey kalmış günümüze. Ancak Fransız döneminde inşa ettirilen Katolik Katedrali’nin hemen yanındaki eskiden papaz okulu olan ve şimdi müze olarak kullanılan binada tarihçilerin ve arkeologların tahminleri doğrultusunda yapılan temsili maketten oraların geçmişteki halini görebilmek mümkün oluyor.
Diğer Kartaca Harabeleri Müzesi ise aşağıda ve deniz kıyısında. Başkentin en lüks semtiyle de iç içe. Bu bölge genelde iki katlı lüks villalar ve elçilik rezidansları ile dolu. Tepede Başkanlık Sarayı var ki, o tarafa doğru çekim yapmak kesinlikle yasak. Gözcüler tarafından ziyaretçiler takip ediliyor ve saraydan taraf görüntü alınması halinde gelip makinadaki filme derhal el koyuyorlar.
“Tarih tarihte kalmış, ben bugüne bakarım!” diyenlerdenseniz, Sidi Bou Säid tam size göre. Görenler “Burası ne kadar Santorini’ye benziyor” diyor. Özgürlüğü simgeleyen mavi kapı ve pencereleri, barışı simgeleyen beyaz boyalı mimarisiyle tipik Tunus’u bulacağınız bu bölge adını bir Müslüman efsanesinden alıyor. Sidi Arapçada ‘Ulu, Yüce, Aziz’ anlamına geliyor.
Hayattan tat almayı bilen Fransızlar, sömürgesi olduğu dönemde Sidi Bu Said’e gereken değeri vermişler. Birçok entelektüel, yazar, şair, ressam burada aylarca yıllarca kalarak bu güzel ortamdan aldığı ilhamla en güzel eserlerini vermiş. En meşhur mekân, kafe Café des Nattes, ancak adeta uçaktaymış gibi bir manzaraya karşı keyfetmek isterseniz ben; Brezilya elçiliği konutunu geçip biraz devam ettikten sonra ulaşacağınız Sidi Shaban adlı kafeyi tavsiye ederim. Guruptakilerden aklı alışverişte kalanlar çıkıp gidiyor. Ben mola süresini tümüyle buradaki yegâne içebildiğim şeyi yani citronnade -bizim ‘limonata’ gibi bir şey- eşliğinde manzaraya dalıp giderek geçiriyorum…
Günlük turlardan otele pek de geç dönülmüyor. O yüzden dönüşte isteyen havuza ve denize koşuyor akşam yemeği öncesi. Büfede İtalyan ve Fransız mutfağı başta olmak üzere ne ararsanız var. Domuz eti ile yapılan yemeklerin yanında ya resmi yada ‘porc’ yazılı bir kart var.
Kairouan’a ‘Keyrovan’ gitmek için sabah en geç 8.30 gibi turun hareket etmesi lâzım. Zira 115 km kadar ülkenin iç kesimlerine doğru gidilecek. Yol boyunca başta Bouficha ‘Bufişa’ olmak üzere birkaç ufak şehir ve yerleşim merkezi geçiliyor. Ben, artık 10 kez gittiğim Tunus’ta bir keresinde Paris-Dakar rallisi güzergâhı olan bu yolda o meşhur rallinin konvoyuna rastlamış ve görsel bir şölen yaşamıştım.
Yine yol boyu kilometrelerce zeytinliklerden geçiyor ve tarla sınırlarının dev kaktüsler ekilmek suretiyle sağlandığını tesbit ediyoruz. Keyrovan’a girerken bu kentin simgesi el dokuması halı ve kilimleri sembolize eden bir seramik abide görüyoruz. Şimdiki nüfusu 532.700. Müslüman Araplar M.S.668 yılında Oqba ibn Nafi adlı kumandan önderliğinde buraya geldiklerinde Afrika kıtasındaki ilk Müslüman başkentin temellerini atmışlar. Buraya dair ilk gördüğümüz, zamanında kentin su ihtiyacının karşılandığı su rezervleri, daha sonra eşi benzeri olmayan tarihi camiyi geziyoruz. M.S.695’te kenti fetheden Arap kumandan tarafından inşasına başlatılan, 836’da tamamlanan daha sonra 1025, 1294, 1618’de ve son olarak -kentin kuruluşunun 1300’üncü yıldönümü vesilesiyle- 1970-72 restorasyondan geçen cami, yalnızca Afrika kıtasındaki en eski cami olma özelliğini taşımıyor. Ülkedeki arkeolojik kazılardan çıkarılan Roma ve Bizans dönemi sütûnları hem avluyu çevreliyor hem de caminin tavanını taşıyan kolon vazifesini görüyor. Avlunun ortasında abdest alırken kullanılmak üzere gerekli suyu sağlayan bir mermer yüzeyli yer altı sarnıcı var. Bir başka ilginç şeyde namaz vakitlerini anlayabilmek için konulmuş güneş saati. 128 basamakla çıkılan, 35 metre yüksekliğinde ve üç katlı görünümde olan minare ise 836 yılında yapılmış. Kapılar tahta oymacılığı şaheseri, keza içerdeki mimber de… Bu caminin geniş avlusunda ve iç kısmında binlerce Müslüman aynı anda ibadet edebiliyor. Yabancıları kesinlikle içeri sokmamalarını yine üzüntüyle karşılıyorum…
Camiden çıkışta hemen yakındaki bir halı kilim mağazasında bize ikram edilen kahve veya çaylarımızı içerken bir sunumu izliyoruz. Tunus’a özgü ‘Margum’ denilen ve arkadan dokunan kilimlerin yanısıra buraya özgü Berberî veya zeytin ağacı, ceylan, deve gibi özgün desenli ve kök boya iplikler ile dokunmuş halılar ilgimizi çekiyor. Hatta alanlar da oluyor…
Bu şehrin, Müslümanlar için bir başka önemli ziyaret yeri ise Peygamberimiz Hz.Muhammed’in berberi Sidi Sahbi’nin türbesi. Burası da adeta bizdeki Eyüp Sultan Hazretlerinin türbesi gibi daima ziyaretçilerle dolup taşıyor. Yeni evliler, sünnet olacak çocuklar başta olmak üzere herkes buraya gelip muradına ermek için dua ediyor. Türbenin içinde bir de sünnet odası var. Bir keresinde Mevlit Kandili günü burayı ziyaret ettiğimizde Afrika’nın diğer kesimlerinden gelen Sudan’lı, Senegal’li Müslüman guruplara rastlamış ve onların pırıl pırıl kumaşlı rengarenk elbiseleriyle oluşturdukları renk cümbüşüyle gözlerimiz kamaşmıştı…
Türbe dışına mevzilenmiş başta değişik boyutlardaki tesbihler olmak üzere çeşitli hediyelikler satmaya çalışanların elinden zor kurtulup öğle yemeği için buradaki en mükemmel turistik mekâna, butik Hotel Kaspa’ya kendimizi atıyoruz.
Monastir kenti, Burgiba 3 Ağustos 1903’te doğduğunda küçük bir kasabaymış. Doğduğu evin önünden geçip tarihte buraları koruma amaçlı ilk olarak MS 796’da inşa edilen daha sonra 9., 11., 17., ve 19. yüzyıllarda yenilenen kaleyi dışardan görüyoruz. Biz şehitliği ve 5.4.2001’de vefat eden Habib Burgiba’nın anıt mezarını ziyaret edeceğiz. Vefatına kadar ziyarete kapalı olan, evvelâ şehitlikten daha sonra sağlı sollu etrafında mezarlığın yer aldığı geniş bir alandan geçilerek ulaşılan bu mozole için çok büyük paralar harcandığı kesin. Bazı açılardan kendine Atatürk’ü örnek almış olsa da; Habib Burgiba sağlığında bizzat hazırlattığı bu anıt mezar dolayısıyla bence çok farklı!.. Bir başka yadırgadığım husus ise; Tunusluların, -Fransızlar tarafından Cezayir’de 1.5 milyon insanın öldürülmesini nazarı dikkate alarak!- özgürlük uğruna 50.000 şehit vermiş olmalarını pek de umursamaz bir tavırla söylemeleri…
Monastir ile Sus Tunus’un iki önemli turizm kenti. Aralarında 15-20 dakikalık bir mesafe var. Sus’a giderken pek de büyük olmayan bu ülkedeki 7 uluslararası havalimanından biri olan Monastir-Habib Burgiba’nın önünden geçiyoruz. Yerel rehber özellikle yazın charter uçak seferlerinin bu alandan iniş-kalkış yaptığını belirtiyor. Her iki kentin de kıyılarında, ara ara halka açık plajlar var. Ayrıca kıyı şeridi boyunca marinalar var.
Sus önemli bir turizm ve liman kenti. Medinası hayli büyük, caddeler geniş. Biz direkt olarak alışveriş merkezi Soula Center’a gidiyoruz. Pazarlık çekişme yaşamadan salim kafa istediğini alacak herkes. Gurup 1.5 saatte zor çıkıyor mağazadan.
1970’li yıllarda imara açılan ve Tunus’un turizmine yeni bir boyut kazandıran, Kuzey Sus’ta kıyıda 4 hektar arazi üzerine inşa edilmiş ülkenin en şık marinası Porte El-Kantaoui günlük gezimizin son durağı. Burada dünya jet-setini yatları ve yazlık evleri var. Marina birbirinden şık ve hoş kafeler ve restoranlarla ve tabii teknelerle dolu. Yasmin Hamamet’e dönüş öncesi kafelerden birine oturup bütün günün yorgunluğunu atıyoruz. İki kişi bir kupu zor bitiriyor…
Genelde Tunus gezileri 5 günlük. Gittiğiniz ve döndüğünüz günü saymazsanız net 3 gün kalıyor. Üç günde de dolu dolu bu kadar geziliyor…
1998’de ve 2000 senesinde gittiğimde ekstra tur önerilerinde çölde safari vardı ama ülkenin kuzeyi ile güneyi arasında 500 küsur kilometre gibi bir mesafe olduğundan günü birlik gidip dönmek mümkün değil. En az bir gece konaklamak gerekiyor. Bizim insanımız ise otele ödediği parayı yakmak istemiyor. Hatta günlük gezilere bile katılmayıp havuzla, denizle vakit geçirmeyi tercih eden ve bu kadar yol gelmişken Tunus’a dair hiçbir şey görmeden dönenler de oluyor!..
Halbuki güneyde Jerba adası var ki oradaki 3000 yıllık sinagoga her sene yalnız milyonlarca Musevi ziyaret ve ibadet amaçlı geliyor. Ayrıca Osmanlı döneminden kalma bir sürüde cami var. Ülkenin orta kısmı tuz ovalarıyla ve steplerle kaplı güneye doğru Sahra çölüyle bütünleşiyor. Kıyılarda yazlar sıcak ve kurak kışlar ise ılık geçmekte. İç kesimlerde ise tamamen farklı. Atlas sıra dağlarının olduğu bölümde ısı 0 dereceye kadar inerken, yazın çölde sıcaklık 50 dereceye kadar yükseliyor.
Tunusluların nerdeyse tamamı esmer ama çoğu akça pakça ve bazıları renkli gözlü. Osmanlı üç asırdan fazla oralarda kalınca tabii ki bu ülkenin insanlarıyla karışmış. Ama yetmiş küsur yılda Fransızların bıraktığı kadar etki ve iz bırakamamış. Gözlemleyebildiğim kadarıyla, tek başına tatile gelen yabancı hanımların çoğu bu ülkenin kara yağız yakışıklı erkekleriyle hoş ilişkiler yaşamak için birbiriyle yarışıyor…
Tunus, bugünkü durumuyla Afrika kıtasının batıya dönük yüzünü temsil ediyor. Ne Arap desen tipik Arap, ne Afrikalı desen tipik Afrikalı!..
Yalnızca geçen seneden beri sekiz kez, toplamda ise on kez Tunus’a gitmiş ve her defasında değişik keyifler yaşamış birisi olarak üyesi olduğum Gezginler Kulübü’nün sloganıyla yazımı noktalamak isterim. Tunus’a gidin çünkü: “Bin kere duymaktan bir kere görmek iyidir…”