Arada sırada İstanbul’dan kaçmak her zaman iyi geliyor.  İstanbul’dan kaçınca en rahat ulaşılabilecek mistik mekânların başında da İznik geliyor. Zengin tarihiyle İznik en eski zamanlardan beri bir çok milletin uğrak yeri olmuş. Bölgede bulunan höyükler zaten tarihinin eskiliğini gösteriyor.

 

İznik’in tarih sahnesine çıkışı ise Strabon’a göre İskender’den sonraki Hellenistik krallıklara dayanıyor. Gerçi öncesinde başka bir kentin varlığından bahsedilse de Strabon’un anlattıkları şimdilik kabul görmekte. İznik daha sonraki dönemlerde ve özellikle Roma-Bizans döneminde önemli bir kent olmuş. İznik’in her noktasında bu görkemli geçmişin izlerine rastlamak olası.

 

İstanbul geride kalırken, Anadolu’nun en mistik köşelerinden birine gitmek fikri içimi coşkuyla dolduruyordu. İznik’e geldiğimde ilk karşıma Ayasofya Camii çıktı. Adının cami olduğuna bakmayın. Çok eski bir kilise burası ama şu an ancak kalıntılarını görmek mümkün. Bir çok depremler geçiren bu yapı, önce Orhan Gazi tarafından Cami olarak kullanılmaya başlanmış, sonra da Mimar Sinan tarafından onarım geçirerek son haline kavuşmuş. Ancak 19.yy.dan beri harap olan bu yapıda bazı kazılar yapılmasına rağmen, ciddi bir onarım ya da koruma yapılmamış. Türkiye’deki diğer tarihi eserler gibi kaderine terkedilmiş.

 

Kilise’nin içine girdiğimde kitap okumakta olan görevli ile karşılaştım. Oldukça sempatik ve iyi niyetli biri. Zaten benden başka ziyaretçi olmadığı için uzun uzun sohbet etme olanağımız oldu. Keşke her yerde böyle birine rastlama olanağı olsa. Yapıdan son kalanları beraber gezdik. O da olmasa bu yapıdan geriye bir şey kalmaz diye düşündüm.

 

Ayasofya gezisinden sonra artık Göl civarına gitmek gerekiyordu. Göl deyince Gölün Hanımı ya da bir Peri ile karşılaşmamak olmaz. Geziye onun da eşlik etmesi gerek. Şanslıyım ki o da geldi. Ayasofya’dan göle doğru gittiğinizde eski Senato binasının kalıntıları var. Göl bir bölümünü almış olsa da binadan kalanları görebiliyorsunuz. Burada hemen göle para attım. Ne de olsa bir armağan vermeden gezmek olmaz.

 

Yol üzerindeki tarlara baktığınızda ise bazı çini parçalarına rastlamanız olası. Hemen orada kazılan bir su yolunun yakınında Bizans dönemi çini parçalarına rastlanabiliyor. Ancak bunlar arkeolojik değeri kalmamış parçalar.

 

İznik’i kısa zamanda gezmek için en iyi fırsat bilen birinden yardım almak.

 

Şans işte. Yolda gezerken bir fotoğrafçının vitrininde bir kitap gözüme ilişiyor. İznik gezi rehberi gibi bir şey. Daha doğrusu “Görsel İçerikli Kent Tanıtım Broşürü”. Kitabı çıkartan Sn Hüseyin Kurtay’ınmış zaten fotoğraf stüdyosu. Yardımcı oldu sağolsun ve gezinin daha verimli geçmesini sağladı.

 

İlk durak müze oldu. İznik için çok küçük bir müze. Her tarafından tarih fışkıran bir şehirde farklı bir müze bekliyor insan. Ama buna da şükür. Müzelerimizin en iyi yanı güleryüzlü ve yardıma hazır müze personeli. Bu arada ünlü yeraltı mezarına gitmek için müzeden birini almak gerektiğini de öğrendik. Ancak müze personeli yetersiz olduğundan bunu yapmak olanaklı olmadı. Neyse müzedeki zevkli gezi yetti.

 

Bir sonraki durak ise Beştaş olarak da bilinen mezar anıtı. Tabii yol üzerinde İznik’in tarihi kapılarını da görmek ayrı bir zevk. Özellikle bu kapılardaki devşirme malzemeler İznik’İn geçmişinin görkemini ortaya koyuyor.

 

Beştaş ise dikilitaş formunda, üçgen prizma şeklinde beş parçadan oluşmuş bir anıt. L. Cassius Philiscus için dikilen bu anıt tarihin bir çok döneminde ilgi çekmiş. Hatta, 364 yılında, Valentinianus, ordu bu anıtın etrafında konakladığı sırada, burada imparator ilan edilmiş. Şimdilerde ise , tabelaları takip ettiğinizde meyva bahçeleri içinden geçerek, bahçenin ortasında bu ilginç anıta rastlayabiliyorsunuz. Böyle gözlerden uzak bir yerde olduğu için de define avcılarının ilgisini oldukça çekiyor olsa gerek ki, her tarafına bir iz bırakmışlar. Umarım yakında bir deli define avcının hırsı yüzünden yok olmaz.

Anıtın etrafında uzun süre dolaşıp geçmişi yaşadıktan sonra sıra tiyatroyu gezmeye geldi.

 

Tiyaro’da arkeolojik kazı sürmekte. Gerçekten çoğu bölümü çok güzel ortaya çıakrtılmış. Ancak Tiyatro’nun en etkileyici yanı, üzerine biriken toprağın binlerce kemikle dolu olması. İznik’li bir öğretmen bunların hayvan kemiği olduğunu söylese de bunlar daha çok geçmişte burada yapılan katliamları çağırıştırıyor. Yüzlerce yıl öncesinden gelen bu kemikleri görmek olağanüstü etkileyici. Aralarına sıkışmış küp parçaları da geçmişin sessiz tanıkları olarak karşınıza çıkıyor.

 

Tabii İznik Türk kültürü açısından da çok önemli bir yer. Burada, çini fırınları dışında özellikle türbeler de geilmeye değer. Kırgızlar ya da Yakup Çelebi Türbesi dışında Sarı Saltuk Türbesi gezmeye değer. Sarı Saltuk türbesi sembolik anlamı ile önemli bir yer. Başka yerlerde de adına türbe olmasına rağmen, burada Sarı Saltuk’un yatıyor olması inancı aynı zamanda “olağanüstü” bir kişilik vasıtası ile buraların İslamlaşmasını da temsil ediyor. Eski toplumlardaki “kurtarıcı” mitosları ve buna bağlı kültlerin İslamlaşmış bir şekli de diyebiliriz. Mistik bir atmosferi solumak için bu Ortaçağ yapısını gezmeye değer.

 

Havanın erken karakmasıyla da İznik’e Gölün Perisine veda etme zamanı gelmeye başlamıştı. İznik kesinlikle bir güne sığacak bir yer değil. Daha kaya mezarları, tepeler, etraftaki höyükleri ve mekece yolu üzerindeki gizemli kalıntıları gezmek için zaman gerek. Ama İznik orada ve hep bizi bekliyor. Kendisini bir kere daha yıkacak olan depreme kadar.

Erhan Altunay