Bir İstanbul öğleden sonrası…  Nedeni belirsiz bir şekilde Eminönü’den kalkıp Boğaziçi’ne doğru giden tur motorlarına atıverdim kendimi birden…

 

Eminönü’ndeki üzerlerinde “Tarihi Meşhur Balık-Ekmek”çi yazan teknelerde kızartılan donuk gözlü Norveç balıkları kızartma kokularını içime çekemedim ancak, köprü altındaki balıkçı lokantalarından gelen balık kokularıyla idare ettim, motora binene dek…  Bu arada da Mehmet Efendi Kurukahvecisi’nde yepyeni kavrulup çekilen enfes Brezilya kahvesi kokusunu da içime kattım. Denizin neminden ıslanmış tenime,  İstanbul Boğazı’nın  serin poyraz esintisini vererek uzaklaşıverdik iskeleden, Boğaziçine doğru…

 

Köprü altından geçerken, köprü üstü balıkçılarının misinaları birer birer inip çıkıveriyordu suya… Bazıları boştu, bazılarında ise izmarit, istavrit ve kıraçalar doluydu… Oltaların her biri birer usta avcıydı sanki balıklarla cebelleşen… Akşama tutulan nafakalar yenilecekti evde büyük bir iştahla, şöyle caanııım Yedikule bostanı yeşil kıvırcıkla yapılacak salataya katıkla… Yanına da bir ufak Rakı açtın mı, demeyin keyfinize…

 

Genciyle, yaşlısıyla bir çok insan vardı bindiğim motorda… Yolcuların yüzüne baktım şöyle gizlice.. Çoğunun yüzünde bir mutsuzluk okunuyordu sanki, sebebi belli, belirsiz… Yüzlerde gülmeyi bırakın, gülümsemenin esamesi bile okunmuyordu.. Birkaç genç insanın dışında etrafa gülücükler saçan kimse kalmamıştı sanki… O gençler de, genç olmanın verdiği mutlulukla ve evden uzak bir gün geçirmenin mutluluğuyla olsa gerek kendi aralarında şakalaşıp, gülüşüyorlardı sürekli…  Belli bir süre sonra onlar da bu tebessümsüz yüzlere iştirak ettiler sessizleşerek… Ortama uyum sağladılar yani…

 

Gözlerim, köprü çıkışına doğru sol taraftaki Cenevizliler zamanından kalma ticarethanelere ilişti, şimdiki Perşembe Pazarı dedikleri.. Üst tarafta yine Cenevizlilerden kalma tarihi Galata Kulesi silüeti görünüyordu, meşhur Zürafa Sokağı evlerinin ardında kaybolan… Manukyan’ın evlerinden muhabbet tellallarının bağrışları ve  o evlerde hayatta kalma gayreti ve çabasıyla bedenlerini üç beş kuruşa satan, gözlerindeki umut ferleri sönmüş,  eski zaman Eftalya’ları gibi şimdiki Ayşe’lerin ve Fatma’ların,  açık camlardan bağırış,  haykırış sesleri, Karaköy Meydanı’ndaki trafik keşmekeşliğindeki klakson ve insan kalabalıklığına karışıp yok olup gidiyordu….

 

Ve motorumuz,  yıllar öncesi yandıktan sonra yenilenmiş Karaköy İskelesi’ni teğet geçip, bir zamanların İstanbul sosyetesinin uğrak yeri olan meşhur Liman Lokantası önünden de geçerek Üsküdar’a doğru yollandı… Sağ tarafımızda ise Topkapı Sarayı müthiş ihtişamıyla “ben de burdayım, işte” diyordu yıllara meydan okuyarak…

 

Kız Kulesi önünden geçerken Nurseli İdiz’in bir zamanlar çevirdiği “Kızkulesi Aşıkları” filminin bazı kareleri gözümün önünden geçti sebepsizce… Aklıma Nurseli’nin o ıssız Kız Kulesi içindeki soğuk taş zemin üzerindeki o bilinmez sevgiliyle sevişmeleri geldi… Şimdi ise Kız Kulesi meşhur bir lokanta oldu olmasına da, şimdi içinde kimbilir ne lüks yemekler yeniyor ve kimbilir nasıl nostalji dolu AN’lar yaşanıyor ve yaşatılıyor anılarda…

 

Ve Üsküdar’dayız… Motorumuz Üsküdar’da bu motorlara ayrılmış iskeleye yanaşıverdi… Ve karşımda bir sürü cami ve pasaj görünce,  hemen aklıma o meşhur tekerleme geldi, hızlı hızlı söyleyemediğim… “Şemsi Paşa Pasajı’nda sesi büzüşeceseciler”… Yazması kolay da, hadi gel de oku bakalım yazdığını hızlı hızlı…

 

Fethi Paşa Korusu önüne doğru motor yollanırken az önce Üsküdar-Beşiktaş motorlarının iskeleye yanaşma sesleri kulaklarımı tırmaladı… Ama gördüğüm Koru’daki erguvanların rengi, beni alıp bambaşka bir yaşama götürdü sanki… Ne güzel bir yeşillik yarabbim… O erguvan ağaçlarının aralarına serpiştirilmiş ıhlamur ağaçları ise bambaşka bir koku katıyor o güzelim tepelere…

 

Kuzguncuk’a doğru motor ağır ağır ilerlerken, senaryosunu Kandemir Konduk’un yazdığı Perihan Abla dizisi geldi gözlerimin önüne… Şimdilerin TV’lerinde “Hayat Bilgisi” dizisinde gözüpek tarih öğretmeni rolünde Afet Güçverir’i yani sevgili Perran Kutman’ı izlemiştik bu güzel rolünde… Hafızalarımıza kazımıştı bu karakteri 1986 yılları Kuzguncuk’unda.. Nasıl da sevmiştik bu diziyi ailecek…. Sanki az sonra iskeleye doğru geldiğimizde Perihan Abla ve sevgilisi Şakir’i görecekmişim gibi bir his kapladı içimi… Gözlerim onları iskelede arar oldu… Sanki arkalarında onları takip eden Meraklı Melahat rolünde Tuluğ Çizgen ve yine sevgilisi İsmet yani Ercan Yazgan vardı…

 

Derken Astsubay Hazırlık Okulu bahçesinde kara kış elbiselerini çıkartmış, bembeyazlara bürünmüş deniz astsubay hazırlık okulu öğrencileri gördüm… El salladım onlara üzerimde uçan martının kanat darbelerine bindirerek…

 

Beylerbeyi Sarayı’nın önünden geçerken o muhteşem sarayın görüntüsü ve müthiş bahçesini izledim… Ne güzel zamanlar yaşamışlar oralarda yıllar öncesi…

 

Güzel güzel yalılar önünden geçtim, meşhur Çınaraltı çay bahçesi, ayazması, iskelesi, balıkçı lokantaları ve meşhur salatalıklarıyla ünlü Çengelköy’üne doğru motorumuz ilerlerken, aklıma yine burada çevrilen Süper Baba TV dizisi geldi… O meşhur Çınaraltı Çay bahçesinde gözlerim Fikret (Fiko’yu)’i oynayan Şevket Altuğ’u, Nihat’ı oynayan Sümer Tilmaç’ı aradı… Ve Filmin müziği kulaklarımı çınlattı durdu, Oya Küçümen’in sesiyle…

 

Ha bir de Çengelköy’ün önemli bir ayazması var… Adı Aya Pandeleymun Ayazması… Bu ayazma Çengelköy’ün en önemli tarihi eserlerinden. Akan suyun geçmişinin 504 yılı civarına uzandığı söyleniyor. Rivayete göre tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmış olan bir kız rüyasında bu suyu görür ve ertesi sabah bu su ile yıkanır. Hastalığı geçmiştir. O günden sonra şifalı olduğuna inanılan bu suyun üzerine 1881’de bir ayazma yapılır ve Aziz Aya Pandeleymun adına kutsanır. Her yıl 27 Temmuz’da bu ayazmada kutsal ayin yapılır. Ayazmanın suyu enteresan bir şekilde yaz-kış hep ılık akmakta. Su içilen yerde, yukarıdaki istavrozun altında ise şu yazı var: “Buraya sadece yüzündeki kirlerden arınmak için değil, günahlarından arınmak için de gel.” Bir gün kısmet olursa buraya da gitmeyi düşünüyorum…

 

Vaniköy yalılarının önünden geçerek, tepelerdeki Kandilli Kız Lisesi silüeti ve rengarenk yeşilin her tonuyla kaplı ağaçları seyreyleye seyreyleye Anadoluhisarı önüne gelip, Göksu deresi ötesinden motorumuz karşı sahile Rumelihisarı’na doğru döndü… İçimden keşke dedim kendi kendime biraz daha gitsek de  Kanlıca’da meşhur pudraşekerli yoğurt yeseydik… Neyse bunun için Bebek’ten hareket eden minyatür vapura binip kısa bir turla Kanlıca’ya yoğurt yemeğe gidilebiliyor… Hiç olmazsa bunu biliyoruz… Bir gün de bunu denerim dedim kendi kendime…

 

Rumelihisarı’nın o müthiş kale surlarının önünden geçerken, önündeki çay bahçelerinde oturan aşıkların birbirleriyle sarmaş doluş oluşlarına, güya gizlice birbirlerinin dudaklarına sevgi öpücüklerini kondurduklarına şahit oldum tüm motordakilerle birlikte… Deniz ve tepelerden aşağıya sarkan ıhlamur kokusu da aynı bir renk katıyordu ortama…

 

Aşiyan Mezarlığı’nın önünden geçerken içinde yatan nice ünlü şairlerin İstanbul’a seslenişlerini duydum… Münir Nurettin Selçuk “Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul”u meşkeyliyordu… Bir Garip Orhan Veli Aşiyan Mezarlığı’nın yanında bulunan parktan “İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı” ve “urumelihisarında oturmuşum, oturmuş

da bir türkü tutturmuşum”derken, bense kulaklarımda Zeki Müren’in sesiyle “Aşiyan yollarında, ses versem duyar mısın?”ı duyup kendi kendime mırıldanıyordum…

 

Boğaziçi Üniversitesi yüksek tepelerde silüet olarak görünürken, önce Küçük Bebek, sonra Bebek’e gelmiştik bile.. Meşhur Bebek Gazinosu’nun yerinde artık kocaman bir park vardı… İskelede ise yukarıdaki satırlarımda bahsettiğim minyatür vapur Bebek-Kanlıca seferini

bekliyordu…

 

Motor Arnavutköy’ün önüne doğru yollanırken, birbiri ardına sıralanmış restoranlar ve yalılar gözüme çarpıverdi… Ama en çirkini de denizin ortasına çakılan kazıklı yoldu… O canım görüntüyü bozuvermişti… Galatasaray adacığını geçip Kuruçeşme önlerine gelince orayı liman gibi kullanan iki adet Türkiye Denizcilik İşletmelerinin dev gibi gemisiyle karşılaştık… Tamam eskiden burası kömür depolarıydı, sonra onlar buradan kaldırılıp yerlerine park yerleri yapıldı, eğlence yerleri doldu buraya…  Fakat bu iki kocaman geminin burada ne işi var diye düşünmeden edemedim…

 

İstanbul gecelerinin eğlence merkezi olan meşhur sahil diskolarını geçip Ortaköy’e doğru geliverdik.. Ortaköy Camii, Camii’nin sağlı sollu yanında çay bahçeleri… Genci, yaşlısı, incik-boncuk satıcısı, kumpircileriyle, kokoreççileriyle ve burada buluşmaya gelen sevgililerle dopdolu bir meydanı geçip gittik… Sonra okullar ardı ardına sıralandı… Okulların ardında Yahya Efendi Hazretleri’nin Camii görünürken, Yıldız Parkı ve Yıldız Parkı’nın yeşilliği, önümüzdeki Çırağan Oteli’nin ihtişamına renk katıyordu…

 

Beşiktaş, Kabataş, Karaköy derken bir de baktım ki, başladığım yere geriye dönmüşüm yaşantımdan su gibi akıp geçen 2.5 saat içinde…

 

Evet ben bugün, bir İstanbul öğleden sonrası…  Nedeni belirsiz bir şekilde Eminönü’den kalkıp Boğaziçi’ne doğru giden tur motorlarına atıverdim kendimi birden…

 

Meğerse yaşanılacak ne kadar çok şey varmış şu koskoca şehirde… Her anını anımsadığın… Her bir köşesinde bir hatırasını sakladığın…

 

Şöyle bir nebze de olsa, ekranlarınızın önünden sessizce geçerek,  bir İstanbul öğleden sonrasında, Eminönü’nden kalkıp, Boğaziçi’ni turlayan bir motor turunu anlatıverdim sizlere kısaca…

 

Her biriniz nerde ve nasıl yaşıyor olsanız da…

Ertan Yurderi