
İşte bu yazımdada 2000 yılının Temmuz ayında, ilk durağım olan Fransa’dan başlayıp 1,5 ay süren İngiltere, İskoçya, Belçika, Hollanda seyahatimin; İskoçya’da Highlands denilen bölgeyi kapsayan 8 günlük sürece denk gelen dönemini paylaşmaya çalışacağım.
Paris’ten Eurolines’ın otobüsüyle Calais ile Dower arasında bulunan Manş Denizi’ni feribotla geçerek Londra’ya vardım. Oradan Edinburg’a tren biletimi aldıktan sonra arkadaşım Betty’yi arayıp tahmini varış vaktimi bildirdim. Böyle üstüste durmaksızın otobüsten gemiye, tekrar otobüse, oradan trene geçerek seyahat yorucu gibi gelebilir… Benim ise ulaşımda; ilk tercihim deniz, ikinci tren, üçüncü araba ve en son uçak yolculuğu olduğundan yorulmak bir yana, aldığım keyfi tarif edemem…
Acelesi olana uçakla seyahat etmek elbetteki büyük zaman tasarrufu ancak birdenbire coğrafya değiştirmek ve bazen çok sert iklim değişikliklerine maruz kalmak metabolizma üzerinde sarsıcı etkiler yapabiliyor. Ayrıca denizden ve karadan geze göre, sindire sindire gitmenin keyfi bir başka. Charter uçuşlar ve gün günden çoğalan özel havayolları arasındaki rekabet bugün sundukları çok cazip fiyatlarla; günümüz kıt zamanlı insanının haliyle tercih sebebi oluyor ama gerçek gezginlik ruhuyla bence pek bağdaşmıyor.
Londra’dan sabah dolu hareket eden tren Newcastle üzerinden ve kıyı şeridini takip ederek öğleden sonra Edinburg’a vardı.
1996 senesinde, Noel Baba Aziz Nikola’nın doğum yeri Patara’da eşi ve kız kardeşiyle geldiği tatilde tanıdığım arkadaşım Betty beni gardan karşıladı.
Avrupa kıtasından Kuzey Denizi’yle ayrılan , 79.000 km2 yüzölçümü ve 5 milyon nufusu ile Büyük Britanya adasının kuzey kısmında yeralan İskoçya Güney, Merkez ve ‘Highlands and Islands’ diye anılan Yüksektopraklar ve Adalar şeklinde üç bölgeden oluşuyor. Başkent Edinburg ve diğer önemli kent Glasgow’un bulunduğu kısım, Güney İskoçya’da.
Başkentten ayrılıp, arkadaşımın ve ailesinin oturdukları ülkenin orta kısımlarında bulunan ‘Merkez İskoçya’ diye anılan bölgedeki ‘Saline Fife, Stirling’e doğru yola koyulduk.
Stirling XIII. ve XIV. yy.da İskoç bağımsızlık savaşının en önemli mekânı. Çünkü, Bannockburn savaşında (23-24 Haziran 1314) Edward Bruce büyük zaferi İskoçlara burada yaşatmış. Aynı zamanda dünyaca ünlü bağımsızlık savaşçısı Sir.William Wallace’ın anıtıda orada.
İskoçya’nın kuzeyine doğru yol alırken Fourth Haliçi üzerinden geçiliyor. South ve North Queensferry adıyla karşılıklı iki köprüden biri; 1890 yılında ve 2,5 km uzunluğunda dönemin mühendislik harikası olarak kabul edilebilecek bir demiryolu köprüsü ile bağlanmış.
Bu köprünün inşaası için kullanılan çelikle bugün yine 2,5 km. uzunluğunda 10 köprü yapılırmış. Daha sonra yapılan ‘Road Bridge’ isimli yeni asma köprü ise sanki eskisine meydan okuyor…
Hava kararırken vardığımız Betty’lerin oturduğu yer Stirling yakınlarında küçük bir yerleşim merkeziydi. Tıpkı İngiltere’deki gibi bitişik nizam, tek katlı arkası bahçeli tuğla cepheli evlerden biri bizim İskoç ‘Thompson’ ailesinindi.
Sonderece düzenli ve tafsilatlı mektup yazma alışkanlığı olan Betty’nin iki tane yetişkin oğlu olduğundan o güne kadar bahsetmemiş olması bana büyük sürpriz oldu!..
İskoçya’daki ilk gecemde arkadaşım bana jest olsun diye milli yemekleri ‘Haggis’i hazırlamıştı. Sonradan öğrendiğim üzere; işkembe zarının içine: Bulgur, üzüm, fıstık, ince doğranmış sakatatlar ve bol baharat karışımının iç yağ ilave edilerek doldurulması ile yapılan bu yemek her ne kadar bizim ‘bumbar dolması’na benzesede arada muazzam bir ebat farkı var bir kere!.. Biri ne kadar ince ve uzunsa diğeri, yani ‘Haggis’ o kadar kısa ve kalın!..
Özellikle yemek konusunda çok kuvvetli bir gözüm vardır. O yüzden açık büfe ikramlarda hiç yanlış yemek almam, ziyanda etmem. Tabağıma alıpta bıraktığım ve atılmasına neden olduğum yemek pek olmamıştır bugüne kadar. Başka türlüsü hem ayıp hem de günah bence…
Neyse, şalgam ve patatesle servis edilen ‘Haggis’in görüntüsü beni hiç mi hiç sarmadı!.. İlk lokmadan maalesef haklıda çıktım… Ağzıma attığım her lokma öyle büyüdü öyle büyüdü ki nezaket icabı belli etmemeye çalışsam da yutmakta müthiş derecede zorlandım. ‘Hatır için çiğ tavuk bile yenir’ sözünden hareketle ben o yemeği bitirdim ama içimden “Bu ilk ve sondu” dedim. İskoçlar bu ağır milli yemeklerini afiyetle yesinler. Ben sıramı savdım!..
Benzeri bir durumu geçenlerde Porto’da yaşadım. Oranın milli yemeğide ‘Domuz işkembeli ve domuz sucuklu kuru fasulye!..’ Bir çatal olsun dahi almayı tüm ısrarlara rağmen kabul etmedim. Sebze meyve olsa âmenna, deniyim… Ama kırmızı et ve bir zamanlar bolca yediğim sakatatla, özellikle de domuz etiyle aram hiç yok!..
İskoçya’daki ilk gecemde, Temmuz ayında olmamıza rağmen geceleri ekstra soğuk olduğundan; salondaki yanan şöminenin karşısındaki kanapede uyudum. Bu ülkenin meşhur ayazıyla da tanışmış oldum.
Ertesi sabah yapmış olduğum uzun yolculuk sonrası bir banyo iyi geleceğinden ben yıkanmaya Betty ise birlikte çıkacağımız seyahatin hazırlıklarını yapmaya koyulduk.
Öğlene kalmadan eşi Graham’e oğulları Rush ve Graham Junior’a veda edip çıktığımız yolculukta önce Kinross’ta yaşayan annesi Mrs.Galbareth’e sabah kahvesine uğradık. Daha sonra evimde misafir etme mutluluğunu yaşayacağım bu yaşlı hanıma bayıldım. Sonra kızkardeşi Shina’ya uğrayıp -lâzım olurda giyerim zannıyla- bana bir sandalet ödünç aldık.
Hazır bu kadar aile ziyareti yapmışken bende; tanıştıktan iki sene sonra kanserden vefat eden kızkardeşi “Mary’yi ziyaret etmek istediğimi” söyledim. Birlikte fazla uzakta olmayan bir kabristana gittiğimizde yürüdük yürüdük duvar dibindeki etrafı hiçbirşeyle çevrili falan olmayan bir mezar taşının başında durduk. “İşte burası” dedi. Üstüne bastım zannıyla ürküp geri çekilince, “Biz dikey olarak gömeriz, çekilme!” dedi. Bunu hayatımda ilk defa duyuyordum ve bana çok ilginç geldi. İkimizde kendimizce Mary için dua ettik ve bu defa gerçekten yola koyulduk…
Britanya adasının adı, M.S.I. yüzyılda Romalıların fethinden sonra duyulmaya başlamış. Bugün İskoçya denilen kuzey kesim ‘Pitc’ bölgesiymiş. III.yy.dan sonra Roma ve dolayısıyla Hristiyan etkisi artmış.
İskoçlar İngilizlerle devamlı çatışmış ve İngilizler 1292’de İskoçya’ya hakim olmuşlar. 23 Haziran 1314 tarihinde Robert Bruce, Bannockburn savaşını kazanmış ve İskoçlar bağımsızlığını almış. 1707 de tekrar İngiltere’nin o dönem başındaki kral Oliver Cromwell’in İskoçya’ya yaptığı akın sonucu bağımsızlıklarını kaybetmişler.
Dünyanın dört bir yanına sömürgeci zihniyetiyle el atmış ve akıl almaz gaddarlıklar sergilemiş İngilizler’den doğal olarak hemen yanı başlarındaki İskoçlar nasiplerini fazlasıyla almışlar. Dipdipe konumda olmalarına rağmen 750 yıl ayrıda yaşamışlar. 1603 yılında gerçekleşen Birleşik Krallık’ın -United Kingdom- ambleminde ‘Aslan’ İngiltere’yi, ‘Boynuzlu at’ -Unicorn- ise İskoçya’yı temsil ediyor.
İskoçlar daima kimliklerini, geleneklerini muhafaza etme gayreti içinde olmuşlar. Meselâ, erkekler ‘Kilt’ denilen ekose etekleri giymeye devam ediyor. Fotoğrafçı vitrinlerini bir sürü geleneksel kilt eteklikli ve gaydalı erkek resimleri süslüyor. Keltler aslen siyah saçlı ve esmer olduğundan bugün İskoçların çoğunun sarı veya kızıl saçlı ve renkli gözlü olmalarının Vikinglerden kaynaklandığı söyleniyor. Aslında yerel lisan ‘Gaelic’, oldukça karışık ve zor imlâsına rağmen halen İskoçlar tarafından yerel basında ve televizyonlarda kullanılmakta. Kendi dilleri ‘keltçe’ ‘Celtic.’ İngilizceyi de anlaşılması biraz zor farklı bir diyalektle konuşuyorlar. İlk gittiğimde ingilizlerin hıçkırık tutmuş gibi o tuhaf aksanlı konuşmalarını anlamaktakta ne kadar zorlandıysam bu seyahattede İskoçları anlamak için kafa patlattım…
İskoçların kiliseleri, adli ve eğitim sistemleri, kültürleri, zihniyetleri farklı. Eğitime verdikleri önem ise İngiltere’de Oxford ve Cambridge kurulmamışken İskoçya’da dört üniversitenin faaliyette olmasından anlaşılıyor. Güleryüzlü, mütevazı ve sevimli insanlar. Onlara her ne kadar ‘cimri’ denilse ve haklarında fıkralar anlatılsa da ben İngilizlerin onlardan her bakımdan çok daha cimri ve hesabi olduklarını biliyorum. Nedense bu tarz psikoloji hemen tüm toplumlarda var kendilerindeki defoyu bir başkasına yapıştırıp kaba tabirle ‘bok atıp’ kendini rahatlatma metodu. Ne yararı var?.. Gerçekleri bu şekilde davranmakla değiştirmek mümkün olabiliyor mu?..
Dönelim seyahatimize… Harika bir otobanda gidişte ve dönüşte mola vereceğimiz Aviemore kentine kadar yol aldık. Bu kentte ilk gözüme çarpan, daha sonra diğer kasaba ve kentlerde de rastlayacağım üzere; bir fotoğraf stüdyosunun vitrinine koyduğu yeni evli çiftlerin ilginç fotoğraflarıydı. Enteresan olan; gelin hanımların bildiğimiz normal uzun beyaz gelinlik giymiş olmalarının yanında tezat teşkil eden milli kıyafetler içindeki ‘kilt’ eteklikli ve dize kadar çoraplı aradan kıllı bacakları gözüken damatlardı.
İskoçya’da her yerde doğa sonderece zengin. Ama Aviemore’dan sonra kuzeye doğru devam ettikçe inanılmaz güzellikteki doğada ‘Thistle’ adını verdikleri tarlalar halindeki ‘mor çiçekli deve dikeni’ görüntüleri muhteşemdi.. Yeşilin sayısız tonlarının arasında bu mor çiçekli tarlaların yarattığı tezat adeta bir şölene dönüşüyor. Koleksiyonum için aldığım kartpostalların birçoğunda birbirinden ilginç tarihi şatoların yanısıra bu harika tabiat örtüsü de çarpıcı bir biçimde görülmekte.
İklimin sonderece sert ve soğuk olmasının sonucu olsa gerek; gerek Shetland koyunlarının gerekse büyükbaş hayvanların vücutları upuzun peluş gibi tüylerden oluşan bir kürkle kaplı.
Aviemore’dan akşamüstü varacağımız Ullapool’a gelmeden önce, gürül gürül akan nehir üzerinden köprüyle falan geçilen bir piknik yerinde mola verdik. Nehir suyunun 4-5 metre yükseklikten aşağı dökülerek hafif bir şelâle meydana getirdiği yerdeki görüntü çok ilginçti. Zira 8-10 kiloluk kocaman somon balıkları şelâleden aşağı düştükçe sudan fırlayıp geri atlamaya çalışıyorlardı.
Betty bana “Bu gördüğün balıkları tutmak kesinlikle izne tâbidir. Eşimin ve oğullarımın balık avlama müsaadeleri var. Ancak ‘sınırlı’ olmak kaydıyla” dedi. Hayran oldum doğayı bu kadar itina ile koruyor olmalarına. Tevekkeli değil somonlar kuzu gibi olmuşlardı.
İlk geceki ‘Haggis’ deneyiminden sonra; İskoçya seyahatimin sonuna dek; yemek konusunda daima birinci tercihim olan balık ve deniz mahsullerinden yemekle geçti. Bizde de tavuk vb. gıda maddeleri nasıl parçalar halinde satılıyor ve herkes tercih ettiği yeri alıyorsa; İskoçya’da da marketlerde inanılmaz çeşitlilikte başta somon olmak üzere diğer balık ve deniz ürünleri seçenekleri var. Bu seven için harika bir şey. Ben resmen bayram yaptım.
Ullapool’a vardığımızda deniz kıyısındaki kampingde kalacak olmamız beni çok mutlu etti ve heyecanlandırdı. Çünkü bu bir ilkti benim için. Bir başka ilkte kalacağımız çadırı birlikte kurmamız oldu. Çok hoş ve ilginç bir deneyimdi. Betty çok tecrübeli böyle işlerde. Bende o ne dediyse harfiyen yaptım ve tek odalı, verandalı çadırımız çabucak kurulmuş oldu. İçine denk gelen çimenle kaplı zemine önce bir örtü yaydık sonra deniz yataklarını şişirdik, o yatakların üstüne de uyku tulumlarını koyduk. Büyük Britanya adasının üst ucunda ve deniz kıyısında olmamız dolayısıyla gece çıkan nemli ayazdan çok üşüdüm. Betty bana arabadan birde kaz tüyü yorgan bulup getirmez mi? Gözlerime inanamadım. Arabaya yorganda koymuştu demek…
2000 yılında Avrupa’da yaz gayet serin geçti. İskoçya’dan sonra gittiğim Belçika ve Hollanda çok daha aşağılarda olmasına rağmen hava 19-20 dereceden yukarı çıkmadı ne yazıkki… Nerden bilebilirdim?.. Almışım yanıma pamuklu t-shirtleri, şortları, bol bikini ve pareoları! Yanımdaki kıyafetlerin tümünü üstüste giyiyor yine de ısınamıyordum! Betty halime acıyıp bir kazak verdi de hayatım kurtuldu. Sekiz gün nerdeyse hiç çıkartmamacasına onu giydim.
Ullapool’daki kampingdeki ilk gecemizde piknik tüpü üstünde tavada pişirdiğimiz balıkları ve üstüne içtiğimiz çayları kahveleri keyifle götürdükten sonra sıra yatmaya gelice; İskoçya’ya özgü çok ilginç bir haşaratla tanıştım ‘Matches.’ Bizim limon sineği dediğimiz boyutta miniminnacık bir şey. Ama ısırdığı zaman arı sokmuş kadar can yakıyor! Kamp kurduğumuz yerde akşam olunca kümeler halinde sanki bir bulut gibi ‘matches’lar gelmez mi?.. Allahtan her türlü önlemi düşünen Betty, çadırın veranda kısmınıda ağ gibi bir örtü indirmek suretiyle örtüp birde tütsü gibi, helezon şeklinde bir sinek kovucu yakıp koydu. O sayede matches’lar iç bölüme ulaşamadılarda rahat bir uyku uyumak nasip oldu.
İskoçya’da topu topu 5 milyon insan yaşadığı ve en kalabalık şehir Glasgow’un nufusunun 750.000 olduğu gözönünde tutulursa; gittiğimiz şehir ve kasabalar bana çok sakin ve huzurlu geldi. Doğal güzellikler hep ön plânda ki; bu da bizim gibi betonlaşmış kentlerde yaşayanlar için bulunmaz bir nimet. Havanın temizliği güzelliği oksijen oranının yüksekliği hissedilir derecede. Ciğerlere bayram ettiriyor.
Ullapool’da çok şirin kafeler restoranlar vardı. Biraz gezinip bir müzik marketten özgün gaydalı İskoç müziği cdleri aldıktan sonra yine arabayla cıvardaki Gairloch, Lochinver gibi yerleşim merkezlerine gittik. Özellikle kıyı şeridinde denizin rengi görülmeye değer. Bir de hava güzel olsaydıda yüzebilseydik ama nerdeee… Denizde bir buz parçacıkları eksikti!
Ullapool’daki üçüncü günümüzde kamptan sabah erken ayrılıp feribotla Lewis adasına gitmek üzere yola çıktık. Temmuz ayı olmasına rağmen güvertede durmak mümkün değildi. Ana karadan ayrıldıktan bir müddet sonra apartman boyu dalgalar üstümüzden atlamaya başladı. Feribot öyle bir sallıyordu ki ayakta durmak da olası değildi. Betty ile yanımızda oturan yaşlı bir Amerikalı gurupla sohbet ederek vakit geçirdik.
Lewis adasındaki yerleşim merkezi ‘Stornoway’e inince bizi otobüsler karşıladı. İlk durağımız dünyaca ünlü ‘Shetland’ yününden ‘Clans and Tartans’ diye anılan her rengin ve desenin ayrı bir kabileyi temsil ettiği ekose kumaşların dokunduğu bir atölyeyi ziyaret oldu. Modern makinalarla üretimin yanında çok eski dokuma tezgahlarınıda muhafaza etmişler. Bize göstermek için birisi oturup hemen eski sistem dokuma da yaptı. Arzu edenler alışveriş etti.
Oradan adanın kuzey kesiminde bulunan 6000 yıllık geçmişi olan tarih öncesi ‘Callanish’ Taşanıtlarını ve yakınındaki tarihi kale kalıntılarını gezdik. Tekrar Stornoway’e dönüp yemek ve yürüyerek keşif gezisi derken akşamüstü oldu ve Ullapool’a dönüş vaktimiz geldi.
Ullapool’dan ayrılmadan Betty, “Sen bekle” deyip bir yerlere girdi çıktı, bir şeyler konuştu ve “Sana bir sürprizim var!” dedi. Bir mânâ veremedim “Acaba ne sürpriz yapacak?” diye… Benim zaten yanımda ülkesini karış karış bilen ve işini, eşini, iki de çocuğunu (her ne kadar yetişkinde olsalar) bırakıp yanımda gelen bir arkadaşla geziyor olmam bulunmaz bir şanstı. Daha ne isteyebilirdim ki?..
Birlikte kurduğumuz sevimli çadırı yine birlikte söküp, onca öte berinin hâlâ nereye sığdığına bir anlam veremediğim mini cooper’ın arkasına yükledik ve yine muhteşem doğaya attık kendimizi. Bütün gün süren yolculuğumuzda Brora, Golspie ve Dornoch’a uğradık. Akşama doğru tarihi bir şatoya vardık. Betty “İşte, bu gece kalacağımız yer burası” demez mi?.. Çok sevindim. Burslu gittiğimde, Fransa’nın vadileri ve şatolarıyla ünlü gastronomi merkezi ‘Dordogne’da kaldığımda bir çok şatoyu ziyaret etmiştim ama gece kalma fırsatım olmamıştı doğrusu. İnsan ister istemez heyecanlanıyor. O yüksek ve kalın taş duvarlar, 5-6 metre yükseklikteki tavanlar, git git bitmek bilmeyen koridorlar, devasa kapılar, bastıkça gıcırdayan tahta merdivenler, yer döşemeleri, tarihi ortama uygun perdeler, duvar halıları, döneme ait möbleler… Böyle bir ortamdan etkilenmemek ve tarihin derinliklerine doğru yolculuk etmemek mümkün değil.
Günümüzün ekonomik ve sosyal koşulları gereği, şatoların büyük bir kısmı müze-ev veya müze-otel haline dönüştürülmüş. Bakımı ve masrafı sonderece zor olan bu devasa mülkler için gereken para kaynağını; ziyaretçilerden alınan 3-5 pound gibi ‘gezme’ veya 15-20 pound gibi ‘konaklama’ ücretleriyle karşılama gayreti içindeler.
Carbisdale adlı ‘Youth Hostel’ (Öğrenci Yurdu) haline getirilmiş şatoda; ertesi gün güzel bir kahvaltıdan sonra gidip bilgi alıp “Bu gecede ben ısmarlıyorum, lütfen gene burda kalalım, üstelik bu gece ‘Skoç Gecesi’ etkinliğide var” dedim. Arkadaşım itiraz etmedi.
Güzel bir kahvaltı sonrası İskoçya’daki en görkemli şatolardan birine Golspie Sutherland yakınlarındaki Dunrobin Şatosu ve bahçesini ziyarete gittik. Uzun süre Sutherland Dükü’ne ait olan 189 odalı bu şatonun inşası 1275’te başlamış 1300’de tamamlanmış. Birinci dünya savaşı döneminde Denizcilik Hastanesi olarak, daha sonra 1965-1972 yılları arası erkek mektebi olarakta kullanılmış. Muhteşem bahçe düzenlemesi ise 18 yy bahçe sanatının mükemmel bir örneği.
Kaldığımız Carbisdale şatosunda akşam yemeği sonrası büyük salonda düzenlenen İskoç gecesine katıldık. Müziklerde danslarda çok ilginçti. O gece dans eden kızların kilt eteklerinin renklerine hayran olup sekizinci skoç eteğimi almaya karar verdim!
Gayda; İskoçya ile özdeşleşmiş borular ve tulum olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Her ne kadar Romalılar tarafından getirildiği rivayet edilsede hüzünlü sesiyle, kederli ezgileriyle bu çoskun doğa ile kaplı dağlarda yankılanan sesiyle bu ülkeye çok yakışıyor. Tıpkı türkülerin Anadolu’yla, Fadoların Portekiz’le örtüşmesi gibi.
Şato’da kaldığımız odanın penceresinden yemyeşil bir vadi gözüküyordu ki… Saatlerce seyretmek insanı sıkmak bir yana huzur veriyor. İskoçya’daki tarihi ve coğrafi güzellikleri gördükçe o vakte kadar defalarca İngiltere’yi ziyaret etmiş ve buralara gelmemiş olduğuma pişman oldum.
Ertesi gün Highlands’ın Başkenti, Inverness’e hareket ettik. Bu küçük endüstri, ticaret ve kültür kenti, Ness nehrinin ağzında ve Moray körfezinin güney yakasında. Piet Krallığı döneminde başkent olmuş kentin halkı tarihten beri balıkçılıkla geçinmiş ancak Kuzey Denizi’nde yer alan petrol plâtformları şehrin kaderini değiştirmiş.
Genelde yağışlı, sisli, soğuk, bulutlu ve güneşsiz olduğu söylenen Highlands beni sanırım birazda Temmuz ayı olması nedeniyle pırıl pırıl karşıladı. Büyük Britanya adasının en yüksek dağları Cairngorms ve ilk kayak merkezi de bu bölgede bulunuyor. Betty “Çok şanslısın bu gökyüzünü bulutsuz ve bilhassa şu dağların, tepelerin zirvelerini net görmek İskoçya’ya gelen çoğu kimseye nasip olmaz” dedi. Elbette şanslıydım. Bir kere eşini ve çocuklarını -gerçi hepsi koskoca yetişkin insanlar ama- en önemlisi işini gücünü bırakıp yıllık izninden bir haftayı bana ayırıp ve maddi manevî özveride bulunarak bana eşlik etmesi bulunmaz bir ayrıcalıktı… Bir de İskoçlara cimri derler ve haklarında fıkralar anlatılır. Herhalde bunlar, esas kendileri cimri olan ve ayrıca bir dolu kötü hususiyeti kendilerinde bulunduran İngilizlerin uydurması.
Buralara kadar gelmişken hiç içmesemde; ‘Hayat Suyu’ Viski’nin öyküsünü dinlemeden ve bir imalâthane ziyaret etmeden gitmek olmazdı. İçkiye pek düşkün olan Betty de eski ve ünlü firmalardan birine götürdü.
‘Scotch Whisky’ yüzlerce yıl önce yapımına başlanan, muhteşem doğanın ortasında sessizce akan mineral dolu Skye nehrihin suyu ile yine aynı topraklarda yetişen arpa ve sadece İskoçya’da bulunan ‘turba’ adlı bir cins bitki kömürünün birlikte kullanılarak damıtılmasıyla elde ediliyor. Viskinin hammaddesi arpa maltları; bitki kömürlerine işlenerek kurutuluyor ve bu viskinin kokusuna ve tadına siniyor. Dünyanın başka hiç bir yerinde bulunmayan bu malzeme İskoç viskisinin tadıyla kokusuyla taklit edilememesini sağlıyor. Bugün İskoçya’ya 190 kadar ülkeye ihraç edilmek suretiyle 2 milyar sterlin gibi bir gelir sağlıyor. İskoçya’da halen irili ufaklı 110 viski imalathanesi var. Viski tadını toprak, su ve havadan alıyor. Meşe ağacından özel surette hazırlanmış isli devasa fıçılarda bekletiliyor. Yaklaşık her varilden 330 şişe kadar viski elde ediliyor. Viskide kendi içinde üçe ayrılıyor; Malt, Tahıl (Grain), Harman (Blended).
Bu varillerin özelliği Kuzey Amerika ormanlarından özel seçilmiş 100-150 yıllık beyaz meşe ağaçlarının odunundan, titiz bir işçilikle ve 30 yıl en az viski üretiminde hizmet verecek şekilde ustalıkla imal edilmiş olmaları. Varil hem loş ortamda nefes aldırmalı hemde içindeki sıvıyı sızdırmamalı… Ömrünü tamamlamış variller ise bazen ortadan kesilip çiçek serasını gibi hizmet vermeye devam ediyor.
Bütün bu açıklamalardan sonra ikram edilen içecekleri usulen alıp hemen kadehleri arkadaşıma veriyorum. O lakır lakır viski içen tipik bir İskoç. Yazı bu kadar soğuk olan, kışını ise tahayyül dahi edemediğim bu ülkede soğuğada ancak böyle katlanılır diye düşünüyorum…
Aviemore üzerinden eve dönüyoruz. Son gecemde Büyük Britanya adasının meşhur yiyeceği ‘Fish and Chips’ ile karın doyurup golf kulübündeki danslı şarkılı eğlenceye gidiyoruz. Betty’nin oğullarından Rush koyu bir Beşiktaş’lıymış meğer. Üstündeki formayla beni şaşırtıyor!..
Ertesi sabah Betty ve Graham bana Edinburg’a kadar eşlik edip Londra’ya uğurladılar. Gidişte ve dönüşte transit geçtiğim ve keşfetme imkânı bulamadığım bu tarihi başkent genel görünüm itibariyle bana Londra’yı anımsattı.
Gerçek bir Türkiye tutkunu olan ve her sene en az iki sefer ülkemize gelen Betty’yi, ailesini ve ülkesini her şeyiyle çok sevdim. İskoçya’da çok hoşlandığım bir başka şeyde benim vazgeçilmezim; beş çayı keyfi oldu. Ama sütsüz içmek kaydıyla…
Bir doğa sever ne ister?.. diye sorunca; bu ülkeyi gördükten sonra benim vereceğim yanıt: “İskoçya gibi zengin bir tabiata sahip ülkesinin olması” olacaktır. Ancak ‘Para parayı çeker’ sözündeki gibi ‘Doğada doğayı çekiyor.’ Bir coğrafya ne kadar zengin tabiata sahipse o kadar bol yağmur alıp daha da bitki örtüsü artıyor… Biz ise güzel ülkemizde gitgide yeşili az betonu çok ortamlar yaratıp sonrada tabiatın gazabına uğrayınca acılar içinde kıvranıp gözyaşları döküyoruz.
İngiltere’ye kadar gidenlerin bir İskoçya kaçamağı yapmadan dönmeleri büyük kayıp. Hararetle tavsiye ederim. Ancak kış aylarına denk getirmemek kaydıyla!.. Ben kendi adıma ülkenin kalan bölümlerini ve aynı adanın diğer bölümünde yer alan İrlanda’yı ve Galler’i de birgün gidip görebilmeyi çok arzu ediyorum…