Daha önce İtalya’ya iki kez gitmiş olmama rağmen, 2003 yılı Kasım ayında radyo programı yaptığım esnada Pronto Tur tarafından hediye edilen 2 kişilik Sicilya turunu sevinerek kabul ettim. Bana göre İtalya sayısız kez gidilse dahi “Yeter artık!” dedirtecek bir ülke değil…
Hep İtalya’da Sicilya’nın, Fransa’da ise Korsika adasının methini duymuşumdur. Böyle güzel bir fırsat ele geçmişken asla kaçmazdı…
1993’te ilk kez gittiğimde kuzey İtalya’nın küçük tarihi ve güzel şehri Padova’da yaşayan bir dostumda 17 gün kalmış ve bu sayede Venedik, Verona, Mestre, Bassano del Grappa başta olmak üzere kuzeydeki birçok önemli şehir ve kasabayı gezme imkanı bulmuştum. Hatta dönüşte bir heves Casa d’Italia’da dil öğrenimine başlayıp başarı ile sürdürürken beklenmedik bir şekilde değişen koşullar sebebiyle devamını getirememiştim.
İkinci seyahatimde ise; 2000 yılı Eylül ayında Keldani, Süryani ve Ermenilerden oluşan bir Katolik gurubu; başlarında papazlarıyla ilk iki durağı Roma ve Vatikan’dan oluşan daha sonra Fransa’nın İspanya sınırına yakın Pirene dağlarının eteklerinde bulunan küçük kasaba Lourdes ile devam edip nihayet Paris’te noktalanan ve 10 gün süren Katolik haccı gezisinin rehberliği dolayısiyle gitmiştim.
Bayrama denk gelen 26-30 Kasım tarihlerini kapsayan seyahatimiz Atlas Jet’in dakik uçuşuyla başladı. İstanbul’dan bıçak gibi bir ayazda sabahın erken saatlerinde havalanan uçağımız Sicilya adasındaki iki havaalanından -diğeri Catania’da- Palermo yakınında olana inmek üzere alçalırken biraz türbülansa girince heyecanlandık. Ama iner inmez fark edilir derecede hava ılık ve gökyüzü de açık. Alandan Palermo’da kalacağımız otele kadar yaklaşık 1-1,5 saat süren yolculuk hiç sıkıcı gelmiyor.
Evvela panoramik şehir turu yapıyoruz. Haritaya bakıldığında çizme biçimindeki İtalya anakarasından Messina Boğazı ile ayrılan bu üçgen biçimindeki adanın yüzölçümü 25.707 km2. Nufus ise yaklaşık 5 milyon. Zaten Sicilya’nın sembolü de adanın üçgen biçimine binaen Trinacrea adı verilen üç bacaklı medusa. Bu kocaman adanın başşehri olarak anılan Palermo ise 698.556 nufusu ile Sicilya’nın en kalabalık yerleşim yeri. İtalya genelinde ise Roma, Milano, Torino ve Napoli’den sonra en büyük beşinci şehir.
Palermo’ya varana kadar da Akdeniz ikliminin tüm güzelliklerini gözlemleme imkânı ile yol almışken şehre girdikten sonra bu defa İtalya’ya özgü tipik tarihi çeşmeler, heykeller, kiliseler ve binalar sıklıkla göze çarpmakta. Kente genelde binaların dış cephelerindeki açık sarı tondaki renk hakimiyetinden dolayı sıcak bir hava hakim.
Otobüsümüz ilk olarak gezeceğimiz Palermo Katedrali’nin yanında bizi indirince dış cephede yine o açık sarı rengin hakimiyeti görülüyor. Bu önemli ve görkemli yapı Başpiskopos Gualtiero Offamilio’nun çabalarıyla;1184’de başlattığı evvelce adada varolan Müslümanlar döneminden kalma caminin asırlar süren seri yenilenme, ilâveler ve de değişikliklere uğratılması sonucunda meydan gelmiş. XIV. Yüzyılda çan kuleleri, XV. ve XVI. Yüzyıllarda ise birbiri ardına güneye ve kuzeye özgü stildeki kapılar ilave edilmiş.
Rehber içeri girmeden evvel Müslüman Araplar döneminde cami olduğu günlerden kalma kapının kenarında duvarda hala duran kabartma Arapça yazıyı bizlere gösteriyor. Katedralin içide dışı gibi ilginç bir çok ayrıntıyı barındırıyor. Mutlaka gezilmesi ve görülmesi gereken bir yapı.
Sicilya adasının tarih sahnesine ilk kez çıkışı M.Ö.VII. yüzyılda. Yunan kolonisi yerleşim merkezi olarak kullanımını takiben Fenikeliler, Romalılar, Araplar ve İspanyollarla devam eden değişik topluluk ve kültürlerin hakimiyetlerinden geçerek bugüne kadar gelmiş. Meraklısı açıp okusun derim. Zira özeti bile en az beş sayfa sürecek teferruatta…
Şu bir gerçek ki, zaten güzel olan coğrafyalar hep birilerinin iştahını kabartmış; dolayısıyla kendi kaderleriyle baş başa ve de rahat bırakılmamış…
Katedralin yakınında bulunan Porta Nuova XVI.yüzyılın ikinci yarısında Kral V Charles’ın ziyareti öncesi inşasına başlanan bugünkü haliyle ise tepesi piramit biçimli yapısıyla daha çok bir zafer anıtını andıran görünümde. Yakınındaki güzel parkta biraz zaman geçirip daha sonra öğle yemeği molasını takiben Abatellis Sarayı içinde yer alan dini konuları içeren ikona, tablo ve heykel ağırlıklı Sicilya Bölgesi Sanat Galerisini gezip Politeama Meydanı ve tiyatrosu ile aynı adı taşıyan otelimize gelip odalara yerleşiyoruz.
Otelimiz öyle merkezi bir yerde ve köşede ki; önünden dikey inen cadde meşhur Palermo limanına kadar gidiyor. Diğer ana cadde ise sağlı sollu en ünlü marka butikler, mağazalar ve restoranlar ve kafeler ile tam şehrin göbeğinde kaldığımızı bize gösteriyor. Yakın bir arkadaşım “Biz Roma’ya gidicez. Sicilya’da doğru düzgün alışveriş edecek bir yer olmaz!” demiş ve bu tura gelmemişti. Buradaki dükkanları, alışveriş açısından İtalya’daki başka herhangi bir yeri aratamayacak durumu gördükçe arkadaşımın kulaklarını çınlatıyorum.
İlk akşam yemeğimizden başlamak üzere; Sicilya’nın kendine özgü mutfağından deniz mahsulleri ve meşhur şarapları başta olmak üzere değişik lezzetleri tatmakla ve her yediğimizden sonra biraz daha mest olmakla, gözümüze gönlümüze olduğu kadar midemize de bayram ettirmekle geçecek vakit.
Bana göre zaten dünyada zengin çeşide sahip ve gerçek bir gurmenin damak zevkine hitap edecek lezzette üç mutfak vardır. Osmanlı, İtalyan ve Çin mutfakları.
Turumuz oda kahvaltı. Ertesi sabah erkenden yapılacak ve adanın ta öteki ucuna kadar gidilecek Etna ve Taormina gezisine katılıyoruz.
Heyecanlıyız çünkü ilk defa gerçek bir volkanik dağa gideceğiz. Daha Taormina’nın ne derece büyüleyici güzellikte bir yer olduğundan bi-haberiz.
Haritadan bakıldığında da görüleceği üzere adanın bir ucundan diğerine gidiyoruz, ancak yol boyunca bir iki kez keyifli molalar veriyoruz. Zaten her yerde şık villalar, bahçeli evler itinayla dikilmiş çiçekler bu adaya özgü Akdeniz çamı ağaçlar envai çeşit çiçek ve bitkiden oluşan ve göz okşayan bir tabiat var ki buna birde Akdeniz’in o benzersiz rengi ve görüntüsü eklenince yol kimseye uzun ve sıkıcı gelmiyor.
Bu arada herkes hazır Sicilya’ya gelmişken rehbere ünlü ‘Mafya’ yı soruyor. Cevap açık ve net “Hepsi Amerika’ya gitti! Burada kimse kalmadı…”
Neyse yaklaşık 2,5 – 3 saat gibi bir yolculuk sonrası Avrupa’nın en büyük ve aktif yanardağı Etna’ya geliyoruz. Etna’nın yüksekliği 3.350 metre, yüzölçümü 1.570 km2 ve 200 km lik bir alanı kaplıyor. Biz, 1800 metre yüksekliğindeki 2. krater Silvestri’ye kadar otobüsle çıkıyoruz. Zaten daha yukarı gitmek isteyenler ancak 2.500 metreye kadar ve de jiplerle çıkabiliyorlar. Yanardağ en son lâv püskürttüğü 1995 yılına kadar 140 kez faaliyete geçmiş. Son püskürtmede ise lâvlar Zafferana kasabasına 300 metre kala durmuş.
2. krater Silvestri’ye ulaşmak için gittikçe dikleşen tırmanışımıza başlıyoruz. Normalde bitki örtüsü Akdeniz çamı, meşe, kestane ve huş ağaçlarıyla kaplıyken yukarıya doğru etraf tamamen tabiattan arınmış ve koyu gri hatta yer yer siyah görüntüye bürünüyor. Topraktan, kaya parçalarından ara ara duman tütüyor. İnsanın içi ürperiyor ne de olsa ne zaman tekrar faaliyete geçeceği belli olmayan bir volkanik dağın tepesindeyiz!..
Otobüsten indiğimiz an öyle sert esen bir rüzgâr bizi karşılıyor ki hepimiz kendimizi koşar adımlarla orada bulunan restoran-kafeye atıyoruz. Dışarıdaki panoramik manzaraya karşın aşırı soğuk ve rüzgârdan dolayı herkes içerde. Kimimiz yemek yiyor, bazılarımız İtalya’nın birbirinden ilginç kahvelerinden içiyor. İçerideki dükkandan hediyelik eşya bakıyor birileri. Ben kart koleksiyonuma buranın birkaç güzel resmini alıyorum…
Yaklaşık 40-50 dakika süren bir moladan sonra Etna’dan Catania’ya hareket ediyoruz. Yani Palermo’dan sonra Sicilya’nın ikinci büyük şehrine. Yaklaşık 350.000 nufuslu bir kıyı kenti burasıda. Gezilip görülecek yerler arasında başlıca Sant’Agatha Katedrali, 1736’da yapılmış Fil Çeşmesi, Roma Amfitiyatrosu, Ursino Şatosu, XVIII.yüzyılda yapılmış Garibaldi kapısı ve muhteşem binasıyla 1890’da açılan Bellini tiyatrosu var.
Bana nedense Palermo’dan sonra Catania’nın caddeleri dar ve gün ortası olmasına rağmen sokakları kasvetli ve bina cepheleri kir pas içindeymiş gibi geliyor…
Az sonra vardığımız bir yanı Etna’ya diğer yanı Akdeniz’e bakan tepede kurulmuş sevimli mi sevimli bir Orta Çağ kasabası Taormina’ya varınca hepimiz büyüleniyoruz. Otobüsler son derece sert ve dik virajlı yoldan çıkamayacağı için bizleri aşağıda bırakıyor. Taormina’ya büyük asansörlerle çıkıyoruz.
Bütün öğleden sonra buradayız ama yetmiyor! Burada kalmak lâzım. Her tarafı çiçeklerle bezeli sokaklar ve evler, buraya özgü el işleri ve seramiklerin satıldığı irili ufaklı şık butikler. Manzaraya veya ara ara açılan meydanlıklara bakan birbirinden çekici restoran ve kafeleri bir de adım başı tarihi çeşme, kilise, heykel ve katedraliyle masal aleminde gibiyiz. İtalya’da gitmişseniz bilirsiniz istisnasız her yer ‘siesta’ yapar. Yani saat 13’de kepenkler iner, kapılara kilit vurulur saat 16’ya kadar. Bankalar, devlet daireleri ve tüm dükkanlar… İşte bizde tam siesta zamanı Taormina’dayız! Açız ve bu güzel manzaraya karşı yemek yemek istiyoruz ama hangi restoranın kapısına el atsak kilitli. Sonunda meydana bakan bir kafe restorana oturup oraya özgü şekil itibariyle bizim içli köfteyi andıran ancak dış çeperi pirinç içi peynirli veya etli iki ayrı çeşidi bu özgün yemekten ısmarlıyoruz. Çabucak getiriyor garson kız.
Sokaklar bir daralıyor birden küçük bir meydana açılıyor, veya anide kendinizi muazzam bir manzaraya karşı terasta buluyorsunuz. Her tarafta rengarenk sardunyalar ve portakal ağaçları… San Nicolo katedrali önünde bulunan mitolojik figürlü heykellerin olduğu çeşme, saat kulesi ve 5400 seyirci kapasiteli Grec Tiyatro buradaki sayısız tarihi eserden hemen sayılacak birkaçı.
Hafiften hava kararmaya başladıkça buranın atmosferi ve manzarası daha da egzotik bir hal alıyor. Taormina öyle günübirlik geziyle falan değil başlı başına kalmak için gelinecek bir yer. Hatta ben balayına çıkanlar veya birbirine yeniden aşık olmak isteyenler buraya gelse diyorum. Tam aşık olunacak ve aşk yaşanacak bir yer… Kasım ayında bile bu kadar hoş bir ambiyansa sahipse ben yaz aylarında burayı tahayyül edemiyorum!..
Ayaklarımız geri geri giderek otobüse dönüyor ve Palermo’ya hareket ediyoruz. Şöförle sohbet edip akşam gitmek üzere ondan bizim otel yakınlarındaki tipik bir Sicilya lokantası’nın adresini alıyorum. Akşam gittiğimizde yalnızca Sicilyalıların olduğu kapıda sıra beklenilen ve yöreye özgü deniz mahsullü makarnaların ve balıkların yendiği ve nefis kendi imalatları şaraplardan ikram edilen harika bir yerde buluyoruz kendimizi. Yemek çok keyifli geçiyor. Zaten buraya geldiğimizden beri hiçbir nahoşluk yaşamıyoruz. Annemse İtalya’ya ilk kez gelmenin şokunda ve mutluluktan uçuyor.
Ertesi gün benim yarım yamalak İtalyancamla -sıkışınca tabii ki Fransızca- sorarak bilgi edinip otelimize yürüyerek yarım saat kadar mesafedeki tren garına gidiyoruz. Oradan doğruca, bilet alıp tapınaklar vadisiyle ünlü 55-60.000 nufuslu Agrigento adlı küçük şehre yollanıyoruz. Tren epeyce bir kıyı şeridinden gidiyor sonra adanın iç kesimine doğru dönüyor zira Agrigento ile Palermo tam sırt sırta.
Sicilya’da adanın üç ayrı kıyı kesimine denk gelen Akdeniz değişik isimlerle tanımlanıyor. İtalya anakaradan taraf Messina Boğazı tarafına İon denizi, Palermo tarafına Tirreno, Agrigento tarafı ise Sicilya denizi diye adlandırılıyor.
Agrigento, Sicilya’daki Yunan kentleri içinde döneminin en görkemlisi. “Agrigentolular bu dünyanın nimetlerinden yarın ölecekmiş gibi faydalandılar fakat binalarını ise sonsuza dek yaşayacaklarmış gibi inşa ettiler” deniyor. Tapınaklar Vadisi olarak adlandırılan yerde Concord tapınağı, Olympialı Zeus Tapınağı ve Hera tapınağı var…
Trenden inince çok yüksek dağ yamacında kurulmuş olan bu göz alabildiğine manzaralı şehirde geziniyoruz. Acıkıncada oturup tepedeki manzaraya nazır bir restoranda yemek yiyoruz. Annem “Dünden yorgunum halim yok. Tapınaklar vadisine gitmeyelim!” diye su koyuyor. Halbuki gardan çıkışta bilgi aldım, hemen önünden oraya giden otobüsler kalkıyor. Neyse çaresiz kabul ediyoruz çünkü gidersek çok büyük bir alanı kapsayan bu arkeoloji şaheseri vadiyi gezmek için epeyce yürümek lâzım. Yemekten sonra tekrar şehirde turluyor ve dönüp gardan trenle akşamüzeri Palermo’ya dönüyoruz.
Ben kendimi otele yakın caddelerden birindeki müzik markete atıp satıcı kıza “radyoda program yapıyorum” deyince bir özel servis alıyorum ki… Saatler boyu değişik cd’ler dinliyor evvelce bildiğim Eros Ramazzotti, Tiziano Ferro, Gigi d’Alessio gibi sanatçıların yeni albümleri dışında ilk kez dinlediğim Nek ve Luca Carboni’de alıyorum. Uzun müddet ortalarda gözükmeyince bizimkiler meraklanmış, benimse keyfime diyecek yok!..
Kaldığımız Politeama Oteli yakınında yalnızca Palermo’nun değil Avrupa’nın en büyük, en saygın sanat ve kültür merkezlerinden Massimo Tiyatrosu bulunuyor. İnşasına 1875’te başlanmış ve 1897’de tamamlanmış. 8000 m2 alan kaplıyor harika görünümlü dış cephesi neo-klâsik tarzda. Ablam ve ben burada bir konser, bir gösteri izlemek istiyoruz. Mühim olan o binanın müthiş atmosferini yaşamak. Ama ne yazık ki yönetimle sanatçılar arasındaki bir itilâf nedeniyle konser son anda iptal ediliyor!.. Bunu da kapı önüne röportaj için gelen basın mensuplarından ve kameramanlardan öğreniyorum…
Bizde geç vakte kadar açık olan Palermo pazarına gidip geziniyor ufak tefek alışverişte bulunuyoruz.
Ertesi gün yine gardan trene binip bu defa Palermo’nun doğusunda ve Tiran denizi kıyısında bulunan Sicilya’nın en önemli turizm merkezi ve balıkçı kasabası Cefalu’ya gidiyoruz. Kıyı boyunca sergi gibi yayılmış satıcılar, deniz kenarındaki restoranlar; iç kesimde ise daracık sokaklar ile yine tipik bir Akdeniz kasabası. Kasım ayında bile bu kadar hoş olan bu adayı ben yaz aylarında artık tahayyül edemiyorum!..
Cefalu’nun birde XII. Yüzyılda inşa edilmiş Normandiya stili katedrali ve XV. Yüzyıldan XVII. Yüzyıla kadar yapılmış değerli tabloların sergilendiği Mandralisca Müzesi var.
Deniz kenarındaki restoranlardan birinde mükellef bir öğle yemeği yiyoruz. Açık büfede sunulan mezelerin, zeytinyağlıların ve salataların ne kadar güzel ve leziz olduklarından hiç bahsetmiyeyim.
Ünlü gezgin Prof. Orhan Kural; Sicilya’yı yazarken meşhur Alman şair Goethe’nin “Sicilya’yı görmeden İtalya’yı tanıyamazsınız; çünkü her şeyin sırrı Sicilya’da gizlidir.” Diye boşuna dememiş diyor. Her ikisine de yerden göğe kadar hak veriyorum. Bu geziye çıkmadan önce İtalya’nın tarihi ve doğal güzellikler açısından fevkalâde olduğunu biliyordum ama Sicilya gerçekten bambaşka bir güzellikte.
Son günümüzü Palermo’da dolu dolu gezerek ve bol bol alışveriş ederek geçiriyoruz. Hareket gece geç vakit nasıl olsa. Yakında başlayacak Noel döneminin süsleri ve ihtişamı şimdiden başlamış. Her taraf süslü püslü ışıl ışıl. İtalya’nın meşhur büyük mağazalar zinciri Rinascente’ye bir giriyoruz iç giyim dış giyim derken öyle şık ve uygun fiyatlı şeyler buluyoruz ki almamak mümkün değil.
Ben normalde hiç sevmem olur olmaz alışveriş etmeyi. Her şeyin güzeli nasıl olsa var memleketimizde ama hakikaten insan kelepir bulunca da almadan edemiyor. İtalyanlar da yaşamayı çok iyi bilen, gerek yemek gerekse giyim zevkleriyle ve bilhassa gerek klâsik gerekse günümüzdeki müzikleriyle bana çok hitap eden bir millet olmuştur daima.
Dayanamayıp daha evvelki İtalya seyahatlerimde yaptığım şeyi yine yapıyor birde markete gidiyorum. Böylece rizottolar, minestroneler, çeşit çeşit makarnalar da bavula giriyor. Görende beni kıtlık olan bir ülkede yaşıyor zannedecek!..
Ama ne demiş eskiler; ‘Ağız yediğini sırt giydiğini ister’ buranın mutfağından da bir şeyler almak gerek.
Dönüşte Pronto Tour’un sahibi Ali Onaran’a tekrar tekrar teşekkür ediyorum. Belki bir gezgin olarak bunu söylemek hoş olmayabilir, çünkü üyesi olduğum ‘Gezginler Kulübü’nün sloganıdır “Bin kere duymaktan bir kere görmek iyidir” ama ben diyorum ki; bazı coğrafyalar beni hiç çağırmıyor bir kere bile gitmek için ilgimi çekmiyor! Buna mukabil İtalya ve Fransa yüz kere bile gitsem doyamayacağım ve sıkılmayacağım iki ülke. Bu seyahatten sonra ise kısmet olursa Sicilya’ya yaz aylarına denk gelecek şekilde ve 10-15 gün kalmak üzere tekrar gitmeyi arzu ediyorum. Daha görülecek başta Siracusa, Naxos ve Segesta olmak üzere bir yığın yer ve tabii ki ve de illâ ki Taormina var!..