İlk açık deniz deneyimim bir mart ayında ve çok fırtınalı bir havada oldu. Yaklaşık bir hafta kara görmeden seyir yaptım. Deneyimsizliğimden dolayı başıma ne geleceğini çok bilmiyordum. Hazırlığım daha çok soğuk havaya karşı bedenimi korumaya yönelikti.. Oysa sanrılar görmeye kadar uzanacak günler süren zorlu bir seyahata hiç tanımadığım beş kişi ve eşimle yola çıkmıştım.

Bu tip seyahatlerde seyire çıkmadan önce ortak bir para konup kumanya alınır ve dönüşümlü yemek yapılıp bulaşıklar yıkanır. Gece gündüz süren seyir esnasında dönüşümlü vardiyalar tutulur. Genel kural herkes her işi yapar şeklindedir. Seyire çıkmadan çifter çifter üç vardiya tutmak üzere sistemimizi kurduk. Altışar saat olarak belirledik ama fırtına ve soğuk artınca vardiyaları iki saate indirmek zorunda kaldık.

Başlangıçta tekne arkadaşlarımla ilgili bir bilgim yoktu, onları hiç tanımıyordum. Tek bildiğim hangi şehirden geldikleriydi o kadar.Herkesin ortak hedefi fırtınada denizciliğini geliştirmek ve hedefimize varmak diye düşünüyordum ama bir haftayı geçirdiğim insanların hayat hikayelerini ancak salimen karaya ulaştığımız gün öğrendim.. Aramızda çok hırslı denizciler olduğu gibi, tam romanının ortasında bu seyahate katılmış bilimkurgu romanları yazarı, birkaç kez intihara kalkışmış hayatını sorgulayan bir ispanyol, kendisini dünyanın merkezinde sanan hiçbir şey yapmak istemeyen hala neden geldiğini anlayamadığım bir genç, tek derdi balık avlamak olan bu nedenle de en zor gece vardiyalarını gönüllü tutmak isteyen bir doktor, çok iyi denizci olan ve denizde olmayı sevdiği için gelen eşim ve sonuçlarını fazla düşünmeden her türlü maceraya bodoslama atlayan ben…

Fırtınayla, rüzgarla, dalgalarla boğuşurken fazla düşünüp yargılayacak hali olmuyor insanın. Ona rağmen ortak hedefe yönelmiş ve teknesini salimen kıyıya yanaştırmaya çalışan yedi kişi çok hızlı bir şekilde derin bağlar kuruyor birbirleri hakkında bir şey bilmeseler de. Sonuçta hiç tanımadığınız insanlara hayatlarınızı teslim ediyorsunuz.

Günler sonra “sıfatlarını” öğrendiğim insanların kimliklerinin hiçbir önemi kalmamıştı artık. Ben onları çok daha derinden tanıma fırsatı bulmuştum. İçlerindeki savaşçıyı, merhameti, dostluğu veya bencilliği görmüştüm. O bir doktor mu, iş insanı mı, marangoz mu, ev kadını, astrolog veya bilim insanı mı… artık gerçekten çok boş ve anlamsızdı…

Aynı deneyimi büyük Marmaris yangınlarında yaşadım. Biranda birbirini hiç görmemiş bir grup insan biraraya gelip ekipler oluşturdu ve günlerce uykusuz birlikte koşturdu. Adını sormaya dahi zaman bulamadığım insanlara sarılıp ağlarken buldum kendimi… Sonradan mesleklerini ve soyadlarını öğrendiğim insanların bu sıfatlarının hiçbir önemi kalmamıştı bir kez daha.. Ben onların içlerine “öz”lerine yaklaşma fırsatı bulmuştum.  En zorlu koşullardaki tutumlarını, insanlıklarını görmüştüm. Gözüm kapalı güvenebileceğimi biliyordum artık. Felaketlerde, sıradışı olaylarda sanıyorum kontrolü kaybetiği için insanların gerçek halleri perdesiz çıkıyor ortaya. Aslında çok fazla soru var kafamda dönüp duran bu konuda.

Soruyorum kendime bir insan ne zaman yabancıdır?
Ne zaman tanıdıktır veya çok yakını?
Bir insan ne kadar tanınabilir?
Ne kadar zaman gerekir tanıyorum demek için?
Ne kadar zaman gerekir bir insanı sevmek için?
Zaman mı belirleyici olan?…

Dolunay Kışlalı Edis