Bu ay Tunus hakkında yazı yazmaya başlamış ve epey bir yol katetmişken, 11.Aralık.2004 cumartesi günü üyesi olduğum Gezginler Kulübü’nün tertip ettiği gezi bu ayki yazımda değişiklik yapmama neden oldu!.

 

Her ayın ilk Çarşamba akşamı Sultanahmet’te Armada  Oteli’nde yapılan aylık toplantıların haricinde, üyelere yönelik gerek İstanbul’da gerek dışında dernek başkanı Sayın Prof. Orhan Kural’ın önderliğinde gezilerimiz oluyor. Bende seyahatte değilsem mutlaka katılmaya çalışıyorum çünki kaçırılmayacak kadar ilginç etkinlikler oluyor genelde…

 

Mesela geçen yıl, -şu sıralar tartışmaların odak noktası olan- Sayın Patrik Bartholomeos tarafından özel davetli olarak; Taht Salonu’nda karşılanıp bizlere verilen bir resepsiyonla başlayan ve üniversiteli bir Rum gencinin eşlik ederek verdiği detaylı açıklamalar -hatta kimseyi sokmadıkları bölümlere kadar göstererek- ve sorularımıza sabırla yanıt vererek yaptığı mihmandarlıkla unutulmaz bir Fener Rum Patrikhanesi ziyaretimiz olmuştu. Ayrıca Sabancı Müzesi ve Darıca’daki -Türkiye’deki tek Avrupa Hayvanat Bahçeleri Birliği’ne üye- Hayvanat Bahçesi’nin de ziyaretinde bulunmuştuk. Bu tip etkinlikler biz üyelere özel, ücretsiz hem ayrıcalıklı ilgi ve açıklamalarla hemde sonunda çay, kahve, meşrubat ve tatlı tuzlu ikramlar eşliğinde gerçekleşiyor… Üstelik her üyenin bir de misafir götürme hakkı var…

 

 

Geçtiğimiz Ramazan ayında da aynı şekilde Sütlüce’de bulunan Rahmi Koç Müzesi’ni ziyaret ettik…

 

Bundan birkaç sene evvel sanırım Aktüel’de -veya Tempo’da- Fener’deki Rum Lisesi ile ilgili bir roportaj yayınlanmış ve müthiş ilgimi çekmişti. Ogün bugündür bu okula gitmek için müthiş bir arzu duymaktaydım ama böyle yerlere çat kapı gidilemeyeceğini bildiğimden içimdeki isteği hep erteliyordum.

 

Kulüp aktivite programında ’11.Aralık Cumartesi günü saat 11’de Fener’de bulunan Kırmızı Okul ziyaret edilecektir’ ibaresini görünce sevinçten uçtum! Bu kaçırılmaz bir fırsattı…

 

Sabah 10’dan itibaren Balat’taki tarihi işkembecide toplanmaya başladık. Çay kahve ve sohbet derken 25-30 kadar üyenin katılacağı anlaşıldı ve grup okula doğru yürüyüşe geçti. Daha doğrusu tırmanışa!

 

Gazetelerde epey haber oldu bilirsiniz İstanbul’un eski ve tarihi dokularından Balat’ta muazzam bir restorasyon olacak. Hakikaten ara sokaklara girip hayli tepede olan okula doğru tırmandıkça sokak aralarında mücevher gibi, ancak son derece bakımsız ve kaderine terk edilmiş irili ufaklı tarihi evler ve metruk binalar görmeye başladık.

 

Okula yaklaştıkça yol o kadar dikleşti ki yağmur yağarsa diye elime aldığım şemsiyeyi baston niyetine kullanması için bir üyemize verdim. Bir yandan da “Kar yağdığında kötü hava koşullarında bu çocuklar nasıl gelip gidiyor?” diye söylenmeden edemedim.

 

Basamakları saymadım ama epey bir merdiven çıktıktan sonra okulun bahçesine nihayet ulaştık! Eskilerin ‘Her nimet bir külfet getirir’ sözündeki gibi güzelliğinden ve gizeminden emin olduğum bu mekânı daha ziyarete başlamadan neredeyse iflâhımız kesilmişti ama karşımızda öyle bir manzara duruyordu ki görmek lâzım…

 

Ana kapıdan içeri girdik son derece ferah geniş ve yüksek tavanlı bir ortamda kendimizi bulduk. Başta okul müdürü Sayın Niko A.Mavrakis olmak üzere görevliler bizi gayet sıcak ve samimi bir biçimde karşılayıp “Hoş geldiniz” dediler.

 

Karşımızda ve sağ üst tarafta bulunan kocaman bir pankartta Okulun resmi ve altında 1454’den-2004’e yazıyordu. İnanılmaz bir şey 550 yıldır eğitim veren bir kurumla karşı karşıyaydık!

 

Sol üst tarafta ise girişten itibaren okulun zeminindeki taşlarda ‘Eski Yunanca’ harflerle yazılı olan ve diğer katlara çıktıkca yerlerde yazmaya devam eden öğrencilere hoş bir öğüt mahiyeti taşıyan sözlerin yer aldığı diğer pankart bulunmaktaydı;

 

‘Kurallara Uy, Bilgiyi İste!

Bana Bilgisiz Gel! Ve Bu Eğitim Yuvasında Bilge Ol!

Zamanın Kıymetini Bil!

İnsanı Sev, Kendini Tanı! Erdemli Ol!

Barışı İste, Merhametli Ol!’

 

Müdür Niko Bey’in etrafına toplanıp okul hakkındaki tarihçeyi dinlemeye başladık…

 

İstanbul’un Fatih ilçesi Fener semti Tevkii-Cafer mahallesinde bulunan bugünkü okul binasının temeli 1881 yılında atılarak 1883 yılında tamamlanıp hizmet vermeye başlamış. Şimdiki binasına yerleşmeden önce de ‘Fener Rum Mektebi’ adıyla çeşitli semtlerde eğitimine devam etmiş. Bu mektep Rumların İstanbul’da açtıkları en eski okul. Fetihten önce Patrikhanenin himayesinde ‘Patrikhane Akademisi’ adı altında faaliyet gösteriyormuş…

 

Fetih yıllarında eğitim bir süre kesintiye uğramışsa da o zamanki Patrik Gennadios Sholarios Fatih Sultan Mehmet’le görüşmüş ve okul İstanbul’un fethinden bir yıl sonra Padişahın özel izniyle tekrar kurulmuş. 1454 yılından itibaren ‘Fener Rum Mekteb-i Kebiri’ adı altında yeniden eğitime başlamış. Patrik okulun müdürlüğüne kendi öğretmeni Mateos Komariotis’i atamış.

 

Okul genel olarak Patrikhane çevresinde bulunmuşsa da 1803 yılından başlayarak bir süre Kuruçeşme’de Aleksandros Mavrokordatos adlı bir şahsın konağında eğitim vermiş. 1850-51 eğitim yılında kesin olarak Fener semtine geri gelmiş ve bu defa Hacı Hanannon adlı kişinin evine taşınmış. 1852 ile 1877 yılları arasında ise bugünkü Patrikhane Kilisesi’nin karşısındaki bir evde, 1877’den 1882 yılına kadar da İzmit Metropoliti Dionisios’un evinde eğitim verilmiş ve nihayet 1883 yılında bugüne kadar eğitim verilen yeni binasına taşınmış.

  

1881’de Patrik III.İoakim’in teşviki ve hayırsever kişi ve kurumların katkısı ile Fener’de İstanbul’un 5. tepesindeki bu binanın inşaatına başlanmış. Mimar K. Dimadi tarafından çizilen plân ile okul binasına kanatlarını açmış kartal görünümü verilmiş. İnşaata tam 17.210 lira sarfedilmiş. Bu miktarın 1500 lirasını banker Yorgi Zafiris, 3700 lirasını Aynaroz’daki Vatopedi Manastırı ve 200 lirasını ise Rum zenginlerinden Zafiropulos ve Koronios adlı kişiler vermişler.

 

Asırlar boyunca okulun kullanmış olduğu isimler şöyle:

 

Patriklik Akademisi

Ulusun Büyük ve Merkezi Müzesi

Kuruçeşme Eğitim Müzesi

Mekteb-i Kebir

 

Bina baştanbaşa kırmızı tuğla ile yapıldığından halk arasında ‘Kırmızı Okul’ diye anılmakta.

 

Fener Rum Mektebinin eğitim tarihi iki devreye ayrılıyor. XV. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla kadar devam eden birinci devrede okulda akademi programı uygulanmış, ikinci devrede ise eski karakterini terk ederek bugünkü halini almış.

 

Mazisi İstanbul’un fethinden bile öncelere dayanan bu okulun  mezunlarından birçok kişinin İtalya’ya giderek Rönesans’ın tohumlarını ektikleri rivayetler arasında. Bir başka rivayet ise Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerinden, hatta Avrupa’dan talebelerin en tercih ettiği okul olduğu. Çünkü bu okuldan mezun olanlar Osmanlı devlet idaresinde fiilen görev almışlar, kutsi Saray büyük Tercümanlığından Eflâk ve Boğdan valiliğine kadar yükselmişler…

 

XIX.asır başlarında okul Yunan dili sözlüğü çalışmalarına da önderlik yapmış…

 

1904 yılında okulun bahçesine beden eğitimi binası yapılırken yine harcanan 2500 lira hayırsever banker Evyenidis’den, aynı tarihlerde ki onarım için gereken 1500 lira ise Zarifiler Ailesi’nden gelen bağışlarla sağlanmış.

 

İlk zamanlar Okulda Lisan-Gramer ve Felsefe okutulmuş. 1900’lü yılların başlarında pedagoji dersi eklenerek mezun olanlara tüm Osmanlı İmparatorluğundaki Rum okullarında öğretmenlik yapabilecekleri diploma verilmiş.

 

1907-1924 yıllarında okulda ayrıca dört yıllık eğitim veren bir müzik okulu açılarak kiliselerde ilâhi okuyanlar yetiştirilmiş.

 

Bugün ise Lozan Anlaşması’nın ‘Azınlık Okulları’ statüsü ile Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı. 7-12 olmak üzere 6 sınıf var. Milli Eğitim Bakanlığı müfredatınca öngörülen derslerin dışında Yunan dili dersi verilmekte. Türkçe okutulan Edebiyat, Tarih, Coğrafya, Sosyoloji dersleri dışındaki dersler Rumca okutulmakta.

 

Bay Mavrakis açıklamaları o kadar düzgün ve aksansız bir Türkçe ile veriyor ki şaşırmamak mümkün değil! -Ben şahsen o tatlı Rum aksanından pek hoşlandığım ve taklit kabiliyetim dolayısıyla hemen kaptığım için Müdür beyden malzeme çıkaramamanın üzüntüsünü yaşıyorum- Bilâhare Niko Beyin İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nden Biolog olarak mezun olduğunu ve okulda 1992’den beri müdürlük görevini sürdürdüğünü öğreniyoruz.

 

Geçmişi 550 yılı aşan bu eğitim kurumunu ziyarete gelmiş olmanın heyecanına bir de Müdür Niko Beyin açıklamalarının uyandırdığı merak eklenince sabırsızlıktan yerimizde duramaz hale geldik.

 

 

Neyse, Müdür Bey önde biz arkada evvelâ girişteki geniş holün hemen karşısında bulunan muhasebe bölümünden başlıyoruz gezmeye. Geniş salonun sağ tarafı muhasebe ama solda upuzun dikdörtgen etrafında iskemleler dizili masayı biz toplantı salonu zannediyoruz. Kendisi “Hayır, burası ziyaretçiler için bekleme bölümü!” diyor. Daha sonra da anlayacağımız üzere burada hiçbirşey alışıldık ve sıradan değil. Masalar, iskemleler, dolaplar herşey ama herşey fevkalâde eski ve rafine bir zevkin ürünü.

 

Buradan çıkıp sola merdivenlere doğru yöneliyoruz. İlk girdiğimiz sınıf adeta üniversite anfisi gibi. Zemin, katlardan oluşuyor ve ikişer kişilik öğrenci sıraları bu kat kat ahşap zemin üzerine sıralanmış. Hem tahtayı görme sorunu yok, hem de tembel öğrencilerin arka sıralarda oturup kaytarma şansları sıfır!

 

Zaten şu anda İstanbul’da 2000 Rum kalmış o yüzden okulun tüm öğrenci sayısı 49 kişiymiş! Geçen yıl mezun olan 10 kişinin nerdeyse tamamı üniversitede gayet iyi yerleri kazanmışlar…

 

Bir kat yukarı çıktığımızda Müdür Niko Bey bizi toplantı, konferans, konser benzeri etkinliklerin düzenlendiği müthiş salona alıyor. Sahne tarafındaki duvarlarda okulun kurucusu Patrik Genadios’tan emeği geçen öğretmenlere değişik tablolar ve portreler görüyoruz. Tavanda ise bir kandil ve etrafa saçtığı ışık elips bir zeminin ortasına resmedilmiş ki eğitimin önemini ve insanları nasıl aydınlattığını simgeliyor.

 

Seyircilerin olduğu tarafta ise okula yüklü bağışlarda bulunmuş hayırseverlerin isimlerini veya resimlerini duvarlar boyunca görüyoruz. Sahneye geçip aramıza Müdür Bay Mavrakis’i alarak hatıra resmi çektiriyoruz…

 

Bu arada bize 18 Aralık’ta yapılacak kermes sonrası Selânik’ten gelecek iki sanatçının bu salonda bedava konser vereceğini müjdeliyor. Bizde hemen haftaya buraya tekrar gelmeye sevinerek karar veriyoruz.

 

Daha sonra girdiğimiz ahşap blok halinde anfili salon ise okulun fizik laboratuarı. Burada hepimiz oturup hem resim çektiriyoruz hemde Müdür Bey’in anlattığı; öğretmen konusunda yaşanan gerek ödenek gerekse atama sorunlarını ilgiyle dinliyoruz. Bu arada Müdür bey öğrencilerin okula servisle ve diğer kapıdan gelip gittiklerini belirtiyor.

 

Görüldüğü kadarıyla binayı silip süpürmeye bakımlı tutmaya ne temizlik malzemesi ne de hademe yetişecek gibi değil.

 

Gezimiz daha sonra biyoloji ve yabancı dil laboratuarlarını ve de kütüphane ve bilgisayar bölümlerini görerek sürüyor… Her taraf bakıma muhtaç! Hatta esas büyük kütüphane salonu damı aktığı ve kitaplar zarar gördüğü için bina içinde başka tarafa taşınmak zorunda kalmış.

 

Bakım ve onarım çok büyük harcamalar gerektirdiği gibi; Anıtlar Kurulu’nun izni olmaksızın bir çivi dahi çakılamıyor ve de yapılan onarım aslına uygun değilse onay alınamıyormuş!

 

Adeta Harry Potter filminin plâtosunda gibiyiz. Bu okul insanda her an bir köşeden tarihi giysiler içinde birileri fırlayacakmış gibi bir his uyandırıyor…

 

Buraya kadar geniş basamaklıyken merdivenler, bu defa son derece dar ve tahta çık çık bitmiyor. Ama sonunda teleskopun olduğu bölüme ulaşıyoruz. Ne yazık ki çalışmıyormuş! Onunda onarıma ya da yenilenmeye ihtiyacı var anlaşılan…

 

Okul tavan yüksekliği 5 metre olan 5 kattan oluşuyor ancak kulelerin yüksekliğini de katınca bina 40 metre boyunda. Birde konum olarak tepede bulunduğundan hepimiz pencerelerden kuş bakışı panoramik Haliç manzarası izliyoruz.

 

Teleskopun olduğu kuleden terasa çıkılıyormuş ama yeni çinko ve zift kaplandığından üzerinde yürünürse zarar göreceğini, dolayısıyla çıkmamızın mümkün olamayacağını söylüyor Bay Mavrakis…

 

Yine dar basamakları takip ederek iniyor ve kermes hazırlıklarının yapıldığı geniş bir salona giriyoruz. Belli ki Rum hanımlarının marifetleriyle hazırlanmış; çok şık yılbaşı sepetleri, değişik hediyelikler masalarda ‘Kermes’ gününü bekliyor…

 

Giriş katına tekrar indiğimizde bu defa dolaplarda sergilenen bilhassa okullar arası tiyatro müsabakalarından alınma ödülleri ve üniversite sınavında başarılı olan öğrencilerin asılı olduğu ‘Şeref Listesi’ndeki resimleri inceliyoruz.

 

Son olarak girişte solda değişik oturma gurupları bulunan bir salona buyur ediliyoruz. Üç saati aşkın bir süredir buradayız ve epey yorulmuşuz. Bizim için uzun bir masa üzerine hazırlanmış ikramları ve içecekleri keyifle ve sohbet ederek tüketirken guruptan birisi “Sen Rumca şarkı biliyordun, hadi bize okusana hazır buradayken” diyor. Yine yakalandık! Müdür Beyden eğer sözlerde yanlışlık olursa diye peşinen özür dileyip Harris Alexiu’dan Ola Se Thimizoun ve Telli Telli’yi okuyorum. Böylece tereciye tere satmış olarak ziyaretimizi noktalıyoruz.

 

Müdür Bey, bizlere okulla ilgili broşür doküman ve de üzerinde okulun resminin bulunduğu mouse pet’ler hediye ediyor. Bu, bilgisayar kullanan kullanmayan herkesin pek hoşuna gidiyor doğal olarak. Bu arada kartvizitini de alıyorum isminin altında ‘Özel Fener Rum Erkek Lisesi Müdürü’ ibaresi var ama okul yüzyıllarca erkek mektebi olmasına rağmen bugün karışık eğitim vermesine karşın 49 öğrencisiyle zor ayakta duruyor ne acıdır ki…

 

Okulu, Müdür Niko A.Mavrakis Beye tekrar tekrar teşekkür ederek bu defa diğer kapıdan çıkmak suretiyle terk ediyoruz. Yalnız, Başkanımız Orhan Kural Bey rica etmiş; çıkışta hemen solda bulunan Meryem Ana Kilisesi’ni bizim için özel olarak açıyorlar ve onu da ziyaret ediyoruz.

 

 

Duvarda bulunan iki adet çerçevede Fatih Sultan Mehmet’in birçok kilise -başta Aya Sofya olmak üzere- camiye döndürüldüğünden buraya dokunulmasın diye yayınladığı fermanlar bulunuyor.

 

Onun için bize kiliseyi açan görevli bayan “Bu kilise orijinal haliyle duran tek kilisedir” diyor.

 

Acaba Unkapanı’na giderken kaçımız sağ tarafa doğru dikkatlice bakıp tepede duran bu kırmızı tuğladan görkemli binayı fark etmişizdir? Ya da Eyüp’e giderken yolun hemen solundaki cıvatalarla birleştirilerek inşa edilmiş metal Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin farkındayız…

 

Allah’ın her türlü zenginliği ve güzelliği öylesine cömertçe bahşettiği bir şehirde ve bir ülkede yaşıyoruz ki; acı olan çoğumuzun bu değerlerin bir çoğunu göremez bir halde ya da görse de ilgilenmemeyi tercih ediyor vaziyette olması…

 

Bu güzelliklerin, zenginliklerin çoğu kaderlerine terk edilmiş, yanlışlıkla çöpe atılmış mücevherler gibi bulunmayı, silinmeyi, parlatılmayı ve lâyık oldukları vitrinlerdeki yerlerine konulmayı bekliyorlar…

 

Ben kendi adıma, bu geziye iştirak ettiğim ve gördüklerimi duyduklarımı derKi vasıtasıyla sizlerle paylaşabilme imkânına sahip olduğum için kendimi çok mutlu ve şanslı addediyorum…