Hiç aklıma gelmezdi, bir gün bir yerde kendi yazıma yer verebileceğim bir köşe, bir konu; ya da su ana kadar ilgilenmeye fırsat bulamamıştım. Demişler ya ”herşeyin bir yaşı vardır” diye, benimki de işte o misal. Ta ki bir gün internet olayının derinliklerinde kendim gibi deli dolu bir adamla tanışana dek.Gecenin o yoğun saatinde aklımı çelmeyi basardı. (Sonsuz sözüm sana). Bende herhalde biraz meyilli olsam gerek, içimde kalmış gazetecilik tutkum ve senaryo düşkünlüğüm dolayısı ile ipin ucunu kaçırdım (bu arada fena korku filmi senaryosu yazıyorum). Konu konuyu açtı ve benim de herkes kadar içimde kalan çocuk taraflarımla ilgilenmeye ve beni tanımaya çalıştı. Yoruldu mu, kötü mü oldu bilinmez ama bence iyi oldu. Çünkü insan her zaman kendi bakış açısından kendi penceresinden bakacak insanları inanın ki bulamıyor, buldum mu da bırakmak istemiyor. O yüzden sizlere şimdiden sabır diliyorum.
Benim ben olmamla ilgilenen insanların bana bakışları hep hoşuma gitmiştır. Çocuklugumdan bu yana her şekilde, her ortamda farkedilmenin ve sevilmenin sonsuz sevinci beni buralara kadar getirdi. Beni tek ayakta tutan şey hep ”sevgi, karşılıksız saf sevgi” oldu. Bunun önemini zaman ilerledikçe ve yaşım ilerledikçe hep farkettim. Şimdi karşımdaki insanlara, hep bunun önemini anlatmaktan başka verebilecek daha iyi birşeyimin bulunmadığıyla ilgileniyorum. Gerçek olan o çünkü. Gerisi yalan. Özellikle de sahne ışıkları altında, sahte bir dünyanın baş elemanlarından biri olarak bunu görüp, farkına varıp, iletmekten son derece mutlu bir kişi olarak da burada yazı yazmaktan da son derece mutluyum ve olacağım. Artık benim de bir kalemim
var. Hem ayrıca bir de mikrofonum var di mi yaa… Şarkılarda kendimi ifade etmek gerçekten çok güç. Çünkü ilham denilen olayın gelip beni bulmasını bekleyene kadar o kadar çok olay yaşanıyor ve ben seyirci kalıyorum ki elimde mikrofonumla! Oysa içimde fırtınalar kopuyor. Anlatmak istediğim, kızdığım, sevindiğim, acısıyla tatlısıyla paylaşmak istediğim şeyler oluyor. Bunları beste yaparak ifade etmek hem güç; hem de nerdeyse imkansız. Ben aşkı daha ifade edemedim ki doya doya şöyle şarkılar dolusu, aklımdan geçen onca şeyi ifade edebileyim. Yaratma ve yaratma isteği bu olsa gerek. Devamlı bir üretim istiyor beynim. Hiç ama hiç durmuyor. İnsanoğlunun da devamlı üretimden yana olmasını da savunuyorum ayrıca. Tüketicilik bence gereği kadar var. Bu hangi konuda olursa olsun.
Önceleri sadece aşkla ilgilenirdim. Aşk aşağı aşk yukarı. Dilimize dolamışız oradan oraya vur aşkı; yaz çiz. Ama bir gün bir baktım ki yazıp çizmekten ben ne aşkı yaşayabiliyorum; ne de yaşatabiliyorum. Aşk beni söylediğim şeyler gücüne gitse gerek, sanki cezalandırmış gibiydi. Gizli gizli intikam alıyordu benden. Ben onun peşi sıra çok kez asık oldum çok kez üzüldüm, yaralandım. Her aşık gibi diyemeyeceğim, daha da fazla… Aşktan beklentilerim başlamıştı çünkü. Aşk böyle çabuk bitmemeliydi. Aşk her seferinde acı vermeliydi ama bir yere kadar. Aşk beni mutlu etmeliydi ama niye bitmesi gerekiyordu hep bir sebep yüzünden; ve bu sebeplerin çoğu benim bir gün gözlerimi başka bir aşka çevirmem nasıl olabiliyordu ve aşk buna izin veriyordu? Ya da sevdiğim insan nasıl oluyordu da aynı aşkla yanamıyordu. Aşkın ömrü gerçekten kısa mıydı; ya da karsıma geçip hiç aşık olmadığını söyleyen insanlara inanmazken; ben, onlara ne verebilirdim. Kendim ne öğrenmiştim? Yaşanmışlık sadece…. İçinde mutluluk ve huzuru bu kadar yoğun taşıyan başka bir duygu var mıydı? Bence bu kadar yoğunu yoktu!
Herşeye rağmen aşk başka birşeydir. İşte şarkılarda vaaz verdiğimizi farkettim; ya da ben öyleydim. Ama diğerleri de bu konuda dürüst olurlarsa ortaya; bizim aşkı yaşamak istediğimiz gibi yazdığımız ortaya cıkar; ya da hayal ettiğimiz gibi demek daha mantıklı.
Ben yazdığım şarkılarda yazdıklarımı sonradan yaşadım. Yaşamadıklarım da var tabi aşkla alakalı. Ama hep hayal ürünü! Araç aşk; bizler de gereç… Evir cevir, yarattığın yerde onları mutlu et. Ama ben aşkı yazıp çizerken ve bu kadar taparken, birşeyleri daha farkettim. Başım dönüyordu aşklardan, ama dünya da dönüyordu. Beni ben yapan başka duygular da vardı. Sadece aşk değildi üzerine titrediğim şey. Bilinmeyene olan ilgim çocukluğumdan beri vardı. Bir zamanlar ”Bilinmeyen” dergisi vardı, bilmem hatırlar mısınız? Ben onun, çocukluk yıllarımda devamlı takıpçisi idim; ve de gerilim, korku, bilim kurgu filmlerini de kaçırmazdım. Bu kadar duygusal bir yapısı olan bir çocuğun içindekilerle henüz kimse ilgilenmemişti. Devamlı filmleri takip eder, araştırma yazılarını okur, kocakafalı ufak gözlü uzaylı fotoğraflarını biriktirir, onların beni anlaması için dua ederdim. Şu anda bile çalışma odamda uzaylı resimleri mevcuttur. Daha sonra bir gün uzaylılardan birinin yakalanıp incelemeye alındığı haberi ortalıkta dolaşırken; ben, arkadaşlarımı yakalamışlar gibi üzülürdüm. Çocukluk işte. Ama değişik bir çocukluk. Kimsenin farketmediği. Daha sonraları İsviçre’deki eğitimim sırasında bana da uzaylı gibi baktıklarını hissettim. Okulda garip bir şekilde ilgi odağı olan bir çocuktum (Liseden sonra). Beni hem sever, hem çekinirlerdi ve devamlı incelerlerdi. Akıllı olduğumu ama daha derinlerde birşeylerin olduğunu bana ilk söyleyen ne yazık ki İsviçre’deki hocalarım olmuştur. Buradaki öğretmenlerim alınmasın ama; bu, gerçek beni ben yapan ve özgüvenimi arttıran en önemli şeydir.
Bu bilinmeyene olan ilgim, Tanrı’nın varlığını merakla birleşti bende. Nasıldı? Neye benzerdi? Bana sana ona? Yada uzaylılara? Ya da, ya da, vs… Asıl olan bir sevgiyi farkettim içimde. Dedim ki; “o içimde”. Bana güç veriyor ve ben onu tanımalıyım. Zamanı geldi. Din derslerinde çok başarılıydım. Hep tam not alırdım lisede iken. Yani benim gibi haşarı, uçuk kaçık çocuktan beklenmeyecek bir ilgim vardı. Zaten din ve beden derslerinde çok başarı idim (sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur). Resme olan ilgimi de ben kendim keşfetmiştim. Gerçi çok güzel resim yaptığımı söylerlerdi; ama müzikle alakamı ben bile çözmüş değilim ne yalan söyleyeyim. Sonradan ilk kelime ”vejetaryen” kelimesi beynime çakıldı. Kimdir bunlar? Ne yer? Ne içer? Neye inanırlar? Nasıl kişilerdir? Sonra hayatımın baharında vejetaryenlerin içinde buldum kendimi. Ama sahtelik seziyordum. Renkli dünyaya adım attığım dönemlerde bir moda haline gelmişti; “ay ben kırmızı et yemem yamyamlar! nasıl yiyorsunuz bunları? ceset bunlar” lafları arasında). Birileri mutlaka biz yokken bu et denen mereti yiyordur diye de kıs kıs da gülerdim. Ciddi bir dedektiflik yapmadım tabi ama bana sorsalar, vejetaryen olamayacak nadir kişilerdendim. Zaten bir aslan burcu olarak mutlaka kırmızı et yemem gerekirdi. O yüzden anlayamamıştım ya vejetaryenleri (şimdi anlıyorum, ama hala olamadım)…
Şimdi bu vejetaryenlikle, Tanrı arasında nasıl bağ kurdum sizce? İşin aslı şudur ki iyi ki bu kelime çıkmış ve ben gerçek vejetaryenlerin, doğu felsefesi ile birleşmiş düşüncelerine, sohbetlerine az çok kulak kabartır konuma gelmiştim. Farkında mısınız bilmem, ama benim farkettiğim şey; bu vejetaryenlik, meditasyon ve reenkarnasyon denilen 3 kelime ile biz toplum olarak bu önemli olaylara kulak kabarttık. Önce sırf meraktan sonra da gerçekten inanarak ve araştırarak… Bu olaylar zinciri, beni ve başkalarını da bu konularla ilgilenir konuma getirdi. Ben zaten bilinmeyene meraklı biri olarak içimdeki sevginin kaynaklarını araştırırken, bu kelimeleri de yanıma katıp, bu yola ilk girişimi seneler önce yaptım. O kadar az kişi vardı ki önceleri bunları anlayacak… Bir sanatçı olarak aşktan meşkten bahsederken bunları da anlatabileceğimiz, bunları da paylaşabileceğimiz yer aramamız gerektiğine inanmıştım sahsım adına. O kadar çok biriktirmiştim ki içimde paylaşılması gerekenleri… Ama başka kavgaların ve maddi ticari karmaşanın içinde buldum kendimi. Ne ben; ne de benim gibi düşünen çok az arkadaşım kendilerini tanıtamadılar sevenlerine. Duygu ve düşüncelerimizi paylaşabileceğimiz ne TV programları oldu; ne de bize bu konularla ilgili uzatılan bir mikrofon. Sadece ve sadece ”sevgiliniz var mı?” sorularıyla bizi sevenlerimize tanıtan bir garip medya grubunun arasında, ulaştırılması gereken milyonlarca mesajın arkasında duramadık. Bırakın insanlara mesajlar vermeyi, bizi sevenlerimizle zor buluşur olmuştuk ekrandan. (Zaten çoğunun düşüncesine göre bir sarkıcı ne mesajı verebilir ki!…) Bir de ağzımızı açsak ne olurdu hele de bu konularla ilgili…
Uzun yıllar çok kitaplar okudum; çok ilgilendim spiritüel olaylarla. Öte tarafı, öte tarafta ne yaşandığını, yapılan araştırmaları, bunların biz dünyalı ölümlülere neler kazandırdığını çok araştırdım. Bir psikiyatrıstin bana asla veremeyeceği şeyler kazandım. Çünkü o duygular tanıdıktı bana. Hatırladım sadece onları ve bundan da son derece mutlu oldum. Bazen kendimi tutamayıp programlara katıldığımda arada sırada lafa girip, tam birşeylerin mesajını kendi yorumumca yapmaya çalışırken programı sunan kişilerin suratımıza deliymişiz gibi bakmaları yok mu; asıl o beni deli ediyordu. Şimdi daha çok verecek şeyim var, hayatta olduğum müddetçe. O suratıma bakanları en azından biraz olsun susturabilecek kadar olgunlaştım diyebilirim. Aşkı da yazacağım, meşki de şarkılarımda yine; ama saf sevgiyi ve bizim gerçekte kimler olduğumuzla alakalı gerçeklerin altını çize çize…
Tv kanallarında artık abuk sabuk şeylerin gündemini görmesek ve artık bu tarz konulara daha çok yer verildiğini görebilsek ve mutlu olsak… Ama gerçek mutluluğu tadarak ve bilerek… Devir uyanma devri, geldi de geçiyor bile… Söylemediler mi insanoğlu yüzbinkere… Benim babamın vefatı ve mezarından daha önemli şeyler olduğunu göstermeye başladıkları anda; işte öğrenmeye başladılar diyeceğim! Çünkü gerçekleri kabul etmeyen, kendi gerçeklerini kabul ettirmeye zorlayan kişiler hastalıklı. Yani cahillik veba gibidir. Allah cahillikten korusun hepimizi…
Bir sanatçının gerçekte neler düşünebileceğini merak ediyorsanız eğer, ben burada olacağım elimden geldiğince. Bu tanışma yazısını 2. albümde yazdığım bir şarkının sözleri ile noktalıyorum:
Alnıma hiç yazmayın
Yaşamadan ölmeyi
Güzel günü güneşi
Yardım et
Hayırsız kavgalar kovulsun yürekten,
Biraz sabır ha gayret…
Yardım et Tanrım yolumuz kıyamet,
Yardım et o yollarda yürek…