Onunla ilk tanıştığımızda, lise ikinci sınıftaydım… ‘70’li yıllar. Kavga dövüş. Sonradan sabah akşam duyacağımız tanımıyla “12 Eylül öncesi anarşi ve terör ortamı”!

Asker kızıydım. Babamın görevi gereği bulunduğumuz Doğu Anadolu’dan Gölcük’e yeni taşınmıştık. Ortam bana çok yabancıydı. Daha önceleri hep lojmanlarda oturmuştuk. Arkadaş bulmak hiç sorun olmamıştı. Bu ilçede subay sayısı fazla olduğundan, lojmanlara yerleşememiştik. Yalnızdım ve arkadaşa ihtiyacım vardı. O dönemdeki siyasî ortamda doğuda yaşayan çoğu liseli gibi ucundan kenarından solculuğa bulaşmıştım. Tayinimiz çıktığında siyasî arkadaşlarım, Gölcük’e gittiğimde Yurtseverler Derneği’ne gitmemi salık verdiler. Kendime uygun arkadaşlar bulabilirmişim o dernekte. Mücadelenin dışına düşmemeliymişim, öyle dediler.

Kiraların yüksek olduğu bu ilçede tekstil ürünlerinin konulduğu bir deponun üzerinde daracık ve kıvrıla kıvrıla çıkılan merdivenleri olan bir ev tutabildik. Evimize yerleştikten iki ay sonra, okullar açıldı. Doğudan geldiğimi öğrenen sol siyasî görüşlü öğrenciler hemen beni buldular. Yalnızlığım nispeten geçmeye başlamıştı. Batının solcuları bile farklıydı doğununkilerden. Burada insanlar olaylara daha pozitif bakıyor, ayrıca kültürel faaliyetleri de ciddiye alıyorlardı. Bir gün okul çıkışında bizim derneğimize gelir misin dediler. Yurtseverler Derneği! Adını daha önceden duyduğum için gitmekte hiçbir sakınca görmedim, tamam dedim.

Tanıştığımızda saz çalıyordu. Sazdan pek hoşlanmam aslında. O kadar yakışıklıydı ki, sazın sesi bana daha önce hiç gelmediği kadar güzel geldi o anda. Bir süre bekledik. Saz çalma faslı bitti. Derneğin başkanıymış. İstanbul’da mühendislik okuyormuş, saz dersleri veriyormuş derneğe yardım olarak. Düşünür müymüşüm? Ne demek! Saz çalmak için doğmuşum! Bana saz dersi vermeye başladı. Saz çalmaya hiç niyetim yoktu. Ona yakın olmaktı amacım. Yakın oldukça baktım ki o beni çocuk gibi görüyor. Zaten amacım başkana yaklaşmak olduğundan kısa süren saz çalma maceram bitti.

Sonra bir akşam dolaşırken baktım ki başkanımız da arkadaşlarıyla geziyor. Onu seyretmekten çok hoşlandım. Artık benim için bir ritüel başladı. Akşamları caddede dolaşmak ve başkanımızla karşılaşıp selamlaşmak. Her güzel şeyin sonu var. Liseyi bitirdiğim yıl bu mutluluğum da bitti.

Üniversiteyi kazanamamıştım. İstanbul’da bir yer kazansaydım babam emekli olmayacaktı. Kazanamadım, oldu. Marmara’nın güzel ilçesine veda ettik. Ankara yakınlarındaki kasabamıza, Elmadağ’a gittik. Çok sıkıcıydı. Yurtseverler Derneği başkanı artık benim yüreğimin, hayallerimin başkanı olmuştu. Ona olan yoğun duygularım hala devam ediyordu. Ona yakın olmalıydım. Bunun tek yolu da İstanbul’da üniversite kazanmaktı. Hatta onun okuduğu okulu… Aklıma koyduğum şeyleri eninde sonunda mutlaka yaparım ben. Babam da zaten benim üniversite okumamı çok istiyor. Ben Ankara’ya dershaneye gönderiliyorum. Gece gündüz çalışıyorum ve İstanbul’da mühendislik fakültesini kazanıyorum. Başkanım da o okulda üçüncü sınıfta değil mi? Tesadüf! Ailem benim İstanbul’da tek başıma okumamı sakıncalı bulduğundan Elmadağ’daki evimiz satılıyor ve biz ailecek İstanbul’a geliyoruz. Ev satın alıp yerleşiyoruz. Eylül ayı gelince okula başladım. Etrafımı tanıdıktan sonra ilk işim başkanımı soruşturmak oldu. Tanıyanları buldum. Tutuklandığını, hapiste olduğunu söylediler. Hiç kimse ne zaman çıkacağını ve nerede olduğunu bilmiyordu.
Artık İstanbul ve okulumla baş başaydım. Yeni arkadaşlıklar kurmaya başladım. Kargaşa ortamı bir yandan, hayatımda ilk kez İstanbul’da olmanın zorlukları diğer yandan. En önemlisi de teknik bir insan asla olamayacak birisi olarak ben en ağır mühendislikte okuyordum. Teknik resimden hiç anlamıyordum. Tasarı geometri kâbus gibiydi. Talaş kaldıran makineler umurumda bile değildi. Bütün bu durumdan daha vahim ve daha elim olan ise son derece zekiydim, yapabiliyordum derslerimi. Tüm sınavlardan geçiyordum. İkinci sınıftayken hissetmeye başladığım şeyden üçüncü sınıfa geçtiğimde artık emin oldum: Ben teknik bir insan olamazdım. Sevmiyordum teknik bir iş yapmayı. Ama ya ailem? Benim için hayatlarını değiştirdiler. Ben okuyup mühendis olacağım diye. Çarem yoktu. Devam…

Lise yıllarımda edebiyat dersinde son derece başarılı bir öğrenci idim. Kompozisyonlarım hep derece alırdı. Fakat edebi başarılar nedense başarıymış gibi görünmezdi o zamanlar. Ben dershanede mühendislik seçerken hiçbir öğretmenim de sen teknik bir insan olmak istiyor musun, yapmak istediğin iş nedir diye sormadı bana. Sorsaydı ne değişirdi. Bilemiyorum. Yüreğimin başkanına olan aşkımdan vazgeçer miydim, onu da bilmiyorum. Keşke birileri yeteneğimi keşfetseydi. Yirmi bir yıl boyunca, sevmediğim, mutlu olmadığım bir işi yapmak zorunda kalmazdım belki de.

Okul bitti. Bir dönem uzatarak. Akışkanlar mekaniğinden kaldım. Bir dönem sadece bu dersi almak için gittim okula. Yine bir gün akışkanlar mekaniği dersinden çıktığımda, okulda dolaşıyordum. Öğle saatlerine yakındı, yemek yiyip de çıkayım demiştim. Uzun bir yemek kuyruğu. Mühendislikte okuyan bütün kızlar gibi ben de yemek kuyruğunda beklemeye alışık değilim. Sınıftan bir erkek bulup, kuyruğa kaynak yaparız hep. Kuyruğun sonundan yemekhaneye doğru gidiyorum. Amaç en kaliteli kaynağı yapmak. Yemekhaneye en yakınını bulmak. Birden gözlerime inanamadım… Başkanım! Kuyruktaydı. Yanına gittim hemen. Birbirimize sarıldık. Heyecan ve mutluluk içindeydim. Okulda hiç tanıdığı yoktu. Hapisten yeni çıkmıştı. Üç yıl hak vermişlerdi. Üçüncü sınıftan devam edecekti. Ders notlarım var mıydı? Yardımcı olabilir miydim ona?

Biz her gün görüşmeye başladık. Ders çalışıyorduk birlikte. Dolaşıyorduk geziyorduk. Bir gün baktım ki biz sevgili olmuşuz. Ben bu arada mezun oldum. Daha diplomamı almadan büyük bir okulun inşaatında mekanik şantiye şefi olarak çalışmaya başladım. Artık param da vardı. Maaşımın tamamına kıyafet alıyordum. İngilizce kursuna gidiyordum. Ve kurstan çıkışta sevgilim gelip beni alıyordu. Go to flower pasaj. Patates, midye tava, bira. Hafta sonları tiyatro ve sinema gönlümün başkanıyla el ele. Yağmurlu havalarda ıslanmayayım diye beni kursun kantininde şemsiyesiyle bekleyen sevdiğim biri. Soğuk havalarda ellerim üşümesin diye elimi tutar kendi cebine sokardı. Ne 12 Eylül rejiminin niteliği, ne enflasyon, ne de doğanın kirlenmesi umurumdaydı. Dünya benim başımın etrafında dönüyordu. Mutluluğun tanımını yapıyorum size.

Başkanım siyasî bir kişilik. Ben de siyasetle ilgiliyim fakat o kadar değil. Hatta lise bitince hiç ilgim kalmadı bile diyebilirim. Başkanım çevresine yine başkanı olduğu epeyce insan topladı. Çevresindeki arkadaşları benden hoşlanmıyorlardı. O benim ruhumun başkanıydı ama diğerlerinin ona bakışı farklıydı. Beni, babamı ve ailemi başkanlarına uygun görmüyorlardı. Burjuvaymışım ben. Pardon, tam onların deyimiyle söyleyeyim, “küçük burjuva”! Bir süre sonra başkanım bizim evlenmek için uygun kişiler olmadığımıza karar verdi. Diğerlerinin başkanı olmak onun için daha anlamlıydı. Ben de sanki küçük burjuva olmak bir suçmuş gibi suçumu kabullendim. Ama olayın ciddiyetini anlamamış olmalıyım ki benimle bir kere daha konuşma gereği duydu. Tamamen bitti. Beynime çakılı sözleri kaldı: “Bak, biz o kadar ayrı dünyalardanız ki, seninle yolda karşılaşsam yolun karşısına geçeceğim…”

Aradan yıllar ve yıllar geçti. Evlendim. Bir kızım oldu. Peki ruhumun başkanı? Hep içimde bir yerlerde küçücük, incecik kanadı durdu. Nerededir, ne yapar bilmiyordum. Bundan on yıl kadar önce Bakırköy’de, Özgürlük Meydanında yürürken erkek kardeşini gördüm. Osman’ı. Konuştuk, başkanımdan bahsetti. İzmir’deymiş. Başkan bir yana, çevresindekilerin hepsi başka başka yanlara savrulmuş. Artık başkan değil, bir otelde teknik müdürmüş. Telefonlarımızı aldık karşılıklı. Ayrıldık. Ertesi gün başkanım beni aradı. Konuştuk, konuştuk, konuştuk… Özlemişim onu. O da beni. Arada bir İstanbul’a geliyorum dedi telefonda. Görüşelim, evet ben de isterim.

Ve geldi de. Görüştük. Konuştuk uzun uzun. Dertleştik. Çok güveniyorum. Hiç kimseye anlatamadığım sırlarımı anlattım ona. Her şey çok güzeldi. Telefonun çalmasıyla sohbetimiz kesilmese daha da iyi olacaktı. İşinden arıyorlardı hep. İş konuşmaları yapan kişi sanki benim başkanım değildi. Hatta bir ara bu olgun adam benim sevdiğim erkek mi diye düşündüm. Ama ben aynı mıydım sanki?

Sorunlarımı anlatıyorum. O anlatıyor. Çok iyi iki dost olduk. Birbirimizi bir zamanlar çok sevmiştik. Evet, ama aynı zamanda da gerçekten çok iyi dosttuk. Sevgimiz dönüşüme uğramıştı. Daha sonraları da geldi. Yılda birkaç kez. Her gelişinde mutlaka görüştük. Ona olan sevgim ve saygım hiç eksilmiyordu. Aynı geri iletimi ondan da alıyordum. Son birkaç yıldır yüz yüze görüşemedik. Kardeşi ve annesi tekrar Gölcük’e dönmüşlerdi. O artık İstanbul’a gelmiyordu. Mesafeler çok uzaktı. Benim gitme şansım yoktu. İnternet hayatımıza girmişti. MSN’de yazışıyorduk. Arada telefonlaşıyorduk.

Karısından ayrılmıştı. İkinci evliliğini de yürütememişti. Kadınlarla ilgili konuşuyorduk. Erkeklerle ilgili de. Ona göre birlikte olduğu tüm kadınlar kusurluydu. O hep mükemmeldi ve her zaman doğruları yapıyordu. Bir gün ona dedim ki: “Bu kadar çok kadın kusurlu olamaz. Sen bir yerlerde hata yapıyor olmayasın?”
Bana gelince, evliliğimi yürütüyordum. Ama içimdeki kahrolası boşluk duygusuyla baş edemiyordum. Hayatın anlamını sorguluyordum hep. Uzun uzun yazışıyorduk. Saatlerce. Psikoloji konuşuyorduk. İnsan ilişkileri, anne baba olmaya dair konular, tabi ki bol bol felsefe yapıyorduk. Bazen MSN’de konuşurken ne kadar çok zamanın geçtiğini sırt ağrılarımın şiddeti bana gösteriyordu.

Geçen gün İstanbul’a geldi. Dört beş yıl olmuştu, görüşmemiştik. Yüz yüze konuşmamıştık. Emekli olmuştu ve yeni bir iş kurmaya çalışıyordu. Görüşüp hayata dair felsefe yapalım, konuşalım dedi. Evet, çok sevdiğim bir şeydi bu.
Sahilde buluştuk. Hem yürüyoruz hem konuşuyoruz. Ama buluşma yerinde onu ilk gördüğümde bende oluşan bir sıkıntı var. Saçları dökülmüş. Kilo almış biraz. Burnu Karadenizli burnu gibi. Eskiden de böyle miydi ya! Aman Tanrım ne oluyor. Sıkılıyorum başkanımdan. O benden sıkılıyor mu? Pek anlayamadım. Ama benim sıkıldığım, bir an önce ayrılmak istediğim kesin. Ne oldu bana böyle? Yirmi beş yıldır sevdiğim, saydığım bu insan nasıl yok olup gitti içimden? İki saat zor durdum ve ayrıldım.

MSN’de saatlerce yazışabilen biz yan yana konuşamadık. Çok sıkıldım ondan. Onunla aramızda önemli bir laftı ‘felsefe yapmak.’ Ama sahilde o yanımdayken içimden kendi kendime yapıyordum bunu. Sonsuz sevgi diye bir şey yok muydu? MSN insanı yüz yüze iletişimden koparıyor muydu? Fiziksel güzellik çok mu önemliydi? Ne yani, ben bunca yıl aslında onun saçlarını mı sevmiştim? Ben böyle olduysam, hiç kimsenin bana olan sevgisine de güvenmemeli miydim? Zaman kötü şeyleri yok ettiği gibi iyi şeyleri de mi yok ediyordu? Her şey bir gün biter miydi? Çözemedim, bilmiyorum.

İlknur’un notu: Yayınlanan ilk yazımda, vazgeçtiğim, soğuduğum yazma uğraşına ısrar ve desteğiyle beni geri döndüren derKi yazarı sevgili dostum Mehmet Ördekçi’ye teşekkür etmek isterim.