“Vallahi bana 24 saat yetmiyor” dedi mi biri, tüylerim diken diken olurdu. Nasıl yetmiyor kardeşim? Meğer yetmeyebiliyormuş hakikaten. Şimdi şu satırları birer mücevher kadar değerli bulduğum anlarda yazıyorum. Kızım öğleden sonra uykusunu uyumakta çünkü. Uyanınca da koşarak buraya gelecek ve ekranı olan her şeyi televizyon sandığı için, “Anne bana dondurma reklamı bul” diye tutturacak. O zaman ne olacak? Şu üzerinde çalışılan belge kapatılacak; bir daha ne zaman açılacağını Tanrı bilecek. “Gece yaz” diyenler çıkacaktır; bunu diyenler büyük olasılıkla küçük çocuklarla pek haşır neşir değildirler. Küçük çocuk sahibi olanlar, çocuk uyuduktan sonra koltukta sızma moduna girildiğini gayet iyi bilirler.

Ben tabi; bunları diyorum ama harfler benim işim… Sözcüklere aşığım; klavyenin tuşlarına basmaya bayılıyorum. E tabi dolayısıyla iki arada bir derede; beynimde uçuşan her şeyi yazıya dökmeyi kendime bir borç biliyorum. derKİ’yi de görünce, okuyunca, dayanamadım. Yazayım mı? dedim, “olur” dedi Sonsuz, bu vesileyle şu satırların başındayım.

“Ne yazacaksın?” dedi tabi arkasından. Öyle uzun zamandır annelik, çocuklar ve çocuk kitapları üzerine yazıyorum ki; bu sefer konu bu olmasın diye diretti içimdeki ses. E peki ne olsun? Ne olursa olsun; ortaya karışık bir şeyler olsun, gel-gitler olsun, bilinç akışı tekniği parmaklarımın ucuna kadar gelsin, elimden geldiğince beynimden o an geçen her şey yazıya dökülsün. Kabul mü? Kabul. Budur. Yazıyorum ama ne yazdığımı bilmiyorum. Bir sonraki tümceden haberim yok; e olsun. Siz okuyuculardan itiraz gelmezse bir süre bulunduğum ruh halini yansıtsın sözcükler…

Mesela benim şimdi ülke, dünya gündeminden hiç haberim yok. Bir galaksi çarpmış olsa gezegenimize bilemeyeceğim. Dövizdi, kurdu, ekonomiydi, popstardı, bir İstanbul masalıydı, bilemiyorum… Neden? Çünkü elim ayağım olan bakıcım ceketini aldı gitti. Bu kadarla kalsa iyi; kızım derin bir stres içine girdi; yeme bozukluklarına bir de iki haftadır süren kabızlık eklendi. Şimdilerde ellerimi tutarak göz yaşlarını akıtan bu minik varlıkla meşgulüm; bu yüzden de iki haftadır başka bir alemde yaşıyorum. Sanki tüm dünya bir yerde, bir şekilde varlığını sürdürürken, biz ikimiz başka bir boyuta geçmişiz gibi hissediyorum…

Bu yüzden de bildiğim her şeyin tersi kabulüm bugünlerde; yani “hayat boş” diyenlerdenim, “yirmi dört saat az” diyenlerdenim, “aman boş ver” diyenlerdenim. Her şeyin anlamsız geldiği bir ruh hali yani. Belki de her şey sahiden de anlamsızdı da, ben yeni fark ediyorum, kim bilir…

Bir çocuğum yokken, vakit sahiden de yeterdi. İşimin temposu ağır değildi; istediğim saatte kalkar, istediğim kadar çay içip gazete okur, işe öyle giderdim. Zaten işim de gidip gazeteleri okumak, yanında da çay içmekti. Arada bir birileri odama gelip de “maaşım az” derdi, “şununla çalışamıyorum” ya da “şu programı artık yapmak istemiyorum, gündüze geçmek istiyorum” falan derdi. O zaman da birer çay daha söyleyip maaşları nasıl ve ne zaman artırabiliriz; hayat ne kadar da zalim, tamam sen gündüze geç, gece programına da bilmemne geçsin kabilinden konuşmalar yapardık. Sonra her şey yoluna girdiyse, bir çay daha içerdik. Tabi her daim, “Aman da işimiz ne rahat… Yan gel yat” kabilinden bir iki laf attırmayı da ihmal etmezdik.

Derken bir gün beynimin sorgu amiri harekete geçti; şunları şunları söyledi;

“Sen ne yaptığını sanıyorsun? Yaş erdi kemale. Hayat böyle lay lay lom geçmez, bunu bil… On yılını şu iğrenç yolu geçerek tükettin, iğrenç binalara baka baka işe geldin. Sıkılmadın mı daha? Radyo programını bile zorla yapıyorsun… Eski heyecanın kalmadı. Artık insanları dinlerken bile zorlanıyorsun. Ömrü billah şu sarı odada duramazsın. Çık git artık…”

Ben de dinledim… Velhasıl tam beş aydır evde klavye tıkırdatıyor, bir yayınevi için editörlük yapıyor, bir gazetenin kitap eki için çocuk kitapları tanıtıyor, bir internet sitesinde annelik deneyimlerimi yazıyorum. Bunların hepsini evde; bana kalan, kalabilen zamanlarda yapıyorum. Yapıyorum da yine de bir şey yapmıyormuşum gibi mutsuzum. Daha diyorum, daha ne yapsam?

Hem zaten birileri soruyor; “Ne iş yapıyorsunuz Ece hanım?” Ben şimdi ne desem bu insanlara yaranamayacağımdan, en masum ifademi takınıp “Hiiiiç” diyorum, “evdeyim ve çocuğuma bakıyorum.” Bu cevap insanları rahatlatıyor, gerisi biraz kafa karıştırıcı oluyor çünkü. Şimdi “freelance takılıyorum” desem olmaz, “home-office durumları canım” desem hiç olmaz.

Bir de tabi bazen afakanlar basıyor. O zaman kendimi iki yan bloğa atıyorum, tüm kitaplardan, tüm sözcüklerden kurtulmak da istiyor insanın canı kimi zaman… İki yan blokta ağabeyimin nefis güzellikte bir yoga merkezi var. Aynı zamanda evi. Orada huzurlu bir salon var; ağabeyimin verdiği yoga derslerine katılıyorum; bir de bakıyorum dersin sonunda o polar battaniyelerden birinin altında kaybolmuşum. Hafif bir meditasyon müziği, sonuna kadar açılmış camdan giren temiz hava, hışırdayan ağaçların sesi beni cidden rahatlatıyor. Tabi ben öyle ciddi bir disiplin adamı değilim; haftada iki gün koşa koşa yoga yapmaya da gidemem, başka bir yere de… Zaten bu yüzden yarım kalmış çeşit çeşit kurslara katılmışlığım var. Arkadaşlarımın zoruyla aldığım bir dört aylık hipnoterapi kursu sertifikası ve de dalış brövem ise baş köşede duruyor. Nasıl almışım ben bunları hatırlamıyorum. Nasıl gitmişim kursa, nasıl dalmışım derinlere, bilmiyorum…

Yine daldım derinlere. Konu yogadan açılmışken şunu da söyleyeyim. Benim bu ağabeyim ciddi ciddi kendini hep huzursuz hisseden bir adamdı. Bir işe girip de sebat etmişliği yoktu. Derken bir gün “ben yoga yapacağım” diye tutturdu. amazon.com’dan onlarca kitap satın alıp okudu; kendi kendine bir şeyler yapıp bize gösterdi. Tamam dedik biz, benim dalış brövem gibi birtakım olaylar yaşanacak, yoga öğrenecek, sonra kitaplar bir kenara atılacak. Yok ama, ilk kez hayatının anlamını bulmuş, şifreyi de çözmüş gibi mutlu oldu ağabeyim. “Ben” dedi, “Avusturya’ya gideceğim ve bu işin master’ı olarak geri döneceğim…” Şöyle bir inanamaz gözlerle baktık tabi biz ona. Gitti. Ve de sahiden bir master olarak geldi, bu kentin ilk yoga merkezini açtı. Yaz sezonu vesilesiyle de güneyden çağrıldığı bir otele gitti; orada eğitmen şimdi.

Yani isteyince oluyor be kardeşim. Ben bunu gördüm ağabeyimin deneyiminden. Adam hiçbir işi yapmak istemedi neredeyse 40 yıl boyunca, üniversite diplomaları, master dereceleri falan süs gibi durdu bir köşede. Ama meğer bir şey arıyormuş; kendini iç huzuruna kavuşturacak bir yol yani. Yogada buldu kendini.

Ne diyeyim, darısı cümle alemin başına…