Hepimiz Tanrı’yı içimizde taşıyoruz. Kendimizi Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, Hindu, Ateist vs. olarak tanımlıyor olmamız ya da cildimizin siyah veya beyaz olması, aynı yaratılışın bir parçası olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Özünde birbirine bağlı, kolektif, evrensel bir bilincin parçasıyız. Takip ettiğim İngilizce bir blogdaki yazı güzel özetlemiş: “Bizler evrenin ta kendisiyiz. Milyarlarca yıl önce patlayan yıldızların atomlarından oluşan varlıklarız. Madde ve enerjiden varolduk, kendimizi ve bizi kuşatanı anlamak için. Biz kendisine anlam vermek için evrenin kullandığı bilinç, evrenin ta kendisinin sadece belli bir şekliyiz.”
[Çeviri bana aittir.]

Kozmos enerjidir ve enerjinin gücü oluşumdur. İnsanoğlunun Tanrı’ya verdiği farklı isimler bu gerçeği değiştirmez; hepimiz biriz. Mahatma Gandhi “Tanrı’nın dini yoktur” demiş. Bu sözü, dogmatik ve bağnaz görüşlerin ve tüm koşullanmaların ötesinde değerlendirdiğinizde, titreşimlerini en derinlerinizde hissedeceğinizden eminim.

Zihnimizin seslerinin sustuğu ve özümüze en yakın olduğumuz o ölçülemeyecek kadar güçlü anlardır bazı şeyleri daha net görmemizi, kendi varlığımızı ve birbirimize olan bağımızı daha iyi algılamamızı sağlayan. Kendi içimize döndüğümüz anlarda, içsel bilgeliğimizi ve bilincimizi kullandığımızda ve tüm koşullanmalarımızdan sıyrıldığımızda, sadece insanları değil, doğayı ve tüm canlıları da kapsayan bütünün bir parçası olduğumuzu nasıl hissetmiyor olabiliriz? Tüm dinlerin aslında aynı Tanrı’ya dayandığını ve taptığını nasıl göremiyor olabiliriz? Burada amacım kimseye saygısızlık yapmak değil – hangi dine mensup olursa olsun. Hayatta ve parçası olduğumuz ama kavrayamadığımız bu uçsuz bucaksız evrende dünyevi varlığımıza anlam verebilmek için hepimizin tutunabilecek bir şeye ihtiyacı var. Bazıları için bu bir kutsal metin olabilir. Kültürler ve uygulamalar farklı olsa da, bu kutsal öğretileri en saf haline indirgediğimizde, hepsi sevgiden bahsediyor. Tüm dinlerin özünde sevgi vardır. Kalbimizde de vardır zaten Tanrı’ya karşı bu sevgi. Sevgi evimizdir; özümüzdür.

Peki tüm dinler birleşse? Ve bunun adını ‘SEVGİ’ koysak? Hayal etsenize.

Günümüz dünyasında çarpıtılmış din yorumunun arkasına saklanarak işlenen cinayetleri anlatmak için kelimeler yetersiz kalıyor. Korkunç cinayetler bunlar. Bu faciaları daha da acı ve üzücü kılan gerçek ise ana akım medyanın olayları, yaygın olan İslamofobi’yi, bunların insanlarda oluşturduğu korku, düşmanlık ve nefret duygularını körüklemek için kullandığını gözlemlemek. Daha da kötüsü, bazı hükümetler bu cinayetleri maddi çıkarları için ve sözde teröre karşı savaşırken, yüzbinlerce suçsuz insanın ve başka canlıların ölümüne sebep olmalarını örtbas etmek için kullanmaları. Onlar da suçsuz insanları katledenler kadar korkunç.

“Bir doğulu ne hakla bizim topraklarımızda suçsuz insanları öldürür?” gibi ifadeleri okuyunca içim sızlıyor. Bir insanın başka bir insanı – veya herhangi bir canlıyı – öldürmesini desteklediğim için değil elbette. Bu tür ifadeler özünde barındırdığı biz ve öteki sezdirmeler aracılığıyla bir sınır çekerek ötekileştirdiği, ayrımcı mesaj taşıdığı için yadırgıyorum. Kimsenin bir başkasını öldürmeye hakkı yoktur. Ancak bu biz-öteki zihniyetini beslediğimiz sürece – hangi açı, perspektif, kültür, din, yarımküre vs. olursa olsun – her zaman birbirimizden ayrı hissedeceğiz ve ayrı olacağız. Ve birbirimizden ayrı olduğumuz sürece eksik hissedeceğiz. Çünkü aslında hepimiz biriz. İnsanlık – hepimiz anlamında, bizler – bu temel gerçeği içselleştirmediği sürece bu gezegende barış olmayacak.

Geçenlerde okuduğum, çok hoşuma giden bir yazıda, insanın yaratımı olan kutuplaşmaların bizi gerçek özümüzden, birbirimize ve evrendeki her şeye olan bağımızdan uzaklaştırdığından ve yaşadığımız karmaşaların bu dualitenin ürünü olduğundan şöyle bahsediyor: “Dualitenin yarattığı karmaşa ve huzursuzluk, korkulara, endişelere ve savaşlara neden oluyor. Savaşların temelinde ne var sanıyorsunuz? Yine iyi-kötü çatışması. Hem de iki taraf için değişen bakış açılarıyla. Aslında tüm insanlığın aynı bütünü oluşturan farklı renkler olduklarını unutuyoruz.

Peki medya dünyada olup biten cinayetlerin hepsine neden aynı ölçüde yer vermiyor? Hatta bizler birey olarak neden bazı cinayetlere karşı daha duyarlı oluyor, diğerlerine karşı ise sessiz kalıyoruz? Neden farklı coğrafyalarda insanlığa karşı işlenen suçları farklı şekilde değerlendiriyoruz? Objektif olarak bakınca, kimsenin hayatı başka birisinin hayatından daha önemli veya değerli değildir.

Dünya haritası üzerine insan eliyle çizilmiş sınırlarla bizleri birbirimizden ayıran, hatta kendimizi diğer canlılardan, diğer insanlardan ve toplumlardan üstün ya da alçak görmemize sebep olan ve doğru olmadığını anlamaya başladığımız, ancak henüz içinden çıkmayı başaramadığımız, labirentimsi bir düzenin birer parçasıyız. İşte o sınırları onalamak ve zihnimizde oluşmuş kalıpları ve kavramları pekiştirmek için insanları ırk, renk, cinsiyet, dil, din ve statü gibi farklılıklarıyla ayıran bu düzen bizi birbirimize, özümüze ve varoluş gerekçemize yabancılaştırıyor. Ve varoluş gerekçemize aykırı olarak ilerledikçe, birleşmeyi başaramıyoruz.

Gerçek şu ki, üstümüzden atamadığımız arada kalmışlık duygularını barındırıyoruz içimizde. Örneğin bir Türk olarak bugün hangi coğrafyaya, hangi kültüre aitiz? Avrupa mı, Orta Doğu mu? Orta Doğulu olmayı kendine yakıştıramayan, Avrupalı veya ‘Batılı’ olabilmeye özenen, ancak dar kalıplarından ve bol tabularından kurtulamadığı ve özgürleşemediği için ilerlemeyi başaramayan, laik ve ‘modern’ olmaya çalışırken, hala dar kalıplara göre yorumlanarak yozlaştırılan ve ‘din’ olarak adlandıran öğretiler ve bunlara dayanan kadın-erkek eşitsizliği üzerine kurulu bir toplumuz. Daha farklı, daha geniş bir açıdan bakınca da, sınırların aslında bir şey ifade etmediğini ve hepimizin bir olduğu evrensel gerçeği unutan bizler diyebiliriz…

Peki gittikçe sayısı, boyutu ve acımasızlığı artan, din adına yapılan terör saldırılarını ve katliamları neden uyanmak için fırsat bilmiyoruz? Neden yapıcı bir şekilde değerlendirmiyoruz onları? Dünya liderleri ve medya artık insanları özünden ve birbirinden uzaklaştırmaktan ziyade insanları birleştirmeye çalışsa, korku yerine sevgi beslese?

Değişim kendimizde başlar ve bireyler olarak üzerimize düşeni yapmalıyız. Dünya liderleri ve medya tarafından yürütülen bu korku söylemine kendimizi körü körüne kaptırmayalım. O insanları bölen, nefreti körükleyen ve sansasyon haberciliği üzerine kurulu bir söylemdir…

Bundan böyle ana akım medyayı silahsızlandıralım ve daha çok farkındalık, birlik ve sevgi yayalım. Ne dersiniz?

“Yanlış ve doğru kavramlarının ötesinde bir yer var. Seninle orada buluşacağım.” – Mevlana Celaleddin Rumi