Onun alev alev yanan ela gözlerine bakarken aklımda tek bir düşünce vardı: Hayatını daha zorlanmadan geçirebileceğin onca kişi çıktı karşına, peki sen neden gidip, seni en zorlayanını seçtin? Sonra bir an durdum ve karşımdaki gözlerin sahibine bu soruyu sordum: Neden seni seçtim? Bana aynı alev dolu bakışı atarak, “seçmeseydin o zaman,” dedikten sonra ekledi, “Peki neden seçtin?” Ben de yanıtladım: Senden başkasını istemedim ki eşim olarak ve o ilk tanıştığımız ana geri gitseydim ve her şeyi değiştirebilme olanağı verilseydi, ben gene aynı seçimi yapardım ve seni seçerdim. İflahımı gevrettiğin gerçek ve beni son sınırlarıma kadar zorluyorsun, ama artık şuna eminim ki ruh, kendini en geliştirecek kişiyi eş olarak seçiyor ve daha da ötesi, sana baktığımda biliyorum ki 80 yaşına geldiğinde de sana aynı aşkla bakıyor olacağım, çünkü bu zamanın, mekanın ve duyguların ötesinde bir his. Ölümsüzlüğün ve birlikte yürünmüş “sanki” binlerce senelik yolun doluluğu… Evet, şu anda çok kızgın olsam bile ve bazen kendime, neden daha kolayını seçmedim diye sorsam bile biliyorum ki ben bu hayatımda senden başkasını eş olarak seçmezdim…
Nitekim yaptığım seçim ne mantıksal, ne de duygusaldı. Ne orman yangını gibi kaplamış bir yoğun aşkın peşinden koşmuştum, ne de ortalarda bu seçimin bana dünyevi getirilerinin… (ki hayatımda hiçbir zaman bu kısmını düşünmedim hiçbir adımımda.) Sadece ve sadece, yaşam yolumda “kendini tanımaya çalışarak” yürürken, bir anda başka bir yoldan yanıma yaklaşan kişiyi görmüş ve anında onun eşim olduğunu anlamış ve elini tutup birlikte yürümeye devam etmiştik. Hani çok hafif bir kahve eşliğinde, harika bir tiramusunun çataldaki ilk parçasını ağzınıza götürdüğünüzdeki his var ya; onun gibi bir şeydi bu. Ne gümbür gümbür davullar çaldırıyor, ortalık yıkılıyordu; ne sonradan midenize oturuyor, hayatınızı yaşanmaz kılıyordu. “Aaa hoş geldin, nerelerde kaldın yahu?” sorusunu sorduruyor, ondan da, gülümseme eşliğinde, “Çevreye biraz bakınayım dedim, peyzaj mimarı iyi çalışmış, görüp takdir etmek lazım arada” yanıtını getiriyordu. Geçmişteki yaşanmışlıklar, kırgınlıklar, acılar, mutluluklar, hayaller ve kırıklıkları… Bunların hiçbirisinden bahsetmeye ve onları sırta yüklemeye gerek yoktu o anda. Nasılsa yolda yürürken birbirimize anlatacağımız güzel hikayeler olacaktı onlar da. Hatta bazen tıkanıklarımızı keşfedecektik o hikayelerden arda kalan ve birbirimize yardım edecektik, kimi zaman yardım ettiğimizin farkında olmasak bile… Kimi zaman da ikimizin içi de bir sıkkın olacaktı ve hatta o enerjiyi atacak başka bir yol bulamadığımızdan, birbirimize sardıracaktık ve Allah ne verdiyse birbirimize girişecektik, tıpkı gemilerin gece yakalandığı fırtınalar gibi. Ama ertesi sabah, tüm enerjinin boşalmasının verdiği rahatlamayla güneşi görecektik, tıpkı doğada da fırtınaların ardından gelen açık hava misali… Tüm bunlar yolun ve yolculuğun içindeki doğal süreçlerdi ve aslında tek bir gerçek vardı ki yürümeye devam ediyorduk.
Elele yürümeye devam ederken bir baktık, yanımızda ufacık birisi daha belirdi. Uzun, kumral saçlı, çok güzel, sevgi dolu ama bir o kadar da tutkulu bir kız çocuğu. Kimi zaman elimizi tutarak, kimi zaman omzumuzda, kimi zaman kucağımızda, kimi zaman da bizi oraya buraya çekiştirerek yürüyordu bizimle. Hemen ardından da bunun biraz daha sakin, ama aynı derecede kararlı ve inatçı bir erkek versiyonu katıldı yolculuğumuza. İkiyken dört olmuştuk. Ama elbette ki bu sayıyla sınırlı değildi tüm yaşantımız. Kafamızı kaldırıp etrafımıza baktığımızda, kimi bizim gibi elele, kimi daha kalabalık, kimisi de tek başına, bazıları da eh artık tek başınalıktan sıkıldım türküsünü çığıra çığıra yürüyen sayısız güzel varlık görüyorduk. Hepimiz birbirimizi gözlerimizle selamlıyor ve hatta birbirimizle şakalaşıp takılıyorduk. Kafanız önde yürüdüğünüz sürece, bu yolculukta kendinizi “yalnız” hissedebiliyordunuz, ama aslında yapmanız gereken sadece kafanızı kaldırıp çevrenize bakmak ve orada ne çok kişinin sizinle yürüdüğünü görmekti…
Bir iken iki, sonra da dört olmuştuk ve biliyorduk ki bize katılan o bedeni minik, ama içleri büyük o ruhlar bir gün büyüyecekler ve kendi yollarına farklı patikalarda devam edeceklerdi, tıpkı bizlerin de yaşadığı gibi. Patikalar farklılaşsa bile kafamızı ne zaman çevirsek, ruhumuzun hiç çözülmeyecek gibi bağlandığı eşsiz ailemizin sayısız bireyleri oradalardı ve bizleri selamlıyorlardı, tıpkı onların bizlerin selamına ihtiyaçları olduğu anda, onları selamsız bırakmadığımız gibi. Küçük yol arkadaşlarımız da zamanı gelip de kendi patikalarına geçtiklerinde, her zaman, her kafalarını çevirdiklerinde bizleri orada görecekler ve ihtiyaçları olduğunda bizi yanlarında bulacaklardı. Ama şu anda hep birlikte yürüyorduk ve AN, bunun tadını çıkarmanın zamanıydı…
Ona, o zamana dönsek yine eş olarak seni seçerdim, dedikten sonra alevlerin ateşi hafiften yavaşladı gibime geldi. Ama biliyordum ki o alevler ömür boyu yanacaktı, çünkü karşımda güçlü, tutkulu, dik ve maalesef beni en zorlayan burcun; aslan burcunun has üyelerinden, aşık olduğum kadın vardı. Ben de bir aslan burcunu en zorlayan özelliklere sahip, bir akrep burcu erkeğiydim. Büyük kahkahaların olduğu kadar, sıkı tartışmaların da olabileceği, ama birbirini çok sevebilecek iki insanın ilişkisi tanımına uyuyordu burçsal yorumlarımız. Eh bu yorumun hakkını verdiğimizi söylemem lazım, her ne kadar yaşamlarımızı, burçların ifadelerinin ötesine geçmeye çalışarak yaşamayı arzulasak da…
Yanınızda olan kişi belki bir ömür boyu, belki de çok kısa bir süreliğine sizinle eleledir. Ama önemli olan sadece şu AN’dır. Hiç kimse yoksa bile yanınızda sevgili kablinden şu AN’da, bunu da kutlayın ve tadını çıkartın. Yaşamınızın tadını çıkarttığınız AN kadar, kendinizi “akış”a bırakırsınız ve “akış”a bıraktığınız ölçüde de başınızı kaldırıp etrafa bakabilmeyi başarabilirsiniz. Bunu yapabildiğinizde de, uzaklardan size doğru yaklaşan o kişiyi görebilir ve ona doğru elinizi uzatabilirsiniz, biraz sonra elinizin tutulacağını bilerek…
Elimi tutan ve yolculuğumu paylaştığım Talia’ma sonsuz sevgilerimle…