Ben lisedeyken hiç kız arkadaşım olmamıştı ve haliyle de 14 Şubat’ları paylaşacak kimselerde. 14 Şubatlar o kadar büyürdü ki gözümde bu nedenle. Hep kalbim kırık gezerdim ‘bu senede yalnızım’ diye. Sonra üniversiteye geldim ve işler dönmeye başladı tersine. O kadar çok 14 Şubat’ı, o kadar güzel insanlarla kutladım ki, artık kalamazdı eskisi değeri gözümde. Diğer günlerden çok ‘aman aman’ bir farkı olmadığını anladım kalbimde. Hani derler ya: “seven insana hergün Sevgililer Günü” diye. Bunu sonuna kadar katılıyorum tüm gönlümce. Yalnız yine de bir çift kelam etmek istiyorum kendi dilimce…

 

O gün sokağa çıktığınızda çevrenize bir bakın, ne kadar çok mutlu çift göreceksiniz; ne kadar çok kızın elinde kırmızı güller, ayıcıklar, kalpler olacak. Ne kadar çok erkeğin yüzünde “ben mutluyum, ben mutluyum” diye bir ifade olacak vs. Ama biraz daha dikkatli bakın bu çiftlere hepsi ne kadar birbirine benziyor değil mi? Sanki tüm duyguları programlanmış ve ‘öyle yaşamaları gerektiği’ için ‘öyle’ yaşıyorlar aşklarını…


Maalesef hemen her duygumuzda olduğu gibi aşkı da nasıl yaşayacağımız programlanmış içimize. Resmen öğretilmiş tepkileri veriyoruz büyük çoğunluğumuz. Aşık olunca yapacaklarımız, beklentilerimiz, hatta sevgililerimize alacağımız şeyler bile hepsi önceden programlanmış şekilde. Ulan Dünya’da kırmızı gül dışında başka çiçek yok mu sanki ya da aşkı anlatmak için illa kırmızı bir kalp mi lazım ya da peluş hayvanlar mı ifade edecek onun ne kadar “özel” olduğunu ya da illa ki birşeyler almamız şart mı? Düşünsenize Sevgililer Günü deyince çoğumuz birbirimize “ona ne alacaksın?” sorusunu soruyoruz, biraz daha gelişmişlerimiz ise “yemeğe nereye gidiyorsunuz?” falan. Yani o kadar ama o kadar programlı yaşıyoruz ki duygularımızı ifade etmede… Hele ben şu peluş hayvan olayına sinir olurum. Yani hiç yapmadım mı?
Evet, ben de aldım ve karşımdaki kızlar da ‘gereken’ tepkiyi zaten verdiler. Ama hiç birinin aklına geldi mi şu soru acaba: “Hasan, hani ben ‘özel’dim; benim ‘özel’liğimi bana üzerinde Fatoş etiketi olan ve bugün yaklaşık yüzlerce kızın elinde olan bir peluşla mı anlatıyorsun?”. Haa, bir bakış açısı da şudur ki: “Bu peluş özeldir çünkü onu bana Hasan verdi”. Buna da kabulum ama yani hani aşk ve sevgi yaratıcı duygulardı. Bir de bu peluş meselesinin daha ileriki boyutları var ki benim bir arkadaşımda bunu çok gördüm. Çocuk ne zaman bir kıza ‘aşkını ilan etmeye’ yada ‘yalvarmaya’ gitse elinde mutlaka “sevimli bir ayıcık” olur. “Yahu oğlum, kendini götür yeterli; ayıcığı kendinden daha değerli mi görüyorsun” gibi eleştirilerimi de hep duymazdan gelir ve benim bu zihniyete olan tepkimi de arttırır.

 

Bir de aşıkken ki tepkilerimiz var ki üffff tadından yenmez. Ben bir ara “aşk sarhoşu” insanların yolda yürürken veya bir duvarın üstünde otururken dünyaya bakışlarına (gözleriyle bakış yani) çok takılmıştım. Hepsinde aynı afyonlanmış ifade. Birbirlerine sarılırlar, gözler yere doğru bakar (ama onlar nereye baktıklarının farkında değillerdir), o anda hem ordadılar; hem değil vs. Tamam, şimdi burada takılacak ne var, çok doğal diyebilirsiniz ama eğer bu hali birden fazla çiftte görmeye başlamışsam huylanmaya başlıyorum. Sanki “The Sims” oyununu oynar gibi hissediyorum. O bir bilgisayar programıdır ve tepkiler bellidir; ama eğer bu kadar yaratıcı ruha sahip insanlar, resmen programlanmış gibi davranıyorlarsa insanın kafasına bir sürü soru işareti takılıyor. Sonra da birçok insan çıkıp ortalara “mutlu aşk yoktur”, “ben hiç tatmin olamıyorum”, “neden biriyleyken aklıma başkaları geliyor”, “onunla olmak güzel ama…” vb. birçok nutuklar atıp aşkı yargılayınca ve bu kitlesel bir hale gelip kalıplara dökülünce insanın “aşka” dair tüm umutlarını zedeliyor. Ulan sen aşkını “The Sims”teki gibi programlanmış yaşarsan, zaten öncelikle ruhun isyan eder. “Ben de bu kadar potansiyel varken sen git otomatik yaşa” der bilinçaltı adama. Sonra bir de bu tipler başkalarına da fren olmak isterler, çünkü onların inançlarında “mutlu aşk yoktur”. Birilerinden hoşlanırlar, onlar da ondan hoşlanır, birlikte olmaya başlarlar, ilk başlarda çok özgür ve mutlulardır, daha sonra kişiliklere göre kıskançlıklar; aidiyetler; sahiplenmeler vs girer, mutlaka ‘geleceği kullanarak an’ı iç etme sanatı’ ve korkular devreye girer, mutlulukların ve beraberliklerin sonsuza kadar sürmesi temenni edilir ve en sonunda da ‘yürümüyor’ denilerek ayrılınır. Bu senaryoyu yaşamaktan o kadar bıktım ki. Artık ‘aşk’ adına
cidden yeni birşeyler istiyorum. Beni yaratmaya yönlendirsin, korkuyu değil; huzuru yaşatsın, geleceği ve geçmişi değil; şimdiyi hissettirsin, sahiplenmeyi değil; özgürlüğü göstersin ve en önemlisi de ruhumu daha önce kimselere açmadığım kadar cesurca paylaşmaya açsın. Bu paylaşım öyle bir paylaşım ki Mersin’de dağın tepesinden denizi izler ve hafif bir meltem tenimi okşarken gözlerimi hafifçe kapattığımda o -yanımda olmasa bile- varlığını ruhumda hissedeyim. Kalbim ve ruhum ve beynim onunla bu anı paylaşmanın mutluluğunu hissetsin her hücresinde. Ve onun varlığı yaratıcılığıma ‘esin’ olsun ki peluş hayvanlar ve kalpler yerine, kendi ellerimle ürettiğim ve dünyada yalnız bir tane olan o çok ‘özel’ armağanı ona sunayım.


Biliyorum bazılarınız bu söylediklerimi zaten yaşıyor, aslına bakacak olursanız dünyadaki herkes bunu yaşıyor ve ben burada ‘saçmalıyorum’ ya da bazılarınıza göre çok ama çok ‘hayalperestim’ veya ‘çok şeyler istiyorum’. Hepiniz haklısınız kendinizce… Bu yazıyı bugüne kadar ‘Aşk’ı hiç istediği gibi tadamadığını düşünen, ama umudunu asla yitirmemiş hayalperest bir adamın kendiyle iç hesaplaşması olarak da alabilirsiniz ve umarım içinizdeki ‘aşk’ı hiç ama hiç kaybetmezsiniz.

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...