Kutsal evlilik emanetini ömür boyu taşımak üzere yetiştik. Buna o kadar inandık ki, onlarca aksi örnek görerek büyüsekte evlenmekten vazgeçmedik.  Hayatta istediğimiz her şeyi yapabiliriz tipi söylemlere inandığımız çok oldu, ama işin aslı,  her tercihin bir vazgeçiş  olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten kaçındık. Can Dündar’ın yazdığı gibi  “evlilik, birinin mutsuzluğu pahasına her gün enginar yenen bir ev değil, isteyenin enginar, isteyenin hamburger yediği, farklı tatları buluşturan bir birlikteliği anlayan bir zihniyettir” düşüncesini doğru bulsakta,  farklı tatların buluşmasını , ben ne istersem onu yaparım olarak yorumlayıp vurdumduymaz davranmaya devam ettik.

Evlilik bir zorunluluk değil . Her ne kadar “yasalar” nezdinde evlenmeden tam olarak “biz” olamasakta,  birileri tarafından bu kararı vermeye zorlandığımız söylenemez. Kabul etmek lazım ki başımıza tam olarak ne geleceğini bilmeden giriyoruz bu işe. İlerleyen zamanlarda zevklerimizin nasıl değişeceğini,  bir sene sonra hangi işte çalışacağımızı veya hangi şehirde yaşayacağımızı bilemezken, ömür boyu birlikteliklere söz veriyoruz. Tarih boyunca insanların  “kendi özgür iradeleriyle” kalkıştığı en büyük delilik değilmidir bu?

Aşkımızdan öldüğümüz, gerekirse dağları tepeleri aştığımız ve evlilikle noktaladığımız ilişkiler tüm çabalara rağmen kurtarılamıyor bazen. Çünkü evliliklerin sürmesi için eşlerin sadece birbirlerini sevmesi yetmiyor. Sevginin bir garanti süresi yokken, sanki ömür boyu cepteymiş  gibi davranmamız  neye dayanıyor bilinmez ? Böyle bir rüyaya inanmak kolayımıza geldiği için belki. Rüya diyorum, çünkü çocukluğumuzdan beri bir yanımız bu gerçek dışı hayallerle besleniyor. Filmler, aşk romanları çiftler birbirlerine kavuştuğunda noktalanıyor. Peki ya sonrası? Hiç merak ediyormuyuz o birbiri için aşkından neredeyse ölen çiftler, tek çatı altında bir kaç sene birlikte yaşadıktan sonra, hayatı birlikte karşılamaya aynı derecede hevesli kalabiliyorlar mı?
Hayat hepimizin başına geliyor. Okullardan mezun olup işe başladığımızda, üzerimize geçim derdi bindiğinde, çalışmak mecburiyetinde olduğumuz için çalıştığımızda, parasız kaldığımızda, çocuk büyütürken uykusuz kalmamız gerektiğinde, istediğimiz gibi gezip tozamadığımızda, ev temizleyip alışverişe gittiğimizde, sağlık sorunlarıyla uğraştığımızda, gençken hayalini kurduğumuz yaşamla gerçekleştirebildiğimiz arasında binlerce fark olduğunu gördüğümüzde…Ne yazık ki ailemiz tarafından pamuk prens/prensesler gibi büyütülmüşken, gerçek hayat bize hiçte öyle davranmıyor, büyüdüğümüzde tacımız elimizden alınıveriyor. Belki de bizim nesille başlayan bir özellik, hayat anne babalarımıza geldiğinden daha zor geliyor bize, hep tatminsiz ve şikayetçiyiz. Rahat ortamlarda , güzel imkanlarla ve bolluk içinde büyümek mutluluğumuzu garantilememiş belli ki.

Yaşam bizi bu kadar hayal kırıklığına uğratırken evlilikler de payını alıyor yorgunluklardan. Beklentimiz bir masal kahramanının çıka gelip bizi tüm bu yapılacaklar listesinden kurtarması adeta. Sevgi muhakkak olmalı ama, hayatın, zorluklarıyla ve zorunluluklarıyla bir bütün olduğunu kabul etmek lazım. Tüm bu zorunlulukları paylaşmamız gerektiğini kabul etmek lazım. Sevgi, sadece o insanı  “sözde” sevmekle sınırlı kalmamalı , genişlemeli…İlişkiye konulan emek sevilmeli, hayatın rutinlerini sürdürebilmek için gösterilen çaba  sevilmeli, eğer çocuğunuz varsa elele verip çocukları büyütebilmek sevilmeli. Tüm bunlar sevilmeden, gerekli gayret gösterilmeden sadece karşınızdakine seni seviyorum demek yeterli olur mu acaba?

Yoksa size bunları yaptıracak olan karşınızdaki kişiye olan sevginizin büyüklüğümüdür? Bir insanı çok severseniz yukarıda yazdığım her şeyi doğal olarakta yaparım anlayışındamısınız? Koca bir hayır diyelim buna, böyle olsaydı severek evlenenler arasında boşanma sayıları bı kadar fazla olurmuydu?  Sevgi çok şey ama sabır da lazım. Sevgi çok şey ama gayrette lazım, kısacası zora gelebilmek lazım.
Yaş ilerleyip geriye dönüp baktığımızda “ben elimden geleni yaptım” diyebilmek lazım.

Berna Köker