Erkeğin tosladığı ilk duvardır “efendi olmak”. Daha bacak kadar veletken; aklı yeni yeni, kızlarla doktorculuk oynamaya, arka mahalleden erik aşırmaya yetmeye başlamışken çıkar karşısına. Dizleri kan, üstü başı pislik içinde eve dönünce, anneden alır, efendi olmak dünyasındaki ilk uyarısını. Sonra okula başlar; veli toplantılarındaki en süslü sözdür, “Çok efendi çocuk.” Aslında çocuğun, bu hayat için ihtiyacı olan hiçbir özelliğine vurgu yapmamaktadır; sorgulayıcı mıdır, analiz yeteneği var mıdır, sebep-sonuç ilişkisi kurabiliyor mudur, yeni şartlara kolayca uyum sağlayabiliyor mudur, araştırmacı mıdır, okuduklarını anlıyor mudur… Bunların hiçbiri önemli değildir, efendi çocuktur ya; gerisi teferruattır. Efendi çocuktur; yani öyle ota b.ka müdahele etmez. “Efendi ol!” uyarısı gelince, biliriz ki, “Laf sana verilmeden, sen lafa atlama” denmek istenmektedir…

Efendi çocukları ödüllendirir bu hayat; ama ödül töreninin ne zaman yapılacağına, kendisi karar vererek. Belki bir köşede yıllarca bekletip; hiç işine yaramayacağı yerde güzel bir emekli maaşıyla; belki aynı kendisi gibi, üstünü başını kirletmekten korkan bir erkek evlatla. Müstakbel kaynana, “ Ne efendi çocuk!” dediği zaman, iş bitmiştir. Çünkü anneler, efendi çocukları sever. Siz kızına âşık olmuşsunuzdur ama almanız gereken ilk kalite belgesi kaynana imzalıdır.

İşin garip yani, kadınlar, içlerinde bir parça serserilik barındıran adamlara âşık oluyor. Kadınlar aslında; her seferinde azar işiteceğini bile bile yine bahçeden erik aşıran; yasaklanmasına rağmen mahalle maçında üstünü kirleten çocuklara âşık oluyor. Sonra evleniyorlar bu adamlarla; evlenince mecburen efendileşen adama da “Sen çok değiştin!” demeye başlıyorlar. Aslında değişen erkek değil. Ya da değiştiyse, evlendikten sonra değil; bu hayata ilk adımlarını atarken; üstelik zorla değiştirildi. Hayat, kadınların istediği gibi değil; ne yapıp edip, efendi olmayı büyük bir nimet hâline getiriyor. İş bulmak için, ev sahibine hoş görünmek için, efendi olmak gerekiyor, maalesef. An geliyor, annesiyle ilk tanıştırdığına, “Çok efendi çocukmuş!” yorumunu kapıp havalara uçan kadın; adamın bu efendiliğinden sıkılmaya başlıyor. Efendi efendi yaşamak, efendi efendi gezmek, efendi efendi sevişmek, sıkıcı olmaya başlıyor. Sonra adam hayaller kurmaya başlıyor. Piyangodan para çıkarsa, neler yapabileceğini sıralıyor: Dünya turuna çıkmak, yelkenli almak, bir sahil kasabasına yerleşip hiç dönmemek… Hayallere bile isyan karışıyor; çünkü o efendi hayatın da insanın canını sıktığı zamanlar çabuk geliyor. Üstünü başını kirletirken bastırılan çocukluk zevkleri, açığa çıkmak için, hazır kıta bekliyor. Erkekler bunu itiraf edemiyor ama hepsi, üzerilerine giydirilmiş bu yalancı efendilikten fena halde sıkılıyor. Ortamına göre, ikinci düğmeyi ilikleme ritüeline, düğmeleri parçalayarak isyan etmek istiyor; aslında, yelkenlisine atlayıp, okyanus dalgalarıyla savaşmak istiyor. Bir yerlerde, yıllar önce bastırılmış olan serseriyi uyandırmak istiyor erkekler.

Çünkü hayatın efendileri ödüllendirdiği zamanlar çok çabuk geçiyor…

Ailesine takdim ederken efendi olmanı istiyor kadınlar; ama sevişirken bir serseri…

İşte bu yüzden, ilişkiler oturmuş hâle gelince, doyumsuzluklar da ortaya çıkıveriyor. İşte bu yüzden, hiç buruşmayacak sanılan ilişkiler, kırış kırış oluyor.

Çünkü hayat; ne erkeğe, içindeki serseriyi yaşama; ne de kadına, hayalindeki serseriye âşık olma imkânı veriyor. Efendilik veli toplantısında işe yarıyor ama hayatın geri kalanında prangadan başka bir görev görmüyor.

İlla efendi olacaksa, hayatın efendisi olmalı insan; sorgusuz, sualsiz, kimi zaman da hesapsız. Eğer karşısına; elinde top, k.çında şortla dikilen oğluyla karşılıklı top sektirmeyi bilmiyorsa erkek, o hayat boşa yaşanmış demektir; ya da bir bakışta, eriği çalan çocuğun kim olduğunu anlayamıyorsa…

(İlk Yayın: Esquire)