Yıllardan beri insanlarımızın kafasına işlenmeye çalışılan, birçok kimsenin görmek istediği gibi baktığı ve objektif olmaktan çok uzak (hatta yoksun) olan “kadına değer vermeyen anlayış, erkek egemen toplum” düşüncesine, elimizden geldiğince net ve nesnellik çerçevesi dışına çıkmadan cevap verme zamanının geldiği ortadadır. Erkeklerin ve bayanların cinsiyetleri nedeniyle pek çok alanda mağdur olduğu toplumumuzda, bayanların sorunları hemen hemen her platformda dile getirildiği, ele alındığı için ben, erkeklerin problemlerinden bahsedeceğim; bundan, nesnellikten ödün verdiğim sonucu çıkmamalıdır. Bu yazımda, erkeklerin ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü ve önyargıya maruz kaldığı durumlardan bahsedeceğim; aynı zamanda, kendilerini ‘çağdaş, yenilikçi’ olarak gören ve böyle tanıtan gericilerin, erkeklerin karşı karşıya kaldıkları haksızlıklardaki büyük rolüne açıklık getireceğim.

Neredeyse hepimizin bildiği ve pek azımızın dile getirdiği gibi, toplumumuzda bayanların olduğu kadar erkeklerin de cinsiyetleri nedeniyle karşı karşıya kaldıkları pek çok problem vardır. Şimdi, bu nadiren dile getirilen gerçeklerden bir tanesini inceleyerek esas konuya giriş yapayım…

Hani eskilerin bir sözü vardır: “Tembele coş gelmiş, o da akşama rast gelmiş.” diye (Belki konuyu tam karşılayamayacak ama…); işte gelmiş mi, yoksa getirilmiş mi orasına siz karar verin; geçtiğimiz sene Hürriyet Gazetesi’nde, “Damsız Erkekler Otele de Alınmıyor” başlıklı bir yazıya rastlamıştım ve başlığını görünce sevinip umutlandığım bu yazıyı bir solukta okuduktan sonra, konunun hiç olmadık bir noktaya saptırılmasına üzülmüş, bir o kadar da sinirlenmiştim. Halbuki ilgili yazıyı kaleme alan yazar, düşünceyi oldukça başarılı bir şekilde ele almış, okurlarla paylaşmış; hatta haksızlığa uğrayan kişinin düşüncelerine de yer vermişti. Gelgelelim olayın mağduru, işin kadın-erkek yönünü bir tarafa atıvermiş de aklına yabancı erkek-yerli erkek ayrımını takmış; dolayısıyla da son derece cesur bir üslupla yazılmış olan bu yazı, yazarın ele almak istediği doğrultudan çıkmış ve dikkatleri cinsiyet ayrımı yerine milliyet ayrımına çeken bir hal almıştı.

Söz konusu yazıda; önyargının, gericiliğin, bağnazlığın ve örümcek kafalılığın hasının güzel bir örneği olan “damsız girilmez” uygulamasının, Antalya’daki büyük otellerde de uygulanmaya başlandığı ele alınıyor. Yazar, otellere yanlarında bayan olmadan giren ve çevreye rahatsızlık veren kimi erkeklerin yüzünden tüm yalnız erkeklerin cezalandırılmasının mantıksızlığını ve yanlışlığını, kısacası “Kurunun yanında yaşı da yakmayın.” diyerek dile getiriyor ve anlatımı daha güçlü kılmak niyetiyle, yazısına bu durumun mağdurlarından birinin düşüncelerini ekliyor. Ancak bu şahıs tutturuyor, “Niye Türk erkeklerini almıyorlar da yabancı erkekleri alıyorlar? Onları da almasınlar!” diye. Tabi bu işin ayrı bir boyutu ama burada karşımıza çıkan en önemli problemin, kadın-erkek ayrımcılığı olduğu açıktır.

Bildiğimiz gibi, her ülkenin kentleri arasında az gelişmişi, orta derecede gelişmiş olanı ve gelişmişi vardır ve hemen hemen her zaman, gelişmiş olan, az gelişmiş olanı kendisine benzetir. Yukarıda bahsettiğim “damsız girilmez” uygulamasının, güzel yurdumuzun gelişmiş şehirlerinde, nüfusa oranla çok daha yaygın olduğuna dikkatinizi çekiyorum ve gelişmekte olan şehirlerin de gelişmiş olanları hızla takip ettiklerini vurguluyorum. Kimileri diyebilirler ki, “Madem bu ve benzeri uygulamalar gelişmiş şehirlerde var; demek ki bu tür (kadını erkekten üst planda tutan) uygulamalar çağımızın bir gereği; belki de, gelişmiş şehirlerin ve milletlerin gelişmiş olmalarının altın anahtarı…”. Hemen cevaplayayım: Bundan 80-85 sene önce Türk kadını, insan olmasının kendisine getirdiği hak ve özgürlüklerin neredeyse hiçbirinden yararlanamamaktaydı. Seçmek-seçilmek şöyle dursun, kocasının izni olmadan evinden dışarı dahi çıkamamaktaydı. Cumhuriyetin ilanı ile başlayan ve Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün inkılaplarıyla hız kazanan gelişme ve değişme süreci zarfında kadınlar da, sahip olmaları gereken hakları kazanmaya başladılar ve devam ettiler. Doğal olarak, kadının hemen hemen her alanda erkeğe eşit olması, ilk önce gelişmiş şehirlerde gözlendi; veya bu gelişmenin ilk olarak gözlendiği şehirler, en çok gelişen şehirler oldular. Buraya kadar her şey normaldi ve olması gereken de kadın ile erkeğin aynı seviyede, aynı değerde olması idi. Ancak, 20. yüzyılın sonlarına doğru, özellikle gelişmiş kentlerde erkeklerle eşdeğer standartlarda yaşayan kadınlar, erkeklerle aynı seviyede olmayı yeterli bulmamaya başladılar ve onlardan daha üst sınıf bireyler olabilmek için, benzer amaçlar (bayanlara dalkavukluk yaparak –sözde- çağdaş, sosyal kimlik edinmek gibi) güden ve kendilerine destek veren bazı kadın yalakası erkekleri de yanlarına alarak, “namus, rahatsız edilme/olma, tacize uğrama, şiddete maruz kalma” gibi kavramları ‘ÖZELLEŞTİRDİLER’. Bu özelleştirmeye göre, sadece kadınlar namus sahibi oluyordu. Bir erkek bir kadına laf atınca veya uygunsuz teklifte bulununca, bu kadının namusuna dil uzatmış oluyordu. Kadın erkeğe hakaret edince veya uygunsuz tekliflerde bulununca, erkek için “namus” kavramı söz konusu olmadığından, bu erkeğin “Namusuma dil uzattı.” deme hakkı bile olmuyordu. Hatta erkek, toplumun gözünde, bu durumdan hoşnut olmak zorundaydı. Benzer bir şekilde, bir otelde veya barda, bir erkeğin (kimi zaman alkolün etkisiyle) bir bayana asılması, rahatsızlık vermesi durumunda bu bayanın “RAHATSIZ OLMA HAKKI” vardı ve bu tür kimselerin söz konusu ortamdan uzaklaştırılması konusunda büyük ölçüde yaptırım sahibiydi. Ancak bir bayanın askıntılık ettiği bir erkeğin, bu bayanı şikayet etme hakkı pek yoktu. Şayet ederse, ya akli dengesinin yerinde olmadığı düşünülecek, ya da bayanlar hakkında daha iyi niyetli düşünmesi konusunda, kendisine toplum tarafından yaptırım uygulanacaktı. Bayanlara ileri derecede imtiyaz tanıyan bu anlayış, günümüze dek yaygınlığını artırarak gelmiş/getirilmiş; hatta devlet yönetiminin yanı sıra yargıyı dahi önemli derecede etkilemiş, zedelemiştir. Bir de utanmadan, bunu günümüzde “pozitif ayrımcılık” (bayanlar lehine) olarak isimlendirmektedirler.

Şimdi doğru oturup doğru konuşalım. “ilericilik, medeniyet” kavramlarının içerisinde anılması gereken, “kadının üstün sınıf, erkeğin ikinci sınıf olması” mıdır yoksa insana insan olduğu için değer vermekle özdeş olan “erkek-kadın eşitliği” midir? Erkekleri “potansiyel suçlu” olarak değerlendirmek önyargı değilse nedir? Madem yalnız erkekler, otel ve barlardaki bayanları rahatsız edebilecekleri düşüncesiyle bu tür mekanlara alınmıyorlar, hiçbir yetkili de bu tutumun ‘erkeğin’ insan haklarını ihlal ettiği gerçeğini göz önünde bulundurarak müdahale etmiyor; o halde sokaktan geçen, bıçakla insan öldürebilecek kadar fiziki güce sahip olan herkesin kolundan tutulup içeri atılması gerekir, “Bunlar cinayet falan işlerler…” diye. Hani, dünyaya at gözlüğüyle bakan, ileri görüşlü olduğunu sanan bazı dar kafalılar vardır; hayatı yaşayarak öğrenmeye karşıdırlar ve onlar için hayat; otobüslerde, vapurlarda, parklarda, banklarda ve –her nedense- topluma açık yerlerde güncel kitapları okuyup, anlamayı başardıkları kadarıyla ‘entel gevezelik’ etmekten ibarettir (Bu tip kimselerin, bilgi haznesini geliştirmek ve zenginleştirmek için okuyanlara da saygıları yoktur.); her şeyi en iyi kendilerinin bildiğini sanırlar ve kendileri gibi ‘zorlama entelektüel’ olmayanları da pek dikkate almazlar; işte böylelerine  göre örümcek kafalılık; kadının bir ilah değil bir insan olduğunu düşünmek, kadına da erkek kadar değer vermek; kimi zaman da yerli-yersiz her şeyi protesto etmeyip eylem yapmamak, içkiden uzak durmak, top sakal bırakmamak veya, Tanrı’ya inanmaktır. Son dört öğe konumuzla fazla ilgili olmadığı için detaylandırmayacağım; ancak, pek çok insanın nazarında “ilericilik, aydınlık” olan, böyle zannedilen anlayışın; gericiliğin, tutuculuğun ve örümcek kafalılığın ta kendisi olduğunu belirtmek durumundayım. Gerçek medeniyet, insana insan olduğu için değer vermek; bayan-erkek, beyaz-zenci, Hıristiyan-Müslüman ayrımı yapmamak; insanı potansiyel bir tehlike olarak değil, toplumu toplum yapan esas unsur olarak görmektir.

Önyargı ve ikinci sınıf muamele konusunda bazı noktalara değindikten sonra, erkeklerin aleyhine olan benzer uygulamalara birkaç örnek daha vererek yazımı noktalamak istiyorum:

Sokak ortasında bir bayana şiddet uygulayan bir erkek (Şiddetin çağdışı ve son derece haksız bir uygulama olduğunu belirtmek isterim.), gerekçesi her ne olursa olsun, toplumun nazarında yüzde yüz haksızdır; toplum bu durumu görünce, sadece ama sadece erkeğin suçlu olduğunu düşünür. Ancak, benzer şekilde, gene sokak ortasında, bir erkeği çantasıyla pataklayan bir bayanı düşünelim. Toplum bunu gördüğünde erkek için, “Kim bilir zavallı kadıncağıza ne yaptı da, kadın da onu pataklıyor!” diyiverip, adamın haklı ya da haksız olduğunu öğrenmeden, yanlış anlaşılıp-anlaşılmadığını bilmeden gene suçlu olanın erkek olduğunu düşünür. Kendisini pataklayan bir bayana AYNI YOLLA (şiddetle) karşılık veren bir erkeğin (Bu tür karşılıklar genellikle ‘ölçülülük’ çerçevesinde olur.) toplum gözünde suçu daha büyüktür. Toplum tarafından “hem suçlu, hem güçlü” olarak nitelendirilir; erkeğin haklı, bayanın haksız olma olasılığı, sıfır (0) olarak kabul edilir.

Bilindiği gibi, (çekirdek) ailenin tanımı, “karı, koca ve evlenmemiş çocuklardan oluşan, toplumun en küçük yapı birimi” olarak yapılır. Elbette, çocuk sahibi olmayan evli çiftler de aile olarak değerlendirilir. Bazı lokantalarda, pastanelerde, çay bahçelerinde aileler için tahsis edilen yerler vardır ve yukarıda “aile” tanımlaması altında bahsettiğim kimseler için özel olarak ayrılmıştır. Buralara, yanlarında bayan bulunmayan erkekler girmez veya giremezler. Ancak her ne hikmetse, yanlarında erkek olmayan bayan veya bayanlar, aileler için özel olarak tahsis edilmiş bu mekanlara alınmaya/girmeye sıra gelince gerek mekan sahipleri, gerekse toplum tarafından “AİLE” olarak nitelendirilirler. İşte size, “damsız girilmez” uygulamasına benzer bir ilkellik; ve tutuculuğa, ayrımcılığa hatta bölücülüğe güzel bir örnek: “Bayan ailedir, erkek aile değildir!”. Bu bayanların; eşleri ve çocuklarıyla yemeye, içmeye gelen beyefendileri rahatsız edebilecekleri hesaba katılmaz; zaten erkeğin rahatsız olmaya hakkı yoktur(!)

Pek çok öğretmenin kanaatinde, aralarında anlaşmazlık çıkan kız ve erkek öğrencilerden, erkek olan haksızdır veya suçludur. Hangi tarafın suçlu olduğu tespit edilmeden, hatta sorgulama bile yapılmadan erkek öğrenciye yaptırım uygulanır. Ayrıca, erkek öğrencilerin her an bir suç işleyeceği düşünülür ve işlenmiş olan her suçun sorumlusunun bir erkek olduğu varsayılır (Bu bir önyargı değil midir?).

Toplumumuz, bayanları “ana, bacı” olarak değerlendirmesine karşın bayları “baba, birader” veya “asker” olarak görmekten uzaktır.

“Medeniyet kuralları” olarak ileri sürülen ve önemli bir kısmı, erkek-kadın eşitliğine karşı çıkan, sözümona ‘çağdaş, aydın’ olarak geçinen yobaz, gerici ve tutucu kimseler tarafından ortaya atılan düzmecelerden oluşan, yazılı olmayan birtakım kurallara göre bayan; her zaman korunması ve el üstünde tutulması gereken, her durumda önceliği hak eden (savaşta, tehlikede değil her nedense!), her an haklı olduğu varsayılan, saygı duyulması gereken unsurdur. Erkeğin görevi ise bayana uşaklık etmektir (Kadını “köle” olarak gören ilkel anlayıştan ne farkı kaldı şimdi?).

Yaygın olan bir önyargı da, “Erkeğe bir şey olmaz.”, “Erkek her durumda başının çaresine bakabilir.” düşüncesidir. Bu yüzdendir ki ilkyardım uygulamalarında bile bayanları kayırmak esastır. Buz gibi bir denizin ortasında batmakta olan bir geminin yolcuları kurtarılırken dahi bayanların canlarının baylarınkinden kıymetli olduğu düşünülür (Örneğini “Titanik” filminde bulabilirsiniz.).

Bir süre önce izlemiş olduğum ve zihnimde yer eden bir haberi paylaşayım: Üzerlerinde silah bulunmayan üç bayan, bir bankaya giriyorlar ve veznelerden birinde açıkta duran bir miktar parayı alarak kaçmaya çalışıyorlar. Bankanın güvenlik görevlisi durumu farkediyor, fakat kadını tutup etkisiz hale getirmektense, olayı polise havale etmeyi yeğliyor. Bir kısmı objektiflere yansıyan olayın hemen ardından, çekim ekipleriyle röportaj yapan güvenlik görevlisi, şahıs bayan olduğu için müdahale edip, etkisiz hale getiremediğini ifade ediyor (Tabi ki bir de bayan güvenlik görevlisi olsaydı daha iyi olurdu.). Anladığım kadarıyla, 40-50 yaşlarındaki güvenlikçi, kadına sarılması durumunda “tacizci” damgası yemekten çekiniyordu. Ancak, güvenlik görevlisinin bu durumda yapması gereken şey, her ne pozisyonda olursa olsun, bayanı en kısa sürede etkisiz hale getirmek ve çalınan parayı geri almaktır. Kendisine “tacizci” diyenlere karşı ise, görevi esnasında iftira attıkları gerekçesiyle manevi tazminat davası açarak hakkını araması, en mantıklı yoldur.

Bu konuya dair, benzer ve farklı alanlarda sayısız örnek verilebilir; aklıma gelenlerden bazılarını seçerek paylaşmak istedim. Daha pek çok örneği ise okuyarak, izleyerek, duyarak; hepsinden daha önemlisi ‘YAŞAYARAK’ öğrenmiş olacağız. Özetlemek gerekirse; gerek bayanların, gerekse beylerin, haklarını ararken karşı tarafın hak ve özgürlüklerine saygı duymaları esas olmalıdır. Hak, savaşarak aranmamalı; barış, saygı, sevgi ve hoşgörü ön planda tutulmalıdır.

Konuk Yazar