Uzunca zamandır yazmak istiyordum bu konuyu. Ama neresinden tutacağımı, nasıl başlayacağımı bilmediğimden erteleyip durdum. Ertelemek bir bakıma iyi de oldu, çünkü bu gecikme döneminde yaşadıklarım, yazarken verebileceğim örnek sayısını arttırdı.

Evliliğin kolay bir müessese olmadığı malum. Ayrıca her ilişkinin tamamıyla kendine özgü denklemleri barındırdığını düşünürsek, evlilikle ilgili kitabi tanımlamalar ve genellemeler yapmanın gereksizliği de çıkıyor ortaya. O yüzden belki de söylenebilecek tek şey, ne kadar severek evlenmiş olursak olalım, bu müessese içerisinde, hepimizin sabır katsayısının zaman zaman denendiği.

Son zamanlarda evlenen bir kaç arkadaşım oldu ve hepsi, belki de otuzlu yaşların getirdiği temkinlilikten dolayı, doğru kararı verip vermediklerini uzunca sure düşünüp taşındılar. (O zaman anladım ki aşkın getirdiği gözü karalık 20’li yaslara ait bir davranış. İnsan 30’larında ne kadar aşık olursa olsun attığı adımın onunu arkasını daha çok düşünüyor.) Ayrıca kendi içlerinde düşünmekle kalmayıp, çevrelerinde evli olan insanlara neden tereddütte olduklarını, neden korktuklarını ve bu işi düzgün yürütmenin kuralının ne olduğunu sorup durdular. Bu soru bana ilk sorulduğunda yukarıda yazdığım gibi genelleme yapmanın imkansızlığından ve her ilişkinin kendine has bir dokusu olduğundan bahsetmiştim. Net bir cevap vermekten kaçındım daha doğrusu… Ancak zamanla düşüncelerim değişti ve ilişkilere ait gözlemlerime dayanarak basit bir kural geliştirdim; kendine yapılmasını istemediğin şeyi karşındakine yapma, ya da çifte standartlı olma.

Yazarken kolay ama pratikte zor bir uygulama.

Çifte standartlı olmak nerede başlar, nerede biter, sınırlarını kim belirler? Eğer çifte standartlı davranan sizseniz ve karşınızdaki insan (maruz kalan/ maktul) buna sesini çıkarmıyorsa sınırım herhangi bir şekilde çizilemeyeceğini, yani sonunun gelmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü çifte standart “uygulayan” acısından iyidir, faydalıdır, rahatlatır, hep bana hep bana denmesine olanak verir. Çünkü işbasındaki uygulayıcı olarak yaptığınız şeyin aynısı size yapıldığında nasıl hissederdiniz kısmını düşünmeden sürekli yaptırımda bulunursunuz. Aslında bu görünürde “zoraki” bir yaptırım değildir, ama maruz kalanı isteklerinizi yerine getirmeye mecbur bırakır… Çünkü siz bencilce talep edersiniz ve istediğinizi yapma özgürlüğüne sahipsinizdir.

Bunun en bariz örneğini aldatma olaylarında görürüz… Kadın veya erkek eşini aldatır, ama aynısının ona yapıldığını öğrendiğinde (elbette kendi yaptıkları gizli kalmak koşulu ile) bu boşanma sebebi olabilir. Geçmiş senelerde adini vermek istemediğim bir is arkadaşım telefonda bir pazarlık yapıyordu, kendisinin eşini aldattığını gayet iyi biliyorum ve telefonda karşıdaki kişi ne söylediyse o kadar öfkelendi ki verdiği cevap, “Valla beni o kadar sinirlendirdin ki ancak karımın birisiyle ilişkisi olduğunu öğrenirsem bu kadar sinirlenirdim, dua etki yanımda değilsin!” demek oldu. İçimden “Bak sen?” demek dışında bir yorum yapamamıştım.

Diğer bir örnek kadının veya erkeğin arkadaşlarıyla gece dışarı çıkmasında kendini gösterir. Erkek gece arkadaşlarıyla dışarı çıkmakta özgürdür, yemeğe, bara veya club’a gidebilir. Hatta eğer 30’lu veya daha genç yaslarda bir baydan söz ediyorsak, kendini modern bir erkek sayıp karısının da arkadaşlarıyla dışarı çıkmasına izin verir. Ancak kadın bunu üst üste iki hafta yaparsa gözüne batmaya baslar. Öyle örnekler gördüm ki üst üste iki hafta örneğini bile vermek yanlış oldu, kadın bunu ayda bir veya iki ayda bir bile yapıyor olabilir, fark etmez… Hemen kadını saat bası cep telefonundan arayıp sıkıştırmalar, rahatsız etmeler başlar. Hadi evine dön, hoşlanmıyorum bundan söylemleri alır basını gider. Hâlbuki o kadının da rahatlamaya, sosyalliğini devam ettirmeye ihtiyacı vardır. Arkadaşlarıyla beraber eğlenmektedir, yani özünde erkeğin yaptığından farklı hiç bir şey yapmamaktadır, masumdur. Ancak kadın yaptığının haklı olduğunda diretir ve devam ederse tartışma daha ciddi boyutlara girer ve sonuçta bakla ağızdan çıkar: “Ama ben erkeğim!” Başarılı bir çifte standart uygulaması değil mi?

Dediğim gibi bunlar en belirgin örneklerden ikisi. Ama ya diğerleri, ya minik detaylar gibi gözüken ama maruz kalan maktulun hayatini cehenneme çeviren günlük yaşantının diğer çifte standartları? Şimdi vereceğim örnekler aslında diğerleri kadar belirgin olmakla birlikte sanıyorum kültürümüzden ve yetiştiriliş seklimizden dolayı daha “normal” kabul ediliyorlar.

Günlük yaşantıya bir göz atalım. Hayat ortaktır ve bu bağlamda kadın ve erkek bu ortak yaşantı da eşit paylaşım hakkına sahiptir. Bu da demek ki konulan emek ve edinilen kazanç/rahatlık eşit olmalıdır. Erkek dışarıda çalışır, evin geçimini sağlar. Kadın ise evin düzeninden ve çocukların yetiştirilmesinden sorumludur. Aklı başında olan kimsenin buna bir itirazının olduğunu zannetmiyorum, çünkü ev kadınlığı bir ofiste çalışmak kadar (hele ki çocuk varsa) tam zamanlı bir iş. (Hatta erkek ofisten eve geldiğinde kendini isini bitirmiş sayabilir, ama kadın evde çalışmaya devam etmektedir.) Ancak herkesin bahsedilen bu ideal düzene sahip olmadığı da aşikâr. Çoğu çift, genellikle maddi sebeplerden kaynaklanmak üzere, emeğini ev dışında harcamak zorunda. İste çifte standart burada kendini göstermeye başlıyor, hem de günlük hayatin her anında.

Kadın ve erkek sabah işe gitmek üzere evden çıkar. Bütün gün çalışıldıktan sonra yuvaya dönülür. Erkek üzerini değiştirip ev moduna geçtikten sonra bilgisayarın veya televizyonun önüne kurulur, öyle ya bütün gün çalışıp rahat etmeyi hak etmiştir. Hal bu ki kadının mesaisi devam etmektedir, yemek yapar, sofrayı kurar, sofrayı kaldırır, bulaşıkları yıkar, varsa çocuklarla ilgilenir, yedirir, içirir, yatırır, yapacağı diğer ev işlerini halleder. Bütün bunlardan sonra vakti ve hali kaldıysa koltukta oturarak biraz dinlenmeye çalışır ve zaten yorgunluktan oracıkta uykuya dalar.

Bazı farklılıklar olmakla birlikte bu düzene sahip çok ilişki biliyorum ve adına çifte standart dışında bir şey diyemiyorum. Belki sizin evinizde her gece düzenli sofra kurulup kaldırılmıyor olabilir veya bulaşıkları makine yıkıyor olabilir, ama yaşanılan bir evin düzenini kim yürütüyor ve sorumluluklar kimin üzerinde toplanıyor, esas düşünülmesi gereken konu bu sanırım.

Bu noktada başka bir örnek daha vermek istiyorum. Çok yakından tanıdığım, 30’ların başlarında her ikisi de çalışan bir çift. Ofisteki iş yükü ağır olmasına rağmen evin sorumlulukları da bayan arkadaşımın üzerinde. Kendi aralarında düzenli yemek, düzenli temizlik gibi kurallar koymasalar da evin genel düzeniyle, alışveriş yapılması, faturaların zamanında ödenmesi, çamaşır yıkanması gibi aklınıza gelebilecek tüm detaylar, kadının sorumluluğunda. Beyimiz evi daha çok “otel” olarak kullanmaya eğilimli. Yediği içtiği tabağı kaldırmak, elindeki yara bandını çıkarttığında oturup çöpe atmak, cola şişesi bittiğinde boş haliyle buzdolabına geri koymamak gibi alışkanlıkları yok. Bayan arkadaşım bu konudaki sıkıntılarını zaman zaman dile getiriyor, hatta bu konuda pek çeşitli yollar denedi, önce sakince konuştu, baktı olmadı biraz daha detaylı anlattı, baktı olmadı şikâyet etti kavga etti, ama nafile… Bir vurdumduymazlık sozkonusu. Beyimiz serbest girişimci, ortağıyla beraber kendi işini yürütmeye çalışıyor. Son bir senedir ortağıyla ilgili ciddi sıkıntıları var ve bunları bizlerle paylaşmaya çok hevesli. En büyük şikâyeti ortağının üzerinde düşenleri tam olarak yapmaması ve haliyle kendisinin de yapılmayan bu isleri yapmak zorunda kalması. Ortağını anlatırken pek çok sıfat kullanıyor, “umursamaz, tembel, dikkatsiz, anlattığım şeyler bir kulağından girip öbüründen çıkıyor, düşüncesiz beni hiç düşünmüyor” gibi… Kısacası halinden memnun değil. Çünkü bir konuda ortak paylaşıma (emek/kar/zarar) karar verilmişken karsıdaki kişinin üzerine düşeni yârim yamalak yapması sebebiyle eksiklikleri kendisi tamamlamak durumunda kalıyor. Acaba aradaki paralelliği görmek bu kadar mı zor? Bu çifte standart neden?

Sadece “seni seviyorum” demek de hayatı daha kolaylaştırmıyor maalesef. Ayrıca bu sözde sevginin arkasına sığınarak karşınızdaki insani yıpratmaya devam etmek hissedilen sevginin samimiyetini şüpheye düşürüyor, hem de çiftlerin bir ilişkiyi sürdürmelerinin en geçerli sebebinin sevgi olması gerekirken. Sevgi sadece lafta kalmamalı ve gerçekliği, insanların birbirlerine kattıkları, yeri geldiğinde zevkleri olduğu kadar sorumlulukları paylaşmaları ve hayati birbirleri için daha kolay, yaşanılabilir hale getirmeleriyle yasama yansımalı.

Gerçek hayata baktığımızda çoğu ilişki bu noktadan çok uzak. Çünkü ilişkiler bir dizi çifte standart üzerine kurulu. Maruz kalan acısından karsı tarafı olduğu gibi, bu çifte standartlara rağmen kabul etmenin bedeliyse çok ağır. Yorgunlukları ve günlük hayatin getirdiği onlarca sorumluluğu tek başına üstlenmeyi gerektiriyor. Kimi evlilikler bu yüzden bitiyor, kimileriyse dozajı artan şikâyetlerle bir şekilde devam ediyor.

Evet, ilişkilere tek cümlelik mucizevî bir çözüm bulmak imkansız ama her iki tarafın mutluluğunu sağlamak için yapılacak en önemli şeyin kendimizi karsı tarafın yerine koymak ve sonuçlarıyla dürüstçe yüzleşmek olduğunu düşünüyorum. Düşünce ve davranış yapımızı buna göre tekrar şekillendirmekse baslı basına bir süreç, çünkü alışkanlıklar kolay değişmiyor… Ancak bu konuda gösterilen ufacık bir çabanın bile inanılmaz olumlu sonuçlar doğurabileceğini biliyorum, yeter ki niyetimiz bu yönde olsun.

Berna Köker