Evlenmemiş birinin evlilik hakkında yazması ne derece inandırıcı olabilir, diyebilirsiniz. Ama hayatı, insanları sürekli sorgulama alışkanlığımdan “ya başıma gelirse!..” diye çok iyi gözlemlediğim bu konudaki görüşlerimi paylaşmak istiyorum.

 

derKi’de’Doğurmamış Birinden Annelik Üzerine’ başlıklı yazımda “anne olmak” hakkında yazmış; bay/bayan okuyan herkesten son derece olumlu tepkiler almıştım. Bu da bana, tıpkı annelik gibi deneyimlemediğim ‘evlilik’ hakkında yazma cesaretini verdi.

Dünyaya gözlerimi açtığım evdeki beraberlik evlilikten ziyade ‘evcilik’ gibiydi. Büyüklerin uygun görmesi sonucu birbirini nikâha bir hafta kala görmek suretiyle 16 ve 19 gibi resmen çocuk denecek yaşta evlendirilmiş bir çiftin ikinci evlâdıyım.

Başı bağlansın, mesuliyet sahibi olsun, akıllansın uslansın diye evlendirilmiş babam. Zaman içinde ise beklenenin aksine; “Bunu da nerden buldular?.. Alıp getirip başıma sardırdılar!..” diye anneme ve bilâhare annemden olan bizlere adeta garez olmuş nevi şahsına münhasır biriydi. Evliliğin bana göre olmazsa olmazı olan paylaşma duygusundan; gerek tek çocuk olması, gerekse yanlış yetiştirilmesi sonucu kesinlikle nasibini al(a)mamıştı.

Çocukluğumda tanık olduğum ve ilk izlenimlerimi oluşturan bu model bana “evlilik buysa, ilerde böyle bir kurumun içinde asla yer almayacağım!..” diye ant içirtti…

Bir çocuğun evliliğe ve erkeklere dair ilk izlenimleri haliyle kendi ebeveynlerinde gördüklerinden oluşur. Benimkinin ne kadar olumsuz olduğunun detaylarına girmeyeyim!.. Yalnız şunu belirtmeliyim; babamı baz alıp tüm erkekleri yargılamayı, kurunun yanında yaşı yakmayı hiç düşünmedim. Erkeklerin hepsi aynı değildi nasılsa?! Ancak, bilinçaltıma kazınmış şeyler zaman zaman karşıma bir biçimde çıktı ve başka erkeklerde babamı andıran fiziksel veya ruhsal herhangi bir şey gördüğüm an ortalıktan toz oldum. Herhalde karşı taraf “Allah Allah ne oldu da bu kız birden kayboldu?..” diye ardımdan bakakaldı. Bu durumu kendime bile yeni yeni itiraf ediyorum…

Evet, kaderin cilvesi sonucu, bizimkiler tuhaf bir şekilde evlendirilmişti. Peki o zamandan bugüne geçen yarım asırlık sürecin sonunda, bugün neler olup bitmekte?..

Hâlâ bu ülkede beşik kertmesi, başlık parası, berdel, kuma gitme, imam nikâhıyla oturma ve akraba evliliği gibi bir yığın saçma sapan ve tuhaf yöntem uygulanmaya devam ediyor!.. Çocuk denecek yaşta evlendirilen kızlar koca koynunda ergenliğe adım atıp, kendi daha minicikken anne olup çocuk büyütüyor. Kanlı çarşaf bekleyenleri sukut-u hayale uğratıp, aile meclisi kararıyla infaz edilenler de zaman zaman haberlere yansıyor…

Bizim ülkemiz tezatlar ülkesi. Bir tarafta ortaçağ dönemine özgü uygulamalar devam ederken başka taraf alabildiğine özgür; hem de öyle bir özgürlük ki tamamen yatak ilişkilerine ve cinselliğe odaklı!.. Sınırsız, ilkesiz, sevgisiz ilişkiler öyle tatminsiz kılıyor ki insanları, sonunda her şey sıkıcı olmaya değişiklik arayışı madde kullanımına ve değişik cinsel ihtiyaçlara yönelik partnerleri devreye sokmaya kadar gidiyor. Bu iki aşırı ucun hiçbirini sindirmek ve kabul etmek mümkün değil. Allah akıl fikir versin!..

İşin garibi ister tutucu, ister marjinal hangi kesimden olursa olsun nedense genelde bir nişanlanma, evlenme ilişkiyi resmiyete dökme merakı var toplumumuzda. Bizde bazı evlilikler öyle laubali bir hale gelmiş ki, yurtdışında birlikte yaşayanları gözlemlediğimde daha seviyeli ve daha saygılı ilişkiler içinde insanlar. Toplumda müthiş gelişmiş bir mülkiyetçilik duygusu var. Bu daha flört, nişanlılık gibi devrede başlayıp zamanla hele bir de nikâh aşamasına gelinirse ‘tapulu mal’ görmek gibi bir hale dönüşüyor. Kimse kimseyi müebbet mahkûmu ya da hayat sigortası gibi görmemeli. Netice olarak bir ilişki yürümediğinde mutlaka bir çıkış noktası bulunacaktır. Sürüklemenin anlamı yok!

Evlilik maddi manevi paylaşım ve çok büyük fedakârlıklar gerektiriyor. Günümüz insanı ise, yaşam koşulları gereği yorgun, sinirli, huysuz, kendiyle kavgalı. Bu durumda bir de apayrı bir ortamda doğup büyümüş; alışkanlıkları, düşünceleri, yemesi içmesi, hayata bakışı ve algılayışı farklı kişilerin senkron tutturması gerekiyor ki bunu başarmak mucize!..

Eskiler ‘İki gönül bir olunca samanlık seyran olur’ demiş ve bunu gerçekleştirmiş de… Şimdi değil samanlık, saray gibi evlerde sınırsız imkânlarda bile seyran olmuyor. Bir somya, bir yatak, bir masa ve dört beş iskemleyle, penceresinde basma perdelerle, bugün kurulan yuvalara kıyasla eşya namına pek bir şey olmayan ama içinde sevgi, saygı, sadakat ve iyilik dolu yürekler olduğu için yürüyen evliliklerden bugün her şeyin en ince ayrıntısına kadar tamam olduğu ama huzurun, tadın tuzun olmadığı evliliklere geldik!..

“Testi kadar kocası olanın kulpu kadar hükmü olur…” da bir başka deyiş. Sanki kadının tek başına bir değeri yokmuş, illaki bir erkeğin eşliği ve himayesi gerekirmiş gibi… Günümüzde çoğu kadın maddi manevi kimseye muhtaç olmadan pekâlâ kendi ayakları üzerinde durabiliyor. Birçok erkek de; böyle maddi açıdan cazip hanımların hayatına kapağı atabilmek, eski tabirle ‘içgüvey’ girebilmek için can atıyor. Ancak erkeklere haksızlık olmasın, evvel ahir değil babası dedesi yaşındaki adamların sırf parası için koynuna giren hanımları görmek de mümkün. Böyle aşırı yaş farkı olan evliliklerde; yataktaki uyum ve mutluluğun önemi yadsınamayacağına göre nasıl olup da beraberliklerin yürüdüğüne aklım ermiyor!..

Bizde deyim çok!.. “İş işte, koca kocada bulunur!..” Sıra savmak için sevmeden içlerine sinmeden evlenip mutsuz ve dolayısıyla gözü dışarıda olanlar için söylenmiş herhalde. Ancak yanlış yanlışı getiriyor. Bir ilişkiden diğerine bir müddet boşta kalıp şöyle kafalarını dinleseler, kendileriyle baş başa kalsalar, biraz ruhlarını ve bedenlerini dinlendirseler şöyle bir durum değerlendirmesi, hayat muhasebesi yapsalar… Bizleri sayısız nimetleriyle besleyen toprak ana bile zaman zaman nadasa bırakılıp dinlendiriliyor, insanlar da kendilerini biraz nadasa bıraksalar fena mı olur!..

Eski insanlara ve onların aşınmamış değer yargılarına, maddiyattan çok manevî değerlere dayalı dünyalarına çok imreniyorum. Kırk yıllık evlilerin birbirlerine ‘hanım/bey’ diye hitap etmelerinden, bugünkü ‘kocişko!’ gibi laubali hitapların ortalıkta uçuştuğu, eskiyle tam tezat oluşturan çiftlere geldik!.. Nereye gitti o eski kanaatkâr, tahammüllü, hoşgörülü, paylaşımcı nezih insanlar? İyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta, varlıkta yoklukta yuvasını dağıtmayan, birlikteliğine toz kondurmayan gerçek hayat arkadaşları?.. Hiç mi zor günleri olmadı onların, badireler falan atlatmadılar?.. İyiyi kötüyü, varı yoğu birbirine katık edip, “Kul kusursuz olmaz!..”, “Kol kırılır yen içinde kalır” deyip öyle yürütmüşler yuvalarını.

Anneannem bize; “Yavrım, biz kocamız eve geldiğinde şayet sinirli olduğunu hissedersek hemen pencereleri, perdeleri sıkı sıkı kapatırdık. Evdeki huzursuzluk dışarı sızmasın diye. Şimdikiler evde olanı biteni, eline telefonu alıp çan çan ta Fizan’dakine kadar anlatıyor… Buna pek kahır ediyom” derdi. Anneannecim çok şükür bu paparazzi furyasını ve orada çıkan insan müsveddelerinin evlilikte ilk geceden başlayarak ve başta yatak odasında olup bitenler olmak üzere anlattıklarını görmeden gitti!.. Zaten bunca kepazeliği görseydi, aklının alması mümkün olamayacağından yüreğine inmek suretiyle giderdi…

Evlilik çok dışa dönük olmayı, sürekli naklen yayın modunda kameralar önünde yaşamayı kaldıramayacak bir şey. Sinirli bir anında çiftler; aralarında geçenleri üçüncü şahıslara anlatıp, bilahare öpüşüp koklaşıp durumu düzelttiğinde; bu defa saçma sapan sorulara muhatap olma durumu ortaya çıkıyor. Buna da eskiler; “Süpürgeye sıçıp etrafa saçmak!..” diyor. Etrafa lâf, dedikodu için malzeme lâzım. Adı üstünde ‘özel’ olması gereken hayatlar önce genelleşip sonra banalleşiyor.

Bu toz duman ve kargaşa ortamında iyi bir beraberlik yakalayanlara, mutlu olanlara tavsiyem; “birbirinizi ne methedin ne kötüleyin!..” oluyor. Nazar değmesin diye… Ayrıca öyle bir zamandayız ki, erkek/kadın kim partnerini çok överse bilsin ki elinden alırlar!.. Çünkü ar damarı çatlamış ya da ruh sağlığını yitirmiş bir dolu tip var ortalıkta. Tek dertleri koleksiyonlarına birini daha ilâve edip, değişik bir deneyim, adrenalini yüksek bir ilişki yaşamak. Sevgiye, aşka karşı boynum kıldan ince. Ancak Gülriz Sururi’nin ‘Kıldan İnce Kılıçtan Keskince’ anı kitabında değindiği ve ‘sürek avı’ diye nitelediği üzere; bu dejenere kesim duyguları sanki tümüyle dumura uğramış, tamamıyla hayvansal içgüdülerle sevginin yerine ‘sevişmeyi’ aşkın yerine ise ‘aşk yapmayı’ koymuş vaziyette; yürekleri ve beyinleri devre dışı yaşıyor!.. Çok dikkatli olmak ve böylelerinden uzak durmak lâzım…

Kabataslak bakıldığında; hayat çocukluk, ergenlik, tahsil, iş, evlilik gibi bazı ana başlıklardan oluşuyor. Ama bu süreçlerin hepsinin illâ ve zorla yaşanacağına dair bir kanun yok!.. Üstelikte aynı, belirli yaş dilimlerinde. Kısmetse olur, olmazsa olmaz. Ayrıca sadece evlilik değil her konuda kişi kendine neyi dert ederse o onun sorunu olur. Rahat ve nötr olmak lâzım. Aksi takdirde evde kalma kompleksine toplumumuzda sadece hanımlar değil erkekler de giriyor. Hayat kime dikensiz gül bahçesi ki?.. Hiçbir zaman kimseye “bu son tren, kaçırmayayım” gözüyle bakmamak gerek. Bırakın giderse gitsin. Tren kaçarsa vapur var, otobüs var, uçak var!.. Demokrasilerde çare tükenmez nasılsa…

Bana çok ilginç gelen; ortada birisi, hatta aday adayı bile yokken “ben şu tarihe kadar evleneceğim!..” deyip evlenenler. Hayret edilecek bir durum… Daha da tuhafı; bankada bilgi işlem bölümündeyken karşılıklı makinelerde çalıştığım arkadaşıma annesi “Bu sene 31 Aralık’a kadar sana mühlet. Evlendin evlendin, yoksa seni ilk isteyene vereceğim!..” derdi. O kızın karşımda boynunu büküp ağlayarak çalışması dayanılır gibi değildi. Böyle saçma şey mi olur?! Bunu hiçbir anne-baba evladına asla yapmamalı. Evlenmenin tarihi mi olurmuş? Sonra “mürüvvetini görelim evlâdım” diyenler kenara çekilir; avukatlarla, mahkemelerle, nafaka davalarıyla uğraşmak size düşer.

Onun bunun gaz vermesiyle, dolduruşa gelerek evlenenler kesinlikle yürütemiyor. Buna tipik bir örnek; yıllar evvel aynı dönem Boğaziçi’nde okuyan, ünlü iki profesörün evlâtları olan arkadaşlarımızın durumu. Ortak noktaları fazla bu iki genç insan, derslerden başlarını hiç kaldıramamış ve gönül işlerine vakit ayıramamışlardı. Mezuniyet sıralarında nasılsa birileri tarafından tanıştırıldılar ve apar topar evlenip Amerika’ya mastır yapmaya gittiler. Bir yıl geçmeden kız tek başına İstanbul’a geldi. Eşini sorduk; “Nasıl iyi mi?.. O nerede, neden gelmedi?” diye. Başta kaçamak cevaplar verip kem küm etti. Sonunda baklayı ağzından çıkardı ve “Biz oraya gittikten bir müddet sonra ayrı yaşamaya başladık. İkimizin de hayatında şu an başka kişiler var. Her şey oldubittiye geldi. Biz birbirimize uygun olup olmadığımızı düşünemeden kendimizi evliliğin içinde bulduk” dedi. Evet, bu işler biraz nasip kısmet ama evlilik kadar önemli bir konu aceleye getirilmemeli. Eskilerin dediği gibi “Çok muhabbet tez ayrılık getirir!..”durumuna gelmişlerdi.

Birden fazla evlilik artık sanat camiasına özgü bir şey değil. Paylaşımlar bittiğinde, sevgi tüketildiğinde kırıcı, üzücü, hırpalayıcı, aldatıcı, yıpratıcı sürece girildiğinde hayatı birbirine zehir etmek yerine medenice noktalamayı bilmek gerek. İnsanlar hata yapa yapa doğruyu öğrenir. Önceki evliliğinde yanlış seçim yapmış, kötü şeyler deneyimlemiş olanlar; sonraki aşamalarda evvelce edindikleri tecrübelerin ışığında kendilerini hak eden, kendilerine değer veren, lâyık olan birine denk gelip pekâlâ mutlu olabilirler. Hatalardan ders almak ve doğru zamanda, doğru insana karar vermek çok önemli. Aşkın sevginin mutluluğun tıpkı ecel gibi nerede, ne zaman, nasıl geleceği hiç belli değil.

Evlenirken yapılan tören, tantana da mutluluk için kıstas değil!.. Görkemli düğünlerle, dillere destan biçimde evlenenlerin, medyada çarşaf çarşaf haberleri çıkanların çoğunun evliliği balayı kadar ya da çoklukla bir yıl kadar bile sürmüyor. Acaba artık her şey önceden yaşandığı, evliliğe kavga dövüş, hır gürden başka yapacak bir şey kalmadığı için mi?!

 

Evliliklerin yürümemesinin bir başka nedeni de; evliliğe taraf olan kişilerin kendi iç huzurunu sağlayamamış, dengelerini oturtamamış, hayattan ne beklediğini bilemeyen olgunlaşmamış kişiler olmaları. Bir de ‘evlilik’ denen müesseseden maddi/manevi beklentiler kısmı var… Hâlbuki evlilik sınırsız paylaşımın yanı sıra, almaktan çok vermeyi gerektiren ve asla muhasebe hesabı yapmayı kaldırmayan ve matematiksel açılımı olmayan kendine özgü bir müessese. İki kere iki dört etmiyor!.. İki iyi bilinen insan evlense ortaya iyi bir evlilik çıkmayabiliyor. Ya da iki tırlak birbirini buluyor, dışardan bakıp “Hadi canım olur mu?.. Bu iş yürür mü!..” diyenlere rağmen evlilikleri pekâlâ yürüyor.

Genellikle evlenince insanların üzerine bir rehavet geliyor. Kadın olsun erkek olsun insanlar kendini salıyor ve karşısındakini çantada keklik gibi görüyor. Oysa uzmanlar zaman zaman “Evliliğin ilk yılı tehlikeli… Evlilikte şunları yapın/yapmayın” gibi açıklamalar yapıyorlar. Bana kalırsa her an insanlar tetikte olmalı. Evliliğin değil ilk yılı her yılı, her anı tehlikeli. Kimse kimseyi enayi yerine koymasın ve esir gibi görmesin. Eğer bazılarının iddia ettiği gibi nikâhta keramet olsaydı, çocuk olunca hatta çok çocuk yapınca erkek elde tutulsaydı ne kırk yıllık ne de 7-8 çocuklu evlilikler son bulmazdı!.. Bana göre hayatı anlamlı, yuvayı dayanıklı kılan yegâne şey SEVGİ. O olmayınca her şey yıkılmaya, yok olmaya mahkûm.

Başımdan geçmediğinden tam olarak bilmiyorum ama evlenmek için başvuranlardan galiba uyduruk bir sağlık raporu isteniyor. Esas insanların ruh sağlıklarına, psikolojik durumlarına bir de AİDS , sifilis, hepatit B vb. ciddi hastalıkları taşıyıp taşımadıklarına kapsamlı bir biçimde bakılmalı!.. Evlilik klinik mi, tımarhane mi?.. Bir yığın hastayı deliyi içine tıkıyorlar!..

Yalancılıkta, iki yüzlülükte birbiriyle yarışan toplumumuzda bir de gerçek cinsel tercihini ortaya koyamayıp, ya da aseksüel veya iktidarsız olup aile, toplum baskısıyla evlenenler, heteroseksüelliğe soyunanlar var ki; bu durum muhatabı için tam bir hüsran oluyor!.. Bunları gözlemledikçe vardığım sonuç; “yatmadan evlenen enayidir!..” oluyor. Hatta genelde koşullara bakınca içimden “evlenen enayidir!!!” demek geliyor, ama bu kadarı haksızlık olur bu kutsal müesseseye. Ne de olsa insan neslinin devamı için lalettayin ilişkilerden değil dinen ve ahlâken onaylı evlilik çatısı altındaki birlikteliklerden doğan çocuklar lâzım…

Bizim toplumumuzda erkeğin gözünde kadınlar ‘stepne’ gibi. Buna ‘elde bir’ mantığı da deniyor. Al kadını, soyadını ver, çocuk yap, eve bağla; sonra git dışarıda istediğin gibi gönlünü eyle. Oh ne alâ!.. Yalnız etki/tepki meselesi… Zaman içinde hanımlar erkeklerle boy ölçüşmeye hatta birçok konuda sollamaya başladı. Keşke bu yarış iyi manada olsaydı. Aşırı baskı hiç iyi değil, patlama noktasına getiriyor kişiyi. Hem olumsuz şeylerde yarışmak kime ne kazandırır ki? Meselâ zamparalık, çarpık ilişkiler, yalancılık, aldatma, maddiyatçılık gibi hususiyetler kime ne yarar sağlıyor ve mutluluk veriyor?.. Erkek veya kadın ne fark eder; sonuçta zarar gören, mağdur olan hep insan değil mi?..

Eski bankacı olarak şöyle ticari bir tanımlama yapmak istiyorum: Evlilik bir adi ortaklıktır. Öyle anonim, kolektif şirket gibi fazla kişiyi, kalabalığı kaldırmaz!.. Karı-koca ve çocuklar… Hatta ‘çocuk’ denilen o değerli varlık ülkemizde her ne kadar çoğu zaman evlilik kurtarma ve erkeği eve bağlama, mirastan pay kapma amaçlı yapılsa da; bence iyi giden evlilikleri bile krize sokuyor. Çünkü herkes kendi iyisini, doğrusunu o varlık üzerinde hayata geçirme yarışına giriyor. Bizde bu daha da abartılı bir biçimde anne babanın dışında; başta anneanne, babaanne, dedeler gibi başka yakın akrabaların katılımıyla bir yığın insanın müdahil olduğu karman çorman ve içinden çıkılmaz bir ilişki ağına dönüyor. Yanlış yetiştirilmenin cezasını da bir ömür boyu, bir zamanların saf ve temiz varlığı olan çocuk çekiyor. Çünkü ortaya çoğu zaman şımarık, dejenere, kişilik problemli bir varlık çıkıyor. Ondan sonra da taraflar “bu çocuğu sen böyle yaptın, senin yüzünden böyle oldu!..” diye birbirlerini suçluyor.

Çocuk yetiştirme konusunda olduğu gibi; evlilik denilen kurumun karışanı toplumumuzda çok fazla. İki kişi karar vermiş, bir birlikteliği resmiyete dökmek istiyorsa neden herkesin onayı, fikir beyanı falan gerekiyor?.. Yatağa da cümbür cemaat mi girilecek?! Rahat bıraksınlar insanları. Benim yaşantımda anne-babamın ayrılması bahane oldu. Sev(e)mediğim, negatif elektrik aldığım akraba taallukat kim varsa hayatımdan çıkardım. Öbür türlüsü işkence!.. “Akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğin” boşuna mı söylenmiş?!

Kabul etmek lâzım; benim gibi uzun müddet bekâr yaşayanlar genellikle köşeli insanlar oluyorlar. Birlikte yaşamak için gereken özveri, karşılıklı uyum süreci haliyle insanın sivri yanlarının törpülenmesini gerektiriyor.

Evlilik konusuna ‘nötr’ bakıyor, etrafı gözlemlemeye devam ediyor ve evli/bekâr genelin haline bakınca binlerce şükrediyorum. “Sen çökmedin, yaşını kesinlikle göstermiyorsun” diyenlere “kocaya giden kocar, ben evlenmedim ki…” diyorum. Ancak; şöyle kafa dengi, bana kısıtlama getirmeyecek, kendisine vereceğim sevgi ve ilgiden sıkılıp şımarmayacak, ucu bucağı kaçmış dostluklarımı anlayışla karşılayacak, hem yatakta hem de sokakta yanımda gezdirdiğime değecek birisi şayet çıkarsa o ilişkinin tadına doyum olmaz!..

Zaman içinde birçok konuda olduğu gibi evlilik hakkındaki fikirlerimi ne kadar değiştirsem de, netice olarak bünyeme uymayacak, kaldıramayacağım şeyler var. Bunların başında yüreğimin, beynimin yatmadığı biriyle sadece cinsel dürtülerle birlikte olmak geliyor. İsteyen istediği kadar çağ dışı ve demode bulabilir. Bence hiçbir sakıncası yok!.. Çünkü benim sınırlarını tamamen kendim çizdiğim özgürlüğüm, kasıklarıma odaklı değil!..

Allah herkesi dengine denk getirsin. Aksi takdirde insanlar kaldıramayacakları kişileri, ortamları, ilişkileri bir müddet yürütüyor gibi gözükseler bile bir yerden sonra tıkanıp, bloke oluyorlar. Tezatlar ilişkiyi bir müddet beslese ve ona renk katsa da, uzun vadede değişmeler, gelişmeler zıt istikametlere doğru olduğunda ipler gerilip kopuyor.

İnsan, hayat denilen yolda hiç beklemediği, hazırlıklı olmadığı çok farklı şeyleri deneyimlemek durumunda kalabildiği gibi, beklediklerine kavuşamayabiliyor da. Beklentilerle yaşananlar çoğu zaman örtüşmüyor. Hatta beklenti ne kadar fazlaysa yaşananların farklılığı ve düş kırıklığı o kadar büyük boyutlu oluyor. Evlilik denilen kuruma bir şeyler almak için değil de maddi manevi ne varsa paylaşmak vermek üzere girenler eğer suiistimal etmeyecek birine denk gelirlerse çok mutlu olurlar gibi geliyor bana. Özveride bulunmak şart. Ancak karşılıklı olmadığında ve sadece taraflardan birince yapıldığında; zamanla fedakârlığın muhatabı olan kişi genelde ‘hiçbir borçlu alacaklısını sevmez!’ sözünü doğrulayarak karşısındakinden nefret etme noktasına bile geliyor!..

Karşılıklı sevgi, saygı, sadakate dayalı olmayan beraberliklerden hayır gelmiyor. Patır patır boşananlardan, balayı kadar bile sürmeyen evliliklerden durum ortada. Başımıza ne geliyorsa “karşımızdaki kendimiz gibi bilmek”ten geliyor. “Ben düşmanlarımı iyi tanırım, Allah beni dostlarımdan korusun!..” sözü sanki eşler için söylenmiş. Evlilik denilen müessese insanları birbirlerine hayatta kimseyle olmadıkları kadar yakın ve iç içe kılıyor. O yüzden şayet ayrılık sürecine girilirse yenilen kazıkların acısı başka türlü oluyor.

Ne yazık ki bütün kavramlar gibi evlilik de yozlaşmadan nasibini almış bulunuyor!..

İster evlilik, ister beraberlik hangi başlık altında olursa olsun iki kişi bu kargaşada birbirini bulduğunda; istiyorum ki çok mutlu olsunlar. Aralarındaki bir yığın farklılık onların zenginlikleri olsun. Ortak paydaları daima ‘SEVGİ, ANLAYIŞ ve HOŞGÖRÜ’ olsun. Düşünsenize bir ailede doğup büyüyen kardeşler bile birbirine taban tabana zıt olabiliyor. Bambaşka bir ortamdan ve terbiyeden gelmiş kişilerin farklı olmasından daha doğal ne olabilir.

Tercihimden de anlaşılacağı üzere bekârlık hanımlara, evlilik erkeklere sultanlıktır. Bugünkü koşullarda ‘evlilik’ denilen kurumun içine girmek büyük cesaret, yürütmek ise ‘mucize’ler istiyor.

“Müzmin bekâr olarak evliliği bu kadar yazdığına göre, maazallah bir de evlenseydi ne kadar yazardı?!” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bu bir şey değil. Bir gün ‘boşanma’ mevzuunu yazarsam asıl o zaman görürsünüz!..

Şiyma Aksekili