Cameron Crowe’un, “Almost Famous” filmini bilenler bilir; genç lise öğrencisi, Rolling Stone dergisi için, Stillwater adlı rock grubuyla söyleşi yapacaktır. Genç çocuk, tüm zamanını grupla geçirir, onlarla arkadaşlık eder, grupie’lerden birine aşık bile olur. Artık neredeyse o da ünlüdür. Ama sonunda, hayal kırıklığına uğrayacaktır. Muhteşem bir filmdir, “Almost Famous”. Filmin mesajlarından biriyse; “rock star’lardan dost olmaz”dır. Şimdi bu giriş nereden aklıma geldi derseniz, öncelikle Pencere yazarı Elif Aktuğ’un Okan Bayülgen’e takılmalarından, bir de şahsımın yıllar önce deneyimlediği “tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” hikayesinden. Geçelim. Nedense Okan Bayülgen bende hep bir rock star izlenimi bırakmıştır öteden beri. Zaten ara sıra eline aldığı gitar ve programına çıkardığı gruplar da bu imajını kuvvetlendiriyor.

Birazdan okuyacağınız röportaj benim, 10 yıllık bir zaman dilimine sığdırılmış üçüncü Okan Bayülgen röportajım.

Yıllar önce “küçük bir dergi”de çalışırken, uzun kovalamalardan sonra nihayet ilk önemli röportajlarımdan birini, onunla gerçekleştirmiştim. Birkaç yıl önce, bu kez büyük bir dergideyken, onu bir başka ünlüyle buluşturarak bir başkasını yaptık. Onu az çok tanıyor olmalıyım. Ama tanımıyorum! Çünkü istediği sorulara istediği gibi cevap veriyor. Üstelik Televizyon Makinası bittikten sonra, tüm ekibiyle birlikte oturduğu stüdyoda, sabahın beşinde, kendisi ancak bir şeyler atıştırmaya fırsat bulmuşken, soru sormak ne kadar deneyimli olursan ol kolay değil.

 

O, ekibiyle, güvendikleriyle, sevdikleriyle başka bir dünyada yaşıyor. Paylaştıkları ortam hem çok profesyonel hem de çok dostça. İnanmış insanlar topluluğu var orada. Makyaj odasında unuttukları defter elime geçti, konuklarla ilgili alınan notları inceledim, gayet profesyonelceydi. Sonuçta zaten her röportajında başlığa çıkarılacak, spota yazılacak şeyler söyleyen, her ne kadar test ettirmese de, Türkiye’nin tanıdığı en zeki insanlardan biri olan, Okan Bayülgen samimi cevaplar mı verdi, buna da siz karar vereceksiniz!

Son verdiğiniz röportajda, özetle “Hayatım boyunca farklı olmak için çalıştım ama hiçbirimizin birbirimizden farkı yok” diyorsunuz…

Bir pasaport kontrolünde gerçek ortaya çıkıyor aslında. Hepimiz bu topraklarda doğduk, burada öleceğiz. Ama bir çaba içerisindeyiz. Mesela ben Galatasaray Lisesi öğrencisiyim, zaten o tarihte başka liselerin öğrencilerinden farklıyım. Gurur duyuyordum lisemle, okulda da farklı olacağım. Farklı bir çocuk. Ama bu kadar ıkınmanın gereği olmadığını düşünüyorum. Sokağımızın, bölgemizin, ülkemizin kültürünün bizi biz yapan tek şey olduğunu düşünüyorum. Ukalalık yapmanın âlemi olmadığını belki 40’lı yaşlarımda anladım ama iyi ki anlamışım.

Yine aynı röportajda görgüsüzleşmeden bahsetmişsiniz…

Hakkı Devrim ile olmamızın bir nedeni var. Bilgi, görgü, nesilden nesile başınızda bir büyük olduğu zaman geçer. Hakkı Devrim’in dediği gibi, evde anneanne, dede, bir önceki nesil bulunduğu zaman o aileden siyasetçi, ressam, yazar, toplumdaki önemli adamlar çıkar. Çünkü o kültürle beslenme fırsatı bulmuşlardır. Yoksa anaokullarında ya da okullarda nesil kültürü birbirine geçiremiyor. Türkiye’de televizyon tek eğitim aracı neredeyse. Televizyon Makinası’nda bu kadar yaşlı insan görmenizin nedeni biraz da ekip olarak bizim bunu idrak ediyor olmanız. Kariyerine yeni başlayan genç konuklarımız da var, daha yaşlı konuklarımız da. Gençlerden büyük ilgi görüyorlar, bu da beni mutlu ediyor. Genç adamların sözlerinin dinlenmediğini gördüm ama bu adamlar sözlerini tak tak dinlettirdiler. Türk televizyonları bir önceki nesli de değerlendirmeli. Belki Televizyon Makinası’nda yaptığımız çorbanın da anlamı budur.

Yıllar önce verdiğiniz bir röportajınızda “En korktuğum şey birinin hayatının kötü gitmesine neden olmak” demişsiniz. Bu yıllar içinde böyle bir şeye sebep oldunuz mu?

Hayır televizyonda hâlâ en korktuğum şey bu.

Sadece televizyonda mı?

Bütün hayatımda. Sevgilimden çok zor ayrılırım. Evime gelen çok zengin adama bile ‘Taksi paran var mı?’ diye sorarım. Birisinin hayatı, benimle görüştü diye değişmemeli. Bir kadın benim yüzümden kötü olmamalı, bir çocuk ağlamamalı, birilerinin kariyeri benim yüzümden bozulmamalı.

Aşkta da mı? Aysun Kayacı’nın rap şarkısında dediği gibi aşkta, kadın-erkek arasında “kalleşlik” serbesttir çünkü…

İçime sinmediği için, sorumluluk hissi yüzünden kendimi ezdirdiğim de oluyor. Eyvah bu şimdi ne yapıyordur, ağlıyor mudur diye düşünürüm. Terk edilen hep ben olurum.

“Okan ile yatmış olmak, Okan ile yatmaktan alınacak zevkin çok ötesinde olduğu için kadınların kafamın sağ ve sol tarafında bir kanal logosu görmelerinden nefret ediyorum” demişsiniz, neden böyle bir şeyi söylediniz ki?

O günlerde olan bir olayla ilgili söylemiş olabilirim çünkü hayatımda öyle “hadi ben seni beğendim sen de beni beğendin, bu gece eve gidelim” gibi olaylar çok olmuyor. Standart evlilikler için kısa ama günübirlikler için uzun ilişkilerim var. Ama öyle bir dönem de olmuştu galiba. Beraber olduktan sonra romantik bir anda sorulur ya; sen beni ilk defa ne zaman gözüne kestirmiştin filan diye. Ben buna geçen haftaydı, buluşmuştuk, sana bir yakınlık hissetmiştim gibi bir cevap vermiştim ama kız şöyle demişti; “Dört sene önce yayınlanan jeneriğindeki şu halin vardı ya”… Çok acayip olmuştu, o logolu mogolu görüntü, göze kestirmek açısından. Bu tür şeylerin, arkadaş arasında bir partide ya da bir muhallebicide geçmesine alışık bir insan olarak bunu garipsiyorum. Ama bluetooth’u açık bir telefonda Nalan, Arzu ya da Aysel diye bir isim düşer telefonuna, sen onun kim olduğunu sorarsın! Şu kulüpte falan sütunun yanında dikilen kız olduğunu söyler… O hızla bu işi yapamıyorum. Bluetooth hızında gelişen bir durumda zaten eski kafalı oluyorum. Tabii bu konuda babam kadar yavaş değilim.

Elbette yetenek!

Bir de hilafsız her röportajınızda “çirkin çocuk” vurgusu var, hiç çirkin olmadığınıza göre, bunu hoş olduğunuz söylensin diye mi yapıyorsunuz?

Bu kadar basit bir kurnazlık içinde olabilir miyim? Çirkin diyeyim de sen bana güzel de! Tatlı tatlı konuşuyoruz aramızda. Hani kadınlar aralarında konuşurlar ya; senin kalçan çirkin, ama benim göğsüm güzel, ay saçların kıvırcık ne hoş, ben de düz saç isterdim gibi. Böyle konuşmalar…

 

Yetenek mi, seksilik mi?

Elbette yetenek! Yetenek her şeyi kaplar, başka bir şeye dönüştürür ve illüzyon sağlar. Ben televizyona ilk başladığımda, seslendirme yapıyordum, metin yazıyordum. Tanıtım müdürü olan hoş kız, beni eğlenceli buluyor ve program yapmamı istiyordu. Bu teklifleri kanal yönetimine iletmeye çalıştı. O sırada, şimdi çok sevdiğim bir arkadaşım olan yönetmen şöyle demiş: “Bu oğlan eğlenceli olabilir ama bundan bir şey olmaz, çok çirkin, kadınlar onu sevmez.” Kızcağız da hazımlı bir oğlan olduğumu düşünerek, bunu bana söyledi. O lafa iki gün filan taktığımı hatırlıyorum. Ben de bir gün asansördeyken “Sen de benim k.ıma benziyorsun” dedim ama o bunu anlamadı. Sonra Gece Kuşu’na başladığımda ondan telefon geldi, “Meğer öyle değilmişsin” dedi. Meğer güzel miymişim ben? Bu çok keyifli bir anekdot. Çirkin ördek yavrusunun güzelleşmesi, gözlüklü kız öğrencinin saçlarını açtığında verdiği şampuan ya da gofret reklamı efektiyle ilgili bir şey söylemiyorum ama oradaki şey güzeldi. Ne yani güzelleştim mi şimdi? Tabii ki güzelleştim, çünkü bu bir illüzyon. Bu illüzyonu sağlayan adam, onu nasıl sürdürebileceğini de biliyor. Tiyatro sahnesindeki aktör de, müzisyen de bunu yapar. Basit teknikleri vardır. Bir kadın da bunu yapar. Kadın kocasının üzerindeki illüzyonunu sürdürür. Örneğin kocası onu dünyanın en güzel kadını olarak görüyordur. Öyledir ya da değildir, ama adam bunu düşünerek, ben dünyanın en güzel kadınıyla evliyim diyerek ölür.

Yeni bir trend var; “olma trendi” diyebiliriz. Siz kredi kartlarınız değilsiniz, sahip olduklarınız değilsiniz deniyor insanlara. Hiç düşündünüz mü, sahip olduklarınızın hiçbirine sahip olmayan bir Okan Bayülgen ne hisseder?

Tabii düşünüyorum. Zekai Demir, Madagaskar Boabab Yolu’nda bir fotoğrafımı çekti. Çok hoş görünüyorum, ruhum o kadar güzel ki. Halbuki çok yorgundum, çok çalışmış hiç uyumamıştım. Ama o anda hiçbir şey yoktu. Evet, makinelerimi çok seviyorum ama onlar da olmayabilirdi. Hiçbir şeyim olmayabilirdi. Doğru, maddi zenginliğimi dönüştürerek Boabab Yolu’nda bulunuyordum. Yoksa bir Türk’ün orada ne işi var! Orada ya da kendi ülkemde, başka yerlerde “şu anda çok mutluyum, yaşadığım bu anı nasıl kaydedebilirim acaba” dediğim şeyler var. Uçup gidecek ve bir süre sonra onun ne kadar güzel olduğunu hatırlayacağım. Bunlar çoğunlukla basit anlar. Çok mutlu olduğumuz anlar, çok yalın. Hiçbir zaman car car şeylerden hoşlanmadım. Bütün ışıklar sönük, ben gelince yanıyor ve insanlar sürpriz diye bağırıyor ya da çok pahalı bir hediye alıyorum, bunlar beni mutlu etmedi. Kimi zaman sevdiğim insanlar ve ben bir yerde duruyoruzdur ve çok güzel bir andır o. O bir süre bozulmadığı zaman ben mutlu olduğumu hissederim. Herhangi bir şeyle bozulmadığı zaman. Bu günbatımı olabilir, birbirinizin gözlerine bakmanız olabilir ya da başarı olabilir. Bir süre en azından mutluyum diyecek vaktin olur. Mutluluk anlardan ibaret. Mutluyum diyecek vaktimiz olmuyor, sonradan düşünüyoruz: 2006 yılının ilkbahar aylarında iyi olduğumu düşünüyorum. Biraz fazla yoruldum. Kolay değil, bu büyük formatlar beni zorluyor. Büyütmeye çalışıyorum, bazen teknik imkanlar yetmese de. Ekibimden çok şey bekliyorum. Bir yarışa girmiş durumdayım. Bu yarışa girmesem olmaz mı, olur! Programımı ikide bitirsem de olur. Niye sabahın dört buçuğuna kadar gidiyorum ki! Bir şeyi tamamlamak istiyorum, seyirciye dibine kadar tatmin olabileceği bir şeyi vermek istiyorum.

“Uçuk kaçık aykırı, bedevi, deli dolu, kapalı, açık bir sürü kadını bir araya toplayalım, hepsi nasıl bir gelinlik istediğini söyler” demişsiniz, hatta buna lezbiyenleri bile dahil etmişsiniz, kadınları bu kadar sevmenize rağmen onları birazcık nesne yerine koymuyor musunuz?

Yok canım, bu özneler beni perişan ediyor. Ben onlara nesne diye baksam ne olur, özne diye baksam ne olur? Özneler tarafından perişan edilmiş bir adam olarak böyle bir yakıştırma yapıyorum. Saygı duymadığım anları kendime saklıyorum, söylemiyorum dışarıya. Ayrıca erkek arkadaşımla kızları çekiştirme âdetim yoktur. “Dün gece ne oldu” tarzında konuşmalara da girmem. Çok bunaldığım zaman kız arkadaşlarımla birkaç laf ederim dedikodu kabilinden. Zaten bir kadını bir erkekle çekiştirmek çok aptalcadır, teknik olarak bir yararı olsun istiyorsan bir kadını bir kadınla çekiştirmek daha akıllıcadır.

Nasıl yararı oluyor?

Teknik bilgiler alıyorsun, matematik formüller geliyor. Yaşadığın kadınla ilgili bir problemi çözmek istiyorsan bir kadınla konuşmak iyidir. Bir erkeğe niye danışasın ki, o da o konuda senin kadar aptal.

“Hayatımda eksik olan şey huzur” demişsiniz bir zamanlar ama şimdi mutlu görünüyorsunuz…

Daha mutluyum ama huzur eksik.

 

Var mıydı ki hiçbir zaman?

Çocukluğumda bile yoktu. Kendime telkin etmişimdir, mutsuz bir çocukluk yaşamış bir hıyar olma diye. Annem babam boşandılar ama kimse bana mutsuz bir çocukluk geçirttirmedi. Duygularım sertleşmesin, görüşlerim fanatizme kaymasın diye uğraştım hep. Hiçbir konuda fanatizmim yok.

Ama iddialı birisiniz…

İnsanların insanları anlamasının mutluluk olduğunu düşünüyorum. Başkalarını anladığınız zaman şaşırırsınız, mutlu olursunuz, anlarsanız kapılarınız kapanmamış demektir, anlamazsanız bütün kapılarınızı kapatmış olursunuz. Kendilerinin mükemmeliyetçi olduğunu iddia eden çok insan tanıyorum ama aslında onlar mükemmel işler yapmıyorlar. Sadece kapılarını kapatmışlar, kendi cümlelerine sıkışmışlar. Ben öğrendiğim her şeyi baş aşağı edecek insanlarla konuşmayı arzu ederim. Profesyonellik dışında yarışmam.

Mesleki anlamda bir başarısızlık yaşarsanız bu sizi yıkar mı?

Yaşadım, yıkıldım, tekrar toparlandım ve devam ettim. Tabii ki yaşayacağım, kör değneğini beller gibi aynı işi yapan bir adam değilim ki! Değişik sektörlere sıçramaya çalışıyorum, değişik işler yapmaya çalışıyorum. Bu kadar hızlı giderken bir duvara çarpacağım, bu mümkündür. Geri çekileceğim, toparlanacağım, sonra yeniden saldıracağım.

Mesleki hırsınızın altında sadece mesleki arzu mu var!

Tabii ki mesleki başarı, yoksa şöhret, para, reyting, kızlar bunlar sonuçtur, amaç olamaz. Herkesin başına geliyor. Bakıyorum çok güzel kızlarla çıkıyor kimi kaset çıkarmış çirkin adamlar…

Kaset çıkarmış adamlar dediniz de, ben artık ne genç insanlardan ne de sanatçılardan öyle eskisi gibi aşkı tarifleyen şahane cümleler duymuyorum uzun zamandır. Görgüsüzlük dediğiniz şeye biraz bu hal de girmiyor mu?

Daha hızlı yaşıyoruz, şarkıları da sıkıştırıyoruz. Bir MP3 çalara 10 bin şarkı sıkıştırmaya çalışıyoruz; sanki hepsini dinleyebilecekmişiz gibi. Fotoğrafları sıkıştırıyoruz, sıkıştırdığımız her şeyin kalitesi düşüyor doğal olarak. Sıkışmış sevişmeler oluyor, sıkışmış şarkılar dinleniyor, sıkışık yemekler yeniyor. Fast-food gençliğin çok önemli problemi. Amerika’dan sonra, Avrupa’daki yeni gelen nesil çok çirkin. Müthiş bir fast-food bozulması var. İlk gençliğimde çok sözü edilen, İsveçli kızlar, Hollandalı kızlar, Fransız kızlar yok. Fotoğraf gözüyle de bakınca nesillerin çok çirkinleştiğini görüyorum.

Bu hız, haz mıdır sizce?

Sıkıştırılmış hazlar var yine. Kapitalist dünya insanlığı alt ediyor, başka sistemleri alt etmesi önemli değil. Bana sorarsan ben programımı dört buçuk saat yapıp ondan ne kadar tat çıkarıyorum; keçi boynuzu örneği gibi. Halbuki ben onu biraz daha cool tempoda yapıp daha çok sonuç çıkarmak isterim ama yine sıkıştırılmış aralıklarla buna pek vaktim olmuyor. Seyircinin dikkatini önce dağıtmaya, sonra kendi üzerimde toplamaya çalışıyorum. Kendi yaptığım işte daha az sıkışıklık olsun isterim. Yemek yemeğe daha çok vaktim olsun isterim, fotoğraftaki dijital salaklık sadece amatör tüketimde bulunsun, profesyoneller yine konvansiyonel yöntemlerle müthiş fotoğraflar üretsinler isterim. Ressamlar yine birtakım şirket binaları için 50 santime iki metre boyutunda birtakım garip formatlarda resimler yapmasınlar isterim.

Röportajlarınıza bakınca, oradan çıkan portre şu: İşkoliksiniz, şöhretlisiniz, hayatınızda güzel kadınlar var, maniksiniz, depresifsiniz… Ama hep maddi dünyaya ait bir adam portresi çıkıyor? Hiç mi ruhsal yanınız yok, aile büyüklerinizden birinin de Elmalılı Hamdi Yazır olduğunu okudum…

Ruhsal biri değilim. Elbette röportajlarda kolay başlık çıkacak ya da spot olacak şeyler sorulduğu için ben de röportajlarda birkaç spot üflemiş oluyorum. Fakat maneviyatla ilgili lafları kolayca sarf etmekten çekinirim. Evet, kadınlarla ilgili birkaç laf üflemek, birkaç balon şişirmek zor bir şey değil. Zaten bütün kadın dergileri, birçok gazeteci buna bayılır. Bir taraftan bakarsan gelene geçene aşkın tarifini yaptırmaktan başka ne işe yarıyor o röportajlar? Zaten hep kolay okunacağını düşünerek yapılan röportajlar var ve ben de onları yaptım. Yaptığım iş nedeniyle ülke siyaseti ya da kara delikler üzerine ahkam kesecek halim yok. Okur da bu hafif işleri okumaya alıştırıldı. Sorun şu ki, iş gittikçe hafifliyor. Basının bugün bir sanatçı ya şov dünyasının içinde herhangi biri ile halkın arasında iyi bir köprü olamadığını düşünüyorum. Bir televizyoncu olarak özeleştirimi yapmak isterim. Ne ben, ne de başkaları köprü kuramıyoruz çünkü her zaman bir korkumuz var. Acaba buradan nereye varılacak? Bu bir gazetede çıkacak, sonra o gazetedeki yazılanı yanlış anlayacak başka gazeteciler olacak. O yanlış anlaşılacak şeyi yanlış anlayacak başka gazeteciler de olacak. Bir sanatçının basınla iç rahatlığıyla konuşması lazım. Gazetecilerin de, yaptıkları işin bir sanatçının ağzından laf kapıp manşet atmak olmadığını anlaması lazım. Burası sorgu masası değil, röportaj yapılacak kişi de katilin ismini açıklamıyor. Benimle ilgili seks ya da başkaca konuların spota çıkmasının nedeni şudur: Elimizde spota çıkarılacak kadar zekice seks lafı yok bir tane et de biz de koyalım oraya.

 

Aycan Aşkım Saroğlu

İngiliz Dili ve Edebiyatı Mezunu. Hürriyet Vakfı'nda gazetecilik eğitimi aldı. Sırasıyla TV'de 7 Gong, Hürriyet Dış Haberler, Gezi Traveler, Aktüel dergilerinde; Akşam ve Habertürk gazetelerinde çalıştı. Tam 15 senelik gazeteci, doğduğundan beri spritüel. "Kum Saatinden Ezoterik Manzaralar" adında bir kitabı mevcut. Yay burcu.