Türkiye’nin Yunanistan’ı yendiği akşam bir televizyon kanalında çok büyük başarıları küçük farklarla kaçırmanın ve bir anlamda kaybeden olmanın hüznü vardı. Geniş mat renklerin hakim olduğu stüdyoda orta yaşlarına yaklaşan bir adam; dikkat çekici derecede şık kıyafetiyle oturmuş, kendisine ait olması gereken bir başarıyı yorumluyordu. Kıskanmadan ya da deliler gibi kıskandığını belli etmeden, kekelemeden hatta çok sevinmiş gibi yaparak konuşması gerekiyordu.

Belli ki milli takımın yenileceği öngörüsüyle yapılan teklifi kabul etmiş ve canlı yayına katılmıştı. Tüm kariyerinin çöpe gitmesine ramak kalmışken bir öngörüsünde daha başarısız olmanın verdiği gönül kırıklığıyla konuşmaya çalışıyordu bu adam. Hayatını kazandığı işi yaparken gösteremediği soğukkanlılığı birkaç saatlik bir televizyon programında uygulamak istiyor, büyük ve epeyce kırılmış egosunu dizginlemek için uğraşıyor, gelecek vadeden biri olmaktan hayal kırıklığına dönüşmenin acısını yaşıyor, ruh halini izleyenlerden belki de en çok kendinden saklamaya çalışıyordu.

Ersun Yanal, cumartesi akşamı iki yıl önce kendi ait olan koltukta oturan adamın zaferini, Manisa’daki büyük bir yenilginin acısı soğumamışken yorumlamaya çalışıyordu. Sesindeki titremeyi, kelimeleri seçerken yaşadığı rahatsızlığı görebilmek için birkaç dakika yeterliydi. Bir insanlık durumu, kaybetmenin ve kaybederken kazananları kutlamak zorunda olmanın zorluğu, zorunluluğu futbol sayesinde bir defa daha gözlerimizin önüne seriliyordu.

Yanal, kariyeri boyunca alamadığı bir galibiyeti anlatmak zorundaydı. Ve bu satırların sahibi, mesleki hiçbir zaferi olmayan oysa nedendir bilinmez hepimiz tarafından başarılı addedilen bu adamın hüznüne ortak oluyordu. Milli takımın güzel futboluna susadığımız bir zamanda ezeli rakibimiz Yunanistan’ı yenmenin verdiği keyif, Yanal’ın ruh halinde eriyip gidiyordu.

Gece boyunca Tümer’in attığı enfes golden çok Yanal dolaştı zihinlerde. Mesleki başarının ya da genel anlamda kaybetmeyle kazanmanın ne kadar basit kararların belirlendiğini düşündürdü. Hele de Terim, kendi modelini yaratmış olmanın verdiği edayla ve üzerindeki en az Yanal’ınki kadar şık kıyafetiyle saha kenarında konuşmaya başlayınca…

Yanal başka bir yerden doğudan ya da batıdan gelen değerlerin yerellik potasında eritilmediği takdirde nasıl da hüsrana sebep olacağının canlı kanıtı gibi arz-ı endam ediyordu. Nerede hata yaptığını ve o saha da değil de neden stüdyoda olduğunu arıyor gibiydi. Peki neydi bu hüznün sebebi? Yanal’ın futbol oynatma şekli olarak değilse bile personası itibariyle kendine Jose Maurinho’yu rol model olarak seçmişti. Genel tutumu, seyirci, medya ve kendi oyuncularıyla kurduğu ilişki hep bu örnek üzerinden ilerliyor, Yanal sanki her hareketiyle Porto’daki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu kutlamalarını terk edecek kadar başına buyruk “tercümanı” yankılıyor gibiydi. 

Fakat Yanal rol modelinden farklı olarak egonun nerede sınırlandırılması gerektiğini çözemiyordu. Çalıştırdığı takımların en büyük yıldızı olarak kendini görmeye başlıyor ve karşısına kendinden daha büyük egosu olan bir futbolcu çıktığında geri adım atmak yerine anlamsız bir çarpışmaya giriyordu.

Oysa futbolun asıl yıldızlar futbolculardı. Kimse 20 adım koşmaktan aciz, orta yaşlı, egosantrik teknik direktörler için izlemiyordu maçları, onların formaları satılmıyordu dükkanlarda ve bunları çok ötesinde oyunu kazandıracak golleri teknik direktörler atmıyordu. Yanal’ın milli takımdan başarısız olduğu için değil takımın bir numaralı yıldızıyla anlaşamadığı için ayrıldığı konusundan bugün aklı başında herkes görüş birliği yapmış durumda…

Kimse hiçbir zaman bu yıldızın takıma katkısıyla mı, kariyerinin büyüklüğüyle mi yoksa başka bağlantılarıyla mı bir numaralı isim olduğunu tartışmıyordu. Şükür, ay yıldızlı formanın yıldızıydı ve onunla uzlaşmamak kaybetmeye eş değerdi. Stüdyo da tüm beden dilinden kaybetmişlik akan adam, bu katışıksız gerçeği fark edememişti. Rüya gibi bir yükseliş gözlerine bir bant çekmiş ve örnek aldığı adamın portresinden ya da genel konjontürden bir şeyler çıkarmasını engellemişti.

Oysa Maurinho da kendini çalıştırdığı takımların en büyük yıldızı saymaya alışkındı. Porto’da ya da Chelsea’de akıl almaz sorumluluklar hep ona verilmiş, en büyük başarılardan aslan payını hep o almıştı. Ama “tercüman” karşısına yeteneğiyle, kariyeriyle, politik bağlantısıyla daha büyük bir yıldız çıkınca geri adım atmasını bildi. Ya da Scheva’ya karşı geri adım atmadığında takımın da ilmek ilmek ördüğü kariyerinin de yara alacağını fark edebildi.

Bu durum Yanal ve Maurinho arasındaki temel farka da örnek oldu aslında: Yanal sahada futbolcularına anlamsızca saldırmaya teşvik ederken hayatında da aynısını tatbik etmeye çalıştı. Maurinho ise kazanamayı temel alan felsefesini hem futbolunda hem de hayatının diğer kısımlarında ortaya koydu.

Kaybetmek ve kazanmak arasındaki farkın basit kararların sonuçlarından müteşekkil olduğunu fark edememesi Yanal’ı mat renkli o stüdyoda tutarken; fark edenler 9 milyon dolarlık yıllık kazanç elde etmeye veya büyük zaferler kazanmaya devam ettiler. Oysa diz üstü bilgisayarı, internet bağlantısı ve yabancı dili olan bir için Maurinho ile ilgili detaylı analizlere ulaşmak, savaş sanatını öğrenebilmek veya en kötü ihtimalle Ekşi Sözlük okuyup hakkında yazılanları biraz olsun düşünmek ne kadar da kolaydı. Yoksa o bilgisayar sadece CM oynamaya mı yarıyordu?