“Çemberimde Gül Oya

Gülmedim Doya Doya

Dertlere Karıyorum

Günleri Saya Saya…”

 

Bir Cuma akşamı… Saat 22.00 civarı…  Her zaman TV seyrederken oturduğum koltuğumdayım… Ayaklarımı rahatça uzatmışım… Hem TV’deki diziyi seyrediyorum hem de çıtlatarak yiyorum ayçekirdeğimi.. Bir yandan Şanslı adındaki kedim de kucağımda oturuyor, mırıltılarına devam ediyor… Evde herkes suskun öylece bakıveriyoruz her Cuma günü ilgiyle izlediğimiz diziye… “Çemberimde Gül Oya” oynuyor beyazcam ardında … Yaşanmış An’lara dair anılar canlanıyor ve geçiyor bir bir gözlerimin önünden… Film şeridi gibi geçerken o zamanki AN’lara dair düşüncelerim, izlediğim diziyle paralel, gözyaşlarım da yanaklarımdan sicim gibi akıp gitmekte, yitip giden binlerce gencin anısıyla özdeşsel…

 

Kendimi dizinin içinde buluveriyorum yaşanmış an ve anılarımla birlikte…

 

Yaşım 19’du… Sene 1978 yani… İnsanın “ölüme ramak kalmak” deyimini anlamak için başına gelip yaşaması gerekiyor sanırım bazı şeyleri… Tıpkı benim az sonra anlatacağım başımdan geçecekler gibi…

 

O gün,  Aksaray semtine evde beslediğim saka kuşlarımıza yem almaya gitmiştim… Kapıdan çıkarken de annemin bitmez tükenmez nasihatlarını da dinleyerek… “Oğlum, hızlı git ve gel… Bir yerlere takılma… Bir yerde durma.. Arkana şüpheyle bakma… Kimseyle konuşma… Karanlık basmadan evde ol… Vs.. Vs.. Vs..”

 

Fındıkzade semtinde Cuma pazarı içinde oturuyorduk… Öğrenci yurtlarının bol olduğu semttir burası  (Hala da bu semtte oturuyorum ve o yurtlar hala duruyor)…  Üç otobüs durağı (Haseki-Yusufpaşa ve Aksaray) ve yürüyerek 15 dakikalık bir mesafeye gidip gelecektim o gün… Bunca tembih ve söz vermelerle yola çıktım… Artık bundan sonra tek çabam, akşamın alacakaranlığı çökmeden evime çabuk ve sağsağlim dönebilmekti…

 

Aksaray’a yürüyerek indim… Kuşçulardan saka yemini aldım.. Yeniden Fındıkzade’ye doğru geriye dönüyorum… Yusufpaşa otobüs durağını geçtim… Haseki Hastanesi’nin önüne geldim… Oradaki kırmızı ışıkta beklemeye başladım… Lamba sönmek bilmiyordu… Bu arada hava yavaş yavaş kararmaya başladığı için o sesler de (silah ve otomatik silah) duyulmaya başlamıştı uzaklardan… Nerden geldiklerini bilmiyordum… Ses yankılanıyor ve giderek benim bulunduğum tarafa doğru yaklaşıyor gibiydi… Ya da ben öyle hissediyordum… Fındıkzade semtinde her akşam bu silah ve bomba sesleri duymaya alışmıştık alışmasına da… Daha akşamın çökmesine ve etrafın karanlığa bürünmesine çok zaman vardı…

 

 

Yanımdaki insanlar karşıdan karşıya geçerken bile, birbirine şüphe ile bakıyor gibiydiler… Hızla karşıdan karşıya geçtim ve Haseki otobüs durağının oraya gelmeme az kalmıştı ki,  birlikte yürüdüğümüz kişilerin önümden hızla koşmaya başladıklarını gördüm… Bir yandan da yüksek sesle; “Oğlum!! Arkadaşım!! Hızlı, koş!!… Arkamızdalar!!” bağrışlarını duymaya başladım… “İyi koşayım da, ben niye koşacağım” diye kendi kendimi sorgulayamadan, ben de o kalabalığa ayak uydurup koşmaya başladım… Sürü psikolojisi denilen şey bu olsa gerek… Oysa onlar beni kovalamıyorlardı ki… Önümden koşanlar kovalanıyorlardı sanırım,  ancak bir kere ben de koşma eylemine başlamıştım… Geriye dönüşüm yoktu… Durmama ise hiç imkanım yoktu…

 

Annemin sözlerini duyar gibi oluyordum o an.. “Oğlum arkana bakma!..” Niye bakmayacağım konusunda hep düşünür dururdum… “Neden arkama bakmayacağım anne” derdim… Evet tehlike arkamdaydı o an biliyorum… Hızla başımı arkama çevirince gördüğüm manzara karşısında irkilip ben de ister istemez önümde koşan o kalabalığa ayak uydurarak belki de onlardan daha hızlı koşmaya başlamıştım bir kere… Caddeden sonra bizim sokağın başına gelmeme de az kalmıştı.. Yaklaşık 200 metre kadar…

 

Arkamdaki kovalayan kalabalığın elinde sopalar ve birisinin elinde de bir silah görmüştüm… Ölümle burun burunaydım.. Ramak kalmıştı ölüme veya ölümüme… Ya o 200 metreyi koşacak sokağın başına varacak, ya da orada kurşunlanacak ya da ölesiye dövülecektim…

 

Santimler metreye, metreler on metreye, on metreler yüz metreye ulaşıyordu lakin ben bir türlü sokağın başına ulaşamıyordum… Bazen rüyalarımızda başımıza çok gelir, birisi sizi kovalar ve kaçmak istersiniz de, koşarsınız fakat koşamadığınızı anlarsınız… Aynı onun gibi oluyordu sanki… Ben koştukça yerimde sayıyor gibi hissediyordum kendimi…

 

Nefes nefese kalmıştım… Ayaklarımda derman kalmamıştı, elimdeki kuş yemini de daha hızlı koşabilmek için atıvermiştim… Sokağın başına ne kadar sürede geldiğimi, bizim sokağa nasıl girdiğimi ve arkamdan gelen seslerin kulağımın dibinde patlama sesine dönüştüğünü hatırlayamıyorum şu an bile… 19 yaşımın verdiği hızlılıkla koşabilmeyi ve kurtulabilmeyi başarmıştım başarmasına da niçin yerdeydim? Onu da bilmiyordum…

 

Yattığım yerden korkarak arkama baktığımda da en arkada kalanların sopalarla dövüldüğünü ve bir kişinin de kurşunlanmış bir şekilde cansız bedeninden akan kan selini gördüm… Kovalananların ve kovalayanların hiçbirini tanımıyordum… Onların da beni tanıdıklarını hiç zannetmiyordum… Bir hata yapmış, onlara ayak uydurmuş ve  ben de kovalanmıştım ölümüne hem de…

 

Hızla yerden kalktım, iki adım ötedeki evimize kendimi zor attım… Yaşadıklarımı anneme anlatacak gücüm kalmamıştı, gerisini hatırlayamıyorum artık, bayılmışım… Ertesi gün karşımızdaki öğretmen ailenin yine öğretmen oğlunun Haseki’de sokak arasında kaldırımda öldürüldüğü haberini aldım… Arkamda kan seli içinde gördüğüm o öğretmenmiş… Gazetelerde minik bir haber olarak geçti… Saat başı verilen radyo ajans haberlerindeki ölüm haberlerine bile girmedi öğretmenin ölümü…

Azrail ve ölüm Türkiye’nin her yerinde çeşitli şekillere bürünerek geziniyordu o dönemler… Her yerde bir paranoya bir kaos vardı…

 

Şimdi TV’ye karşı ayak uzatmış bu yaşanmış yılları yeniden canlandırıyordum gözlerimin önünde bir dizinin içinde… Eşimle birlikte akan gözyaşlarımıza kızım Müge anlam veremiyordu… “Ya babacım, neden ağlıyorsunuz ki?” “Ne var ağlanacak?” “Sizi etkileyen ne?”

 

“Neden mi ağlıyoruz kızım?” derken ona, sadece susuverdim…  Boğazlarımızın düğümlenmesini, gözyaşlarımızın birer sele dönüşmesinin sebeplerini tek tek anlatabilmeyi öyle çok isterdim ki o an kızıma…

 

O zaman sevgiyle andığımız ama şimdilerde bulamadığımız insan ilişkilerini, şimdi yine yitip giden komşuluklarımızı, yitip gidenlerin güzelliklerini, bir tüp kuyruğu sırasındaki muhabbetleri veya yağ kuyruğundaki işgüzarlıkları ve işgüzarları… Gaz lambalarıyla ders çalışmalarımı… O kadar çok vesaire vesaire şeyleri anlatmak isterdim ki ona…

 

Evet o yıllarda benim gibi genç olanlar ve o zamanları iyi hatırlayanlar bazen eleştirerek de olsa bu dizide kendi geçmişlerini buluyorlar tıpkı benim gibi…  Hatıralarını, yaşanmışlıklarını… Kimi zaman hatıralar mutlu ediyor, kimi zaman en gizli ve en eski yaraları bile kanatıp duruyor.. Hele de hatırlanan acılı bir geçmişse…

 

Yazımın bundan sonrasına çeşitli dergilerde ve gazetelerde yazılan yazılardan derlemelerle devam edeyim biraz…

 

Tempo dergisinde “Çemberimde Gül Oya” dizisi için şu sorgulama yapılıyor… “Peki ne olmuştu da bir dizi 70’li yılların gençlerini bu kadar heyecanlandırmış, mutlu etmiş veya hüzünlendirmişti? Emekten ve ezilenden yana oldukları için sokaklara döküldükleri, ‘kelle koltukta’ gezdikleri yıllar mı akıllarına gelmişti. Sadece özgürce düşünmek, düşündüklerini özgürce söyleyebilmek için isyan ettikleri yıllar… Çok fazla şey de istemiyorlardı aslında. Sosyal bir devleti, ezen ve ezilenin olmadığı bir ülkeyi düşlüyorlardı. Düşlerini gerçekleştirebilmek için isyan ettiler. Zaman zaman demokratik haklarını kullanarak, zaman zaman da yasadışı yollarla.

 

Sonra… Sonrası toplu bir paranoya haliydi. Herkes herkesten korkuyor, herkes herkesten saklanıyordu. Bu noktada güçlü olan -ki bu devletti- devreye girdi. Her zaman sevilen, kimi zaman korkuyla karıık bir saygı duyulan ‘Devlet Baba’nın bir başka yüzü çıktı ortaya. Devlet Baba kendi çocuklarına acımadan, akıl almaz yöntemlerle işkence yapıyor, tutukluyordu. Tam da o dönemlerde öğrendik Filistin askılarını, falakaları, elektrik tezgahlarını, kum torbalarını, coplarla ırza geçilmeyi ve bütün işkenceci polislerin isminin ‘Haydar’ olduğunu. Dizinin bir yerinde Mehmet yüzleştiği işkencecisine şunu soruyordu: ‘Bir insan, bir insana bunları nasıl yapar?’ Yanıtını o acı dolu yılları yaşayanlar da bulamadı, sonradan o yılları araştıranlar da hala.

 

Dizinin Senaristi ve Yönetmeni Çağan Irmak dizisi için Tempo’daki röportajında, “Herkes bana bu birinin öyküsü mü? diye soruyor Hayır bu dizi birinin öyküsü değil. Sadece o dönemin Türkiye’sinde pek çok insanın yaşadığı gibi iki kişinin hatta o dizinin geçtiği konakta yaşayan o 10 kişinin yaşadıklarından bir Türkiye özeti çıkarmaya çalışıyorum. Başka türlüsünü kimse benden beklemesin. Çünkü o zaman yaptığım bir dizi olmaz, belgesel olur…” demiş..

 

Yine Tempo’nun yazarlarından Kerem Çalışkan da, 70-80 gençliğiyle günümüz 2000 gençliğini çok güzel saptamalarla anlatmış yazısında…

 

70-80 gençliği için: “Politik olarak kendini bir siyasi gruba ait hissetmek isterdi. Sağcı-solcu veya bu fraksiyonlardan birine bağlıydı. Politik görüşleri kimliğinin önemli bir parçasıydı. İnançları geliştirmek ve karşıt grubu alt etmek için çok okurdu. Şu veya bu şekilde örgütsel bir bağı olurdu. Örgütte yükselmek, kişiliğini kanıtlamanın bir yoluydu. Örgütlerin ilkeleri, gizliliği ve dayanışma kültürü vardı. Bağlılık ve ihanet gibi kavramlar o zamanlar çok önemliydi. Kitlesel yaşamları kalabalık grupların ortak hareketlerine bağlı olarak şekillenirdi. 80 öncesi kitle hareketlerinde, 80 sonrası grupların ortak mekanlarında geçerdi. Kendine ait zamanı kullanmak bu kuşak için adeta lükstü. Fedakarlık gösterirlerdi. Dava uğruna bireysel çıkarları ikinci plana atmak, sağda ve soldaki bütün hareketler için istenen ve teşvik edilen bir duyguydu. Birçok genç bu yüzden kendi kişisel yaşamında ağır kayıplara uğradı ve zarar gördü. Büyük aşklar var mıydı dersek, politik kavgaların gölgesinde ve eşliğinde yaşanan şiddetli bir duyguydu. Bu yüzden evlenen, birleşen veya kavga edip ayrılan çok genç insan vardı. Ölümüne aşkların, sevdaların insanlarıydı onlar. Cinsellik mahçup ve tutuk bir duyguydu. Kızlar ve erkekler oldukça çekingendi.”

 

2000 yıllarının gençliği için de: “Apolitikler: Politik kamplaşmaların anlamını yitirdiği günümüz Türkiye’sinde gençler kimliklerini politik görüşlerde bulmuyor. Takım tutma veya sevdiği müzik türü bile kişilik belirlemede daha etkili. Daha az okuyan bir gençlik var. Örgütsüzler: Gençlerin bağlı olduğu kitlesel örgütler yok. Partiler bu konuda başarısız. Çevreci vb. dernekler de gençleri bir araya getirmekte zorlanıyor. Üniversite ortamlarında sosyal etkinlikler örgütlerin yerini almış durumda. Bireysellik: Gençler kendini bireysel özgürlükleri ile tanımlamıyor. Kitlesel davranış ve hareketlerden kaçıyor. Orada kendini kısıtlanmış hissediyor. Kendisi olmaya önem veriyor. Ana-baba ve kurumsal ilişkide özgürlük istiyor. 70 kuşağındaki fedakarlık gitmiş yerine faydacılık gelmiş… Günümüz gençliği için kendi bireysel çıkarı ve hesabı daha önemli. Olaylara ve ilişkilere faydacı bir yaklaşımı var. Kolay ve bol para kazanmak onun için çok önemli bir kriter. Ancak bu konuda asgari enerji harcamaktan yana. Gelelim ilişkilere… Hızlı İlişkilere.. Değişen ilişkiler kuşağının çocukları 2000’li yılların çocukları. Ömür boyu aşklar onlara göre değil. Değişik tatları tatmak istiyorlar. Hızlı gelişen ve çabuk biten ilişkiler yaşıyorlar. Uzun vadeli bağlılık sözleri yerine, kısa süreli yoğunluk peşindeler. Cinsellik onlar için doğal bir şey. Kızlar artık daha serbest.” demiş…

 

Yıl 2005…

 

Yine bir Cuma akşamı… Saat 22.00 civarı…  Her zaman TV seyrederken oturduğum koltuğumdayım… Ayaklarımı rahatça uzatmışım… Hem TV’deki diziyi seyrediyorum hem de çıtlatarak yiyorum ayçekirdeğimi.. Bir yandan Şanslı adındaki kedim de kucağımda oturuyor, mırıltılarına devam ediyor… Evde herkes suskun öylece bakıveriyoruz her cuma günü ilgiyle izlediğimiz diziye… “Çemberimde Gül Oya” oynuyor beyazcam ardında … Yaşanmış An’lara dair anılar canlanıyor ve geçiyor bir bir gözlerimin önünden… Film şeridi gibi geçerken o zamanki AN’lara dair düşüncelerim, izlediğim diziyle paralel, gözyaşlarım da yanaklarımdan sicim gibi akıp gitmekte, yitip giden binlerce gencin anısıyla özdeşsel…

 

Kendimi dizinin içinde buluveriyorum yaşanmış an ve anılarımla birlikte…

 

Hiç bitmeyen ve bitmeyecek anılarımın tekrarlarıyla…

Ertan Yurderi