Bu olay Singapura gittiğim ilk ayda başıma gelen bir olaydır.

Singapur’da kaldığım sürede, çalıştığım firmada farklı etnik kökenden bir sürü insan olduğunu daha evvel belirtmiştim. Öğle yemeğini hep beraber, dışarıdaki “food-court”lardan birinde yiyorduk. Yine bir gün öğle arası, iki tane Çinli iki tane Japon kızla beraber yemek yerken, oradaki Japon kızlardan biri benim sevgilim olup olmadığını sordu. Soruyu soran kıza, “Yok, ama bir Japon kız bulsam hiç durmazdım, evlenir, Singapur’a da yerleşirdim” gibi bir cevap verdim. Bu, Uzak Doğuda öğrendiğim minik numaralardan biriydi. Japon ve Çinli kızlar birbirilerini çok fazla sevmezlerdi. Çinliler genelde daha basık yüzlü ve çirkin olduklarından kompleksli olurlar ve Japon kızlarının geyşa-vari tavırlarını kölelikle suçlayıp, biz özgürüz kavgasına girerlerdi. Planıma göre ben Japonları tercih ettiğim için, kızlar birbirleriyle didişecekler, ben de aradan sıyrılacaktım. Tam düşündüğüm gibi oldu, hatunlar birbirleriyle kavga ettiler, bende yemeğimin geri kalanını sorunsuz bir şekilde bitirdim ve şirkete kaçtım. Olayın kapandığını ve unutulduğunu sanıyordum, ta ki 2-3 gün sonra otel telefonum çalıp da şirketteki kız, Cumartesi günü için bana bir arkadaşını ayarladığını söyleyene kadar…

 

Cumartesi geldi çattı. Hava her zamanki gibi güneşliydi ve ufukta bir muson yağmuru gözükmüyordu.

Sabah kalktım, uzun uzun duş aldım, traşımı oldum, saçlarımı tarayıp arkadan bağladım, en temiz gömleğimi ütüleyip giydim… Kapıyı kapayıp dışarı çıktım, kendimi iyi hissediyordum, hiç bir şeyin ters gitmeyeceğine emindim. Gayet neşeli ve keyifli bir şekilde Japon kızı -ki ismi Yua idi- buluşma noktasında beklemeye başladım. Acaba sağdaki çingeneden çiçek alsam mı diye düşündüm… Gül mü yoksa karanfil mi… Sonra boşver dedim… Vazgeçtim. Kızla daha ilk defa görüşeceğime göre ne gerek var… hem sonra zavallı tüm gün elinde çiçekle dolaşmak zorunda kalır, boşver .

Kural bir, tüm kızlar, hangi ırktan olursa olsunlar, Devlet Demiryolları gibidirler, asla rötarsız gelmezler, ama 45 dakika da olmaz ki. Yavaş yavaş naif heyecan yerini sinire bırakmaya başlamışken, yanıma bir kız geldi ve gülümseyerek, “Pekmen siz misiniz?” dedi.

Kızı şöyle bir süzdüm, gerçekten de şirin bir kızdı. “Merhaba” dedim. Hemen yanımda elde çiçeğiyle sevgilisini bekleyen lavuğu göstererek, “Önce senin ‘o’ olduğunu düşünmüştüm” diye imalı bir şekilde gülerek cevap verdi.

Harika, dakika bir gol bir. Çiçekle gelmediğimiz için hafif bir fırça. “Bir kahve içelim mi? Yoksa bir şeyler yiyelim mi?” diye sordum. Aç olduğunu ve bildiği çok güzel bir yer olduğunu söyledi. “Sana bir sürpriz yapmak istiyorum” dedi bana. Sonra da beni götüre götüre Bitlisli dürümcü Hacı Osman’ın yerine götürdü. Hacı Osman bana pis pis gülümsedi.

“Ooo Dunc gardaş. Çekik yapmışın gendine ehehehehe ” diye sırıttı.

“Osman abi, sen bize iki tane porsiyon yapıversene” dedim başımdan salmak için.

“Ayıb ettin gözüm, emrin başım üstüne” dedi ve sırıtarak döneri kesmeye başladı.

“Burası Türk yemekleri yapıyor… Seveceğini düşündüm” dedi Yua kibarca. Kıza bu adamla geldiğim ilk hafta tanıştığımı ve 2-3 kez ondan yemek yediğimi söyleyemedim (Not: Bu hikaye Hacı Osman’ın mafya babası olmadan evvel tanıdığım zamanda geçmektedir)

Ben kendimkini yedim, kesmedi, iki tane de çeyrek ekmek arası istedim. Benim daha ikinci parti gelmeden, Yua’nın sadece dönerin yarısını yiyip gerisini bıraktığını gördüm.

“Doydum” dedi nazikçe bana.

Ben de “ziyan olmasın” diye onunkini de yedim. Çeyrek ekmekler gelip onlara da saldırınca kız bana dehşet içinde baktı.

“Biraz acıkmışsın galiba, Pekmen” dedi.

Ağzımdaki ketçapı silerek cevap verdim

“Yok canım. Gnam… şlork… Ziyan olmasın yani”

Kızın bakışlarından iyice korktuğunu anlamıştım. Eminim içinden “Bu ayı boş bulunursam beni de yer” gibi bir şeyler geçiriyordu. Bunu fark etmeme rağmen bir cevap veremedim, o sıra ikinci çeyrek ekmeğime yumulmuştum çünkü.

Yemek faslı bitince dışarı çıktık. Kulağına eğildim

“Ne yapalım Yua?” dedim. .

“Benim bir şort almam lazım, alışverişe çıkalım mı ? ” diye sordu bana.

İşte bu, bir kızın, müstakbel erkek arkadaşını bitirmek için söylediği bir laftır.

 

Hiçbir kızla alışverişe çıktınız mı? Çıktıysanız, Japonu da aynı Türk’ü de aynı bunların, hiçbir fark yok. Bir erkeğin alışverişi sistematiktir. Gömlek alacaksa o tarz bir mağazaya gider, 3-4 gömlek bakar, beğenmezse başka mağazaya gider. En metroseksüel erkeğin girip-çıktığı mağaza sayısı bile dördü, beşi geçmez. Ama kızlar öyle değil işte. Bunlar doğarlarken “alışveriş geni” ile beraber doğuyorlar, ya da belli bir yaşta anneleri bunları programlıyor, kesin eminim bundan. “Sadece şort” tamamen yalandır. Şort’a uygun t-shirt, ikisine uyumlu kemer, el çantası derken, tüm gün alışveriş mağazasında dolanır durursun. Bu arada yol üstündeki tüm mağazalara da girersin. Bir şeyi beğenip alsa bile, o diğer dükkânlara da yüzde yüz girmek zorunludur.

İçeri girdiğimiz 12. mağazada sinirden ağlamak üzereyken, şansım yaver gitti ve kızımız hem poposunu büyük göstermeyen, hem moda, hem de ucuz olan bir şort buldu. Artık dertlerim sona eriyor diye tam düşünmeye başlamışken, aksine dertlerimin yeni başladığını o anda fark ettim. Bana bir Japon korku filmi afişini gösterdi, “Ay ben bu filmi uzun zamandır bekliyorum… Buna gidelim mi?” dedi bana bakarak.

Tamam gidelim de ben hiç sevmem korku filmlerini, acaip tırsarım… Küçükken hayalet avcıları filmini izlemiştim – ki işin komiği hayalet avcıları filmi, korku filmi kategorisine girmez – ondan sonra “hayalet gelir” diye bir ay ışıklar açık uyumuştum. Sonra gelen yüklü elektrik faturası yüzünden pederden bir araba sopa yemiştim. Bir gecede hayalet korkusunun yerini baba korkusu almıştı. O yüzden hala hayaletten değil, babamdan korkarım. (Tez : Aslında bu tam bir Türk usulu korkuyu aşma- korkuyu yenme stili olabilir. Psikologlara tomarla para vereceğine eline bir odun al, bak çocuk o korkusundan nasıl bir anda vazgeçiyor. Bunu bir araştırmak lazım )

Kızla da yeni tanışmışız, yanında “ben tırsağım “ da diyemedim tabii.

“Öööö şu filme gitsek daha güzelmiş” diye çevirmeye çalıştım ama nafile… Beceremedim. Kız tutturmuş bir kere.

“Çok korkunç değilmiş” diye beni telkin edince, mecburen girdik filme.

Mavi suratlı kızlar, yanan fotoğraflar, aralardan bakan gözler, ruhlar filan…

Bembeyaz bir suratla ve içeri girdiğim ana lanet ederek çıktım filmden.

“Nasıl filmi beğendin mi Pekmen? O kadar da korkunç değilmiş di mi?” dedi şirin kız kılığına girmiş olan cadaloz.

“Süper” diyebildim sadece.

Ulan neresi korkunç değil, ben bir ay nah uyurum şimdi elektrikler kapalıyken. Allahtan Singapur’dayız en azından pederden sopa yemeyeceğiz.

Filmden dışarı çıkınca havanın iyice karardığını gördüm.

“Yemeğe gidelim mi?” diyebildim yavaşça.

“O kadar yedin, hala aç mısın?” diye suçladı beni kız.

“Eee o zaman ne yapalım? Buradan bara filan gidelim mi?” diye sordum kıza.

Bu kadar mağaza gezme ve kan-revan filmi izlemeden sonra ancak biraz alkol beni yatıştırırdı.

“Olur tabi, benim çok sevdiğim bir yer var oraya gidelim mi?” diye sordu bana.

Kızı buradan tutup da “Biçerdöver ve Çolak” barına götürüp sulandırılmış böcek ilacı içiremeyeceğime göre, kabul ettim. Hem belki güzel bir ortamdır, arada sırada buralara da takılırım diye düşündüm.

Bara gittik. Gitmez olaydık. Çünkü bar bir karaoke barıydı.

 İki tane “Tiger” birası söyledik,

Tam biramdan bir yudum alacaktım kız bana baktı.

“Japonyada adettir, kızlar ilk buluşmaya gittikleri erkeklere küçük bir hediye alırlar” dedi ve bana küçük bir paket verdi. Merakla paketi açtım. Açar açmaz şaşkınlıktan dona kaldım. Üstünde yaldızlı bir kurukafa olan, siyah bir taç. Kızın suratına çok acaip bakmış olmalıyım ki hemen açıklama gereği duydu.

“Senin saçının uzun olduğunu ve rock müzik dinlediğini söylemişlerdi. Burada tüm erkekler bunu takıyor, o yüzden aldım sana, taksana bakalım yakıştı mı sana ? “ dedi.

Saçları açtık, tacımızı taktık.

“Aaa süper oldun“ dedi Yua bana.

Tabii, kafamda yaldızlı kurukafalı taçla muhteşem olduğuma emindim zaten.

Elimi havaya kaldırarak garsonu çağırdım.

“Bu bira beni kesmeyecek sen bana sert bir duble bol buzlu viski getirsene” dedim.

Arka arkaya iki viski içtikten sonra, kafayı bulduğum için ne olacağı umurumda olmazdı nasılsa.

Olmadı da zaten.

Gerisini hayal meyal birkaç sahne olarak hatırlıyorum.

Kızla beraber kalktık Japonca karaoke yaptık. Milletin kahkahaları ve alkışları arasında sahneden indik.

Kızı evine kadar bıraktım, ama sonra kafamda taç olduğunu unuttum.

Kafamda o saçma taçla gece geç saatlerde bizim mahallede gezdim.

Biçerdöver ve çolak barına gidip cila niyetine bira istediğimde Endonezyalı barmen bana gülmekten servis yapamadı. Daha sonra içeri giren “Hastane” Ayumi tacı çok beğendiğini söyleyip kafasına taktı.

“O taç benim laynnn” şeklinde Ayumiye daldım ve üstün çabalar ve yediğim tırnaklardan sonra tacı geri aldım ve zafer kazanmış general edasıyla tekrar kafama taktım.

Pazartesi şirkete gittim. Japon kız yanıma sırıtarak geldi.

“Yua seninle çok iyi vakit geçirdiğini söyledi. Yalnız biraz fazla yemek yemişsin, kız korkmuş bir ara bu adam beni de yiyecek diye. Bir de iyi içmişsin “ dedi ve kıkırdadı.

Kafamdan hızlıca hafta sonu olanları geçirdim.

Sonra da arkama bakmadan kaçarcasına kızın yanından uzaklaştım.