Takvimler 1974’ü gösterdiğinde bir bankanın Kurtuluş Şubesi’nde çiçeği burnunda bir bankacı olarak çalışmaktaydım.

Bir gün Kurtuluş Caddesi üzerinde bulunan şube lokalinin tam karşısındaki apartmana yanaşan kamyondan, muhteşem eşyalar taşınmaya başlandı. Şube müdürü başta olmak üzere, bizler de işi gücü bırakıp saraylara layık bu eşyaların nakledilişini büyük bir ilgi ve hayranlıkla izledik. Adeta büyülendik… Sonuçta müdür; “Sen bir buket çiçekle bankamız adına ‘semtimize hoş geldiniz’ demeye git bu yeni komşularımıza” dedi.

Evin yerleşmesini bekleyip, birkaç gün sonra elimde glayörlerden oluşan şık bir buketle kapıyı çaldım. Karşımda plâtin rengi itinalı kesimli saçları ve gülen yüzüyle orta yaş üzeri bir hanım vardı. Türkçeyi çok zor ve tipik bir aksanla ‘ı’ ları ‘i’ telaffuz ederek örneğin; “Nasilsiniz?” şeklinde konuşuyordu. Yaşına rağmen dikkat çekici bir güzellikteki bu hanım; Türk Mûsevisi bayan, Rosa Acıman’dı.

Kendisine nereden ve ne sebeple geldiğimi izah edince beni nazik bir biçimde içeri buyur etti. Zarif bir evsahibesi olarak kahve ve çikolata sundu. Kısa bir tanışma sohbeti sonrası izin isteyip vazifeme geri döndüm.

Taşınma esnasında sadece altın varak kaplı ahşap ve kristal karışık avizeler, klasik mobilyalar dikkatimizi çekmişti. Eve yaptığım kısa ziyarette ise Sefiller’deki şamdanları aratmayacak muhteşemlikte gümüş ve kristal objeler de dikkatimden kaçmadı.

Onca şıklığı gözlemledikten ve ‘Hoşgeldiniz’ ziyaretinden sonra doğrusu Madam Acıman’dan yüklü miktarda bir hesap açmasını bekledik… Ancak -yanlış hatırlamıyorsam- o yıllarda 5.000 lira ve üzerindeki mevduatın faiz getirisi vergiye tabi idi. Bayan Acıman, -mensubu olduğu cemaatin diğer mensuplarınında tercih ettiği gibi- yalnızca 4.995 liralık sembolik bir vadeli mevduatı getirmekle yetindi!..

O zamanlar; ellerinde tomarlarla defter -her gün bir başka hesabın vadesi geldiğinden- banka banka gezen gayrımüslim müşterileri gözlemliyor; nasıl üşenmiyorlar ve yorulmuyorlar diye hayret ediyordum. Üç kuruş vergi vermemek için her gün banka banka ve şube şube gezmek angaryaydı bana göre. Hesaplar, henüz bilgi işlem falan devreye girmediğinden daktiloyla veya elle tutulur, faizler ise kollu facit makinası ile ve faiz baremi yardımıyla hesaplanırdı. Bilhassa Mûsevi müşteriler, en ufak bir kuruş hatasını dahi affetmez; bankanın yanlışını bulurlarsa şayet bundan büyük zevk alarak düzelttirirlerdi!..

Madam Acıman mevduat açısından sukût-u hayal çıksa da, bu zarif ve güngörmüş hanımla aramızda hoş bir komşuluk münasebeti başlamış oldu. Öğle tatillerinde bazen şubeden bir başka arkadaşında eşliğinde kahve içmeye gidiyorduk.

1974 senesinde yapılan ilk ziyaretle başlayan görüşmeler, zaman içinde Garanti Bankası’ndan istifa edip 1 Kasım 1975’te Osmanlı Bankası’na geçtikten sonrada hiç kesilmedi.

Sohbetler esnasında Madam Rosa; eşi kumaş taciri David Acıman’ı genç denilebilecek bir yaşta kalpten yitirdiğini söyledi. Her ikisinin de ikinci izdivacı olan bu evlilik sadece on sene sürebilmişti. Bay Acıman eşine Londra, Paris, New York başta olmak üzere dünyanın en gözde yerlerinde harika bir hayat yaşatmıştı.

Madam Acıman genç yaşlarda yaptığı ilk evliliğini, eşinin cimriliği ve huysuzluğu had safhada olduğu için yürütememişti. Bir keresinde eski eşinin; “Hayatımda önce annem ve köpeğim daha sonra sen geliyorsun” demesi bardağı taşıran son damla olmuştu!..

Katolik ve Mûsevi cemaatlerinde boşanmak pek yoktur. Bu herkesçe bilinir. Eskiden hiçbir dinde ve millette evlilikler kutsallığını böylesine yitirmemişti ve bir kez kurulduğunda mutlaka yürütülmesi gereken bir müesseseydi evlilik…

Banka değiştirince ziyaretler iş çıkışı sonrası akşam çayına dönüştü. Bu gidiş gelişlerde yakın arkadaşı Madam Raşel’i, sonrada ilerleyen zamanla epeyce samimi görüşeceğimiz Yeşilköy’de oturan ablası Ester Hanım’ı ve eşi avukat Nesim Barokas’ı tanıma şansım oldu. Mûsevilerin çoğu gibi Bayan Rosa’da başta Fransızca olmak üzere Rumca, İspanyolca, İtalyanca ve İngilizce konuşuyordu. En zayıf lisanı Türkçe sayılırdı. Çünkü kendi cemaati ile sınırlı, kapalı bir hayatı vardı.

Bir gün iş çıkışı ziyarete gittiğimde baş başa sohbet ederken konu aşka sevgiye geldi… Madam Acıman; “Biliyorsun Şema’cim, ben gençliğimde birini sevdim. Birbirimize çok aşik idik. Bana evlenme teklif etti ancak o zamanin parasi ile altmişbin lirada drahoma istedi. Babama söyledim ve günlerce çaresizlikten bütün aile ağladik. Büyük bir para idi. Osmanli Bankasi’nda vazifeli olan babam temin etmek için günlerce uğraştiktan sonra bana; “Rozika bu parayi imkânsiz bulamam. Üzgünüm” dedi. Bende aşkima ilettim. Bana; “Madem para yok, o halde evlenemeyiz!.. Bundan böyle ne vakit dolunay olacak, sen mehtaba bakacaksin beni ve aşkimizi hatirlayacaksin!..” dedi” dedi.

Bunları duyduğumda -hala aşkın ve sevginin her şeye üstün gelmesini dileyen biri olarak- anlamakta çok zorlandım. Adamın istediği para 1970’li yılların da 50 yıl evveli için çok büyük bir servetti. Büyüklerimiz o tarihlerde 600-1000 lira gibi paralarla köşklerin konakların alınabildiğinden bahsederlerdi. Bayan Acıman, izdivaç için ancak bu kadar büyük bir miktarla katlanılacak kadar çirkin, niteliksiz, kültürsüz biri hiç değildi!.. Ayrıca drahoma bana çok yabancı, hiç bilmediğim bir kavramdı. Ancak, Rosa Teyze’nin anlattığı bu tipik olay sayesinde; şubemizde hesabı olan bir dolu Mûsevi çiftin kocaları Holywood aktörleri kadar yakışıklı iken hanımların çoğunun keçi boynuzu gibi olmalarının nedenini böylece anlamış oldum!..

İlerleyen zaman içinde Madam Acıman resmi hitabından Rosa Hanım’a ve sonra Roza Teyze’ye geldiğimiz uzun soluklu münasebette bu hanım sayesinde; hayat önümde insanları çok değişik açılardan tanıma imkânı veren bambaşka bir pencere açacaktı. Her toplumun ve inanç sisteminin hayatı algılayışı, yaşayışı ve kuralları farklı farklıydı…

Bazı kimseler birileriyle ahbaplık etmek, dostluk kurmak için yaşa ve başka kriterlere önem verirler. Benim tercihim ise karşımdaki kişinin beynine ve yüreğine yöneliktir. Zaten oldum olası yaşça benden büyük olanların anıları, tecrübelerini aktarışları beni hep çekmiş ve kendimden büyük kişilerle ahbaplık etmek onlardan nemalanmak hep hoşuma gitmiştir.

Rosa Teyze sayesinde özellikle eski jenerasyon Mûsevilerin çok katı kurallarla ve kategorize bir şekilde yaşadıklarını öğrendim. Yani dul dulla, evli evliyle, bekâr bekârla görüşmek durumundaydı. O kadar yüklü drahomaları ödedikten sonra, evli olan; bekâr veya dul biriyle görüşüp eşek yüküyle para ödeyip aldığı kocasını kaptırmak istemiyordu. Bu arada Rosa Teyze’nin ifadesine göre; bakkal çırağından bir koca için dahi hatırı sayılır bir drahoma illâki ödeniyordu. Ve de hayatta mutlaka evlenmek gerekiyordu!!!

Ne iki evliliğe rağmen Rosa Teyze’nin, nede ablası Bayan Ester’in çocukları yoktu. Onca zenginliğe rağmen galiba Vehbi Koç’un kızları gibi kısırdılar… Gerçi ben hiçbir zaman kendileri anlatmadıkça ne özel hayatları hakkında nede bilhassa çocuk konusunda soru sormadım.

İlerleyen yıllarda cemaatle sınırlı, kapalı bir ortamda geçen hayatı sebebiyle zorlukla ve aksanlı Türkçe konuşan Rosa Teyze ile 25 yaşından sonra öğrendiğim Fransızca sayesinde daha rahat konuşmaya başladık. Bu onu çok memnun etti ve bana da harika bir pratik imkânı verdi.

Şimdilerde Harbiye’de bulunan, daha ziyade azınlık ve Levantenlerin kaldığı yaşlılar yurdu Articana’da küçücük bir odada ikâmet eden Rosa Teyze birkaç yıl evvel o kendine has tipik konuşmasıyla bana “Biliyorsun Şema’cim ben kaç yaşindayim?” dedi. Bir hanıma yaş ile ilgi soru sormak münasebet almayacağından aramızda hiç bahsi geçmemişti. Kendi sorusuna yine bir çırpıda “Ben 97 yaşindayim. Senin ilân taniştiğimizda 70’lerde idim” diyerek cevap verdi.

Bu konuşmadan sonra geçen birkaç seneyle içinde olduğumuz 2007’de Rosa Teyze tam tamına 100 yaşında!.. Nereden eminim biliyor musunuz?.. Kendisinden, son ziyaretine gittiğimde “Hakkınızda yazı yazacağım” deyip rica ettim; bana nüfus cüzdanı bilgilerini verdi. Rosa Kohen Acıman, baba adı Yako, ana adı Hanuka, Fatih Balat Karataş kayıtlı, doğum tarihi 17.12.1323. Diyanet Takvimi’nden baktığımda içinde bulunduğumuz seneyi Rumi 1423 gösteriyor. Demek ki Rosa Teyze gerçekten tam tamına 100 yaşında!..

Tabii ki çok yaşlandı ve hareketleri yavaşladı ama ne kulakları sağır nede görme kaybı var. Cin gibi maşallah!..

Seksendört yaşında vefat eden anneannem ömrünün sadece son haftasında hafızasını ara ara kaybetmişti. Bir insanın aklıyla fikriyle yaşaması ve yemeğini kendi yiyerek, tuvaletine giderek ömür sürmesi çok ama çok önemli ilerleyen yıllarla birlikte. Anneanneciğim belirli bir yaştan sonra bazıları ‘bunak’ diye tanımlanabilecek konuma gelen arkadaşlarını evlâtları; “Zübeyde Teyze, annem seni istedi getirdik” bahanesiyle ziyarete geldiklerinde yüzlerine karşı ses etmez ama sonradan hayli sinirlenirdi. “Bunların dünyadan haberleri yok, beni nerden isteyecekler. Bıktım bu bunak muhabbetinden!..” derdi.

Rosa Teyze’de asırlık yaşına rağmen günümüzde bir çok insanı ve yakınlarını uğraştıran Alzheimer, hafıza kaybı gibi sağlık problemlerinden muzdarip değil. Hatta yakın arkadaşım Grasia’nın annesi Violet Teyze’nin ani vefatından sonra İzmir’de yaşayan babası Baruh Amca’nın evlenip evlenmediğini bile adım adım adamcağızın vefatına kadar takip etti. Bu da bizim aramızda çok gülmemize neden bir durum oldu.

Beni her gördüğünde; “Tatli kizsin, cici kizsin ama ne yapayim kafasizsin!.. Bir koca bulamadin, alamadin” diye serzenişte bulunacak kadar hayata bağlı, aşk meşkle ilgili biri… Otuz küsür senedir devam eden tanışıklığımızda hâlâ her gidişte benden düğün davetiyesi bekliyor. Nerdeyse ben benden umudu kestim ama o kesmiyor!..

Kaldığı huzurevi kurallarına göre dışarı çıkması serbest olmasına rağmen; seneler evvel bir dışarı çıktığında sokakta çok kötü biçimde düştüğünden beri bir yere gitmeyi tercih etmiyor.

Bir zamanlar ki o şık eşyalardan ve aksesuarlardan eser olmayan tek yataklı, tek koltuklu tuvalet ve duştan ibaret mütevazı odasında, nerdeyse tüm akraba ve dostları vefat ettiğinden münzevi bir yaşam sürdürüyor. Diğer huzurevi sakinleriyle de kafa dengi olmadıkları için pek görüşmüyor.

Genelde hep ben onu ziyarete gitmişimdir ama oda, otuz küsür yıllık dostluğumuzda zaman zaman bize gelmiştir.

Rosa Teyze, seneler evvel benim evime kalabalık bir davet vesilesiyle geldiğinde; annem tarafından yapılan Ermeni usulu zeytinyağlı yaprak sarmalara bayıldı. Ara ara bana Fransızca “Dolmalari kaldir, bitirmesinler!..” diye ikazda bulundu. Sonunda diğer misafirler dayanamayıp “Bu hanım sana durup durup yabancı dilde ne diyor Allah aşkına?..” dediler. Ben de gerçeği söylemek zorunda kaldım ve hep beraber epeyce güldük. Tabii bu kadar ısrardan ve tenbihden sonra kalan dolmaları güzelce paketleyip diş kirası olarak verdiğimizi tahmin edersiniz…

Otuz üç senedir devam eden tanışıklığımızda fotoğrafa çok meraklı olmama rağmen nedense hiç Rosa Teyze’yle resim çektirmek nasip olmamıştı. Onu da genç arkadaşım Sezgin akıl etti. Bir gidişimde bana eşlik edip hem çok merak ettiği bu yaşlı hanımla tanıştı, hem de bizi resimledi. Rosa Teyze o gün, hayatımda ilk defa yanımda bir erkek eşliğinde gitmiş olmamın etkisiyle hemen taarruza geçip; Fransızca “Bu çocuk senin neyin oluyor?..” dedi. Arkadaşım dedim ama tatmin olmadı. Ben lavaboda ellerimi yıkarken hemen Sezgin’e “Kaç yaşindasiniz, ne işle meşgulsiniz?.. Medeni haliniz nedir?..” gibi sorular yöneltti. Bana çıktığımda “Yazık aranizda çok yaş farki var, yoksa ne iyi olurdu!..” diye bir yorum yaptıki yüz yaşındaki birisi olarak hayretten beni bayıltacak hale getirdi. İşin en zor kısmıda, ziyaret sonrası arkadaşımın “Siz aranızda Fransızca ne konuştunuz?..” dediğinde doğru cevabı verebilmekti.

Rosa Teyze, birkaç hafta evvel uğradığımda maşallah gayet iyiydi. Uzun zamandır çok ciddi bir rahatsızlık geçiren ve kemoterapi gören kendisinden otuz yaş daha genç anneciğime benle sıkı sıkı tenbih ederek bir haber gönderdi. “Şema’cim, annene söyle ne vakit iyileşecek, bana dolma yapip gönderecek. Tamam mi?!”

Hayata bu kadar bağlı birine ne denir. Böylesine Allah bile ilişmiyor galiba…

Şiyma Aksekili