(Birinci Bölüm; İkinci Bölüm; Üçüncü Bölüm.)

Ne kadar süredir ölüyüm bilemiyorum. Belki doğduğumdan beridir, belki de onlarca hayattır. Belki de diri geldim de bu hayata, bir yerinde koptum ve kendimi bıraktım ölüme… Bedenim yaşamaya devam etti, ruhum da rüyasını görmeye; ama aslında yaşayan bir ölüydüm ben; kendini dirilmiş bir ölü zanneden…

Bir çukurun dibine düşmek gibiydi ölüm. Yukarı bakıyordunuz, orada ışığı görüyordunuz da çıkamıyordunuz. Fakat bir yandan da çıkmak da istemiyordunuz hani. Çukurun dibinde size muhteşem rüyalar gösteren bir şeyler vardı. Yaşadığınızı, yaşadığımızı zannettiriyordu bizlere. Ortak bir rüyanın içine dalıyorduk ve belki de binlerce yıl oradan çıkamıyorduk. Aslında yaşam adı verilen sonsuz yolculuğun önemli bir durağıydı bu çukurun dibi. Bir insan neden çukurun dibinde yaşamak ister ki diye sorabilirsiniz o da önemli bir deneyim sonuçta. Ayrıca milyarlarca insanın “ölü” olduğu bir gezegen burası. Boşuna yaşayan ölülerle ilgili filmlere bayılmıyoruz biz…

Ölmek mi? Nasıl Yani?

Evet, ölmek; daha doğrusu yaşadığını uyandığını sanıp da halen ölü olmak. 1995’ten beri “kendini tanıma yolculuğu”nda düşe kalka ilerlemeye çalışıyorum. Yüzleşiyorum, öğreniyorum, çalışıyorum, gözlüyorum, deniyorum ediyorum… bitmiyor. Tamam sonsuz bir yolculuk bu diyorum, ama aynı hamster çarkının içinde dönüp duruyorum. Bir sürü eğitim aldım, bir sürü çalışma yaptım, bir sürü yazı kitap okudum… Dönüp dolaşıp hep aynı yere gelmiş gibi hissediyorum kendimi. Nedenini bir türlü anlamıyordum… Bu durumu bir gece uyurken çok net deneyimlemiştim: Rüyamda odamda uyandığımı görüyordum. Yataktan kalkıyordum her gün olduğu gibi ve evde geziyordum. Fakat esasında halen uyuyordum. O gece rüyamda en az sekiz dokuz kere uyandığımı gördüm ve her seferinde “evet, bu sefer uyandım bu gerçek” diyordum. Bir türlü bedenime dönemiyordum sanki ve bir süre sonra sinir olmaya başladım bu duruma. Taa ki sonunda gerçekten yataktan kalkana kadar…

Esasında yaşantım da bundan ibaretti. Evet, çok şeyi öğrenmiştim, yaptığım hiçbir şey de boşuna değildi; ama temelinde bir eksik vardı: Ben halen ölü vaziyette yatakta yatıyordum de ben aslında yoktum…

Korkuyla Karşılaşma

Oldum olası karnım hep sorunludur benim. Karın çakrası olduğunu sonradan öğrendiğim bu bölgemin neredeyse hiç böyle ferah olduğunu hissetmemişimdir. Çakralar tıkanmaz gerçi yetersiz çalışırlar ama hani deyim yerindeyse sürekli tıkalıymış gibi yaşadım ben ve artık burada ne var da böyle görmek istiyordum. Bu isteğim beni çok daha derinlere indirecekti. Hem de tüm sorunların merkezine…

Meditasyona oturdum ve karın çakrama yoğunlaştım. Tek görmek istediğim neden burasının sıkıntılı olduğuydu, ama o kadar büyük ve geniş bir sorun vardı ki burada. Katman katman iniyordum ve bir türlü bitmiyordu. Önce korkularımı takip etmeye başladım. Hayat boyu huzursuz ve korku dolu olmuştum. Hatta bu yüzden el frenim çekili şekilde hayatımı sürdürüyordum. Yeni düşünceler ve fikirlere önce bir red, sonra da “ama” ile yaklaşıyordum. Evet, arada aklıma yatan şeyler oluyordu ve onları hemen gerçekleştiriyordum da bir sürüsü de geriye dönüyordu; çünkü korkuyordum. Sonra bunun altına indim. İndiğimde gördüm ki ben aslında hayattan korkuyordum. Hayat benim için yaşanılacak değil, korkulacak bir süreçti. Sürekli bir yerlerden darbeler gelebilirdi, ben sürünebilirdim, acılar çekebilirdim, yok olabilirdim. Evet, yok olmaktan korkuyordum…

Yok olma korkusunun peşine düştüm. Yok olmak neydi. Ben neyimin yok olmasından endişe ediyordum, neye böyle sıkı sıkı sarılıyordum ve neyi korumaya çalışıyordum.  Egom çok hızlı bir şekilde savunmaya geçebiliyordu ve ben kendimi koruyordum güya; ama neye karşı, kime karşı. Ayrıca koruduğum neydi ki benim, kimdi ki benim? Ve işte burada kilit soru çıktı karşıma: Ben kimim?

Ben Kim miyim?

İnsanlık tarihi boyunca karşımıza dikilmiş bu soru, bu sefer kitlesel değil; bireysel olarak tam karşımdaydı ve bugüne kadar öğrendiğim hiçbir yanıtın orada olmadığını gördüm. İster felsefe, ister psikoloji, ister spiritüellik, ister din… hiçbirisinin verdiği yanıtlar yoktu orada. Elimde üzerinde cevaplar yazan a4 kağıtlar vardı da sanki ben karşımda duran sonsuz büyüklükteki boşluğu onlarla kapatmaya çalışmıştım, ama olmuyordu bir türlü. Ben boşluğa bakıyordum, boşluk da bana…

O anda anladım ki ben de bir boşluktan ibarettim. Ben yoktum. Evet, ben kimim sorusunun yanıtını veremiyordum çünkü ortada bir ben yoktu. Ben zannettiğim şey, anne ve babamın ve de çevremin programlamalarıyla oluşmuş bir sahte-benden ibaretti. Onlar da bir şekilde kendi anne babalarının ve çevrelerinin programlamasıyla oluşmuşlardı ve bu nesiller boyu böyle devam edegeliyordu. Hayatımda kendim zannettiğim her şeyin öncelikle babam ve annemden aktarıldığını gördüm bana. Onları kopyalamıştım. Psikoloji derslerinde şunu öğretirler: Karakter, doğuştan getirilen özellikler ile çevreden öğrenilenler sonucu ortaya çıkar. Yani siz mevcut modülleri alırsınız ve yeni bir şey ortaya çıkartırsınız, ama sonuçta bu denklemde bir şey eksik. “Gerçek ben” neredeyim?

Öyle bir şey var mı ki?

İnsanın aklına bu soru geliyor değil mi? Olması lazım ki ben o boşluğun karşısında bu kadar korkuyor ve acı çekiyordum. Öyle bir acıydı ki bu meditasyon esnasında iki büklümdüm, doğrulamıyordum bir türlü. Çünkü kendim zannettiğim her şey gözlerimin önünde çözülüyordu birer birer ve kimlerden neleri kopyaladığımı görüyordum. Bu belki çok normal bir durumdu, fakat “ben” değildim işte, değildim!!! Peki o zaman “Ben kimdim?”

Kıyametin Zamanı

Kıyamet için “ölülerin dirildiği” zaman der kutsal kitaplar bilirsiniz. Toplu bilinç bunu, ölüp mezara gireceğiz de zamanı gelince bir boru sesi duyup hepimiz mezarlarımızdan kalkacağız diye yorumlamıştır. Halbuki bu anlatım semboliktir. Tıpkı kıyamet ile ilgili diğer anlatıların da birer sembol olması gibi.

Kıyamet, kıyam etmek yani diriliş demektir. Ölüyken uyanmak, ayağa dikilmektir. Bu da bir süreçtir aslında. “Amel defterleriniz incelenir. Yüzler yerden kalkmaz” yazar yine bu güne dair. Çünkü “rüya”da yaşıyor bile olsanız, o “rüya”da yaptıklarınızın sorumluluğunu almanız gerekir.

Çukurdayız demiştim az önce, o çukurdan çıkışın yolu da var işte. Buna “Sırat Köprüsü” deniyor. Ölülerin diyarından, yaşayanların diyarına geçişin sembolü bu. “Kendini Tanıma Yolculuğu”nun ifadesi bir yandan da.

UYANmayı cidden yürekten isterse kişi, önce rüyalar aleminde yani esasında şu anda yaşadığımız dünyada ilerlemeye başlıyor yolculuğuna. Fakat o “amel defteleri” var ya o amel defterleri. Karşınıza dikiliyorlar. Sizi suçlamak ve cezalandırmak için değil. O imaj erkek egemen toplumun, sert baba figürünün yansıması. Suç ve ceza toplumunun sembolleri yorumlayışı. Halbuki esasında istenilen tek şey; yaptığınız, yaşadığınız, seçtiğiniz her ne ise onların gözlerinin içine bakmanız ve onların sorumluluğunu açık yüreklilikle kabul etmeniz. Bunu da duyunca hemen aklınıza olumsuz yargılar geliyor değil mi? Yaptık bir halt, şimdi o haltı yaptığımızın hesabı kesilecek gibi geliyor değil mi? Bu yüzden ömür boyu, ömürler boyu kaçıp duruyoruz attığımız adımların çıkardığı sesi görmekten. Başkaları üzerinde yarattığı etkilerin ne olduğunu hissetmekten. Aslında başkalarına da yapmıyoruz biliyor musunuz? Her ne yapıyorsak kendimize yapıyoruz, başkaları zannettiklerimiz de bizi bizlere yansıtıyorlar sadece. Bizler başımızı kaldırıp bakamıyoruz işte. Canımız acıyacağından korkuyoruz ve bir ömür boyu kaçıyoruz bundan. Fakat işte kıyamet zamanı bu ve kaçışı olmuyor. Buralara kadar geldiyseniz ve gerçekten UYANmak istiyorsanız, bu sefer kabulleneceksiniz ve sarılacaksınız reddettiğiniz her şeye. Belki ilk başta başınız yerden kalkmayacak suçluluk duygusundan ve canınız inanılmaz acıyacak. Ama bir kere kabullendiğinizde sorumluluğunuzu, bir kere “Evet ben yaptım” dediğinizde ve belki de sarsılarak ağlamaya başladığınızda artık şifalanma başlayacak. Tıkalı olan her neyse açılmaya başlayacak çünkü ifade bulacak.

Attığımız her adım bir parantez açar ve buna karma denir. İşte o parantezlerin hepsi kapanırsa programlar düzgün işlemeye başlar, matematikte de böyledir; dilbilgisinde de böyle. Açılan parantezler kapatıldığında ise UYANış başlar…

Ben Işık mıyım?

Meditasyondan çıktığımda canım çok yanıyordu. Çünkü artık biliyordum. “Ben kimim?” sorusunun yanıtını almamıştım, sadece aslında var sandığım benim var olmadığımı biliyordum artık en temelinde. Bu yüzden yaşantım boşluk, eksiklik ve derin korku içinde geçiyordu…

Şimdi bu noktada “Birden anlamaya başladım; ben ışıktım, ben sevgiydim, ben varoluşun özüydüm” yazmaya başlayacağımı bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Bu cümlelere bir nevi uyuşturucu gibidirler. O anda yanıtsızlıktan aşırı korktuğunuz için kitaplarda yazan ve kısa bir süre etkisi çok iyi gelen bu cümlelere sarılırsınız. Boşluk karşısındaki A4 kağıtları hatırlayın lütfen. Onların üzerine nice olumlamalar, nice tanımlar vardı. Kağıdı önümde tutup yaklaştırıp okumaya başladığımda çok iyi geliyorlardı, çünkü kağıt dibimde olduğu için görüşümü kapatıyor ve boşluktan kurtarıyordu beni. Ama elinizi ne kadar isteseniz de sonsuza kadar havada tutamazsınız. Bir yerde yorulup kağıdı aşağıya indiriyordum ve o yokluk kocaman bir karadelik gibi karşıma duruyordu.

UYANışa Çağrı

Bu evrende temel bir kural vardır: Tıkanıklık, sorun, yara… her nerdeyse gözlerinin içine baktığınızda, iyileşme süreci başlar; çünkü onu kabullenmişsinizdir. İşte belki de benim için UYANışı tetikleyecek olan bu derin bakış olacak. Biliyorum artık içimdeki en temel sıkıntıyı. “Aman günaydın, bula bula bunu mu buldun yani?” diyeceklere selam olsun. O boşluğa bir kere bakabilirseniz, böyle cümleler kurmazsınız. O yokluğu, BENim dediğinizin aslında sanallığını, savunduğunuz, sunduğunuz, inandığınız, yücelttiğiniz, beslediğiniz, varolması ve güçlenmesi için deliler gibi çalıştığınız o BENin tamamiyle bir hayalden ibaret olduğunu gördüğünüzde “dehşet içinde” kalıyorsunuz, tıpkı kıyamet bahsi geçtiğinde kutsal kitaplarda da ifade edildiği üzere. “Karınları ateşle, ızdırapla dolarlar” yazar yine ayrıca. Yokluğun acısı öyle bir şey ki zaten ömürler boyudur çekiyoruz bu ızdırabı…

Cehennem Nerede?

Benim tüm bu “kendini tanıma yolculuğu” maceramı başlatan aslında tek bir cümle vardı. Bir gün arkadaşım Begüm’le yolda yürüyorduk ve kıyamet üzerine konuşuyorduk. Bana o anda demişti ki kendi tarzında: “Sen bırak öte dünyayı falan, cehennem bu dünyadır.” Ben de “Saçmalama, olur mu öyle şey” demiştim.  Bu konuşma sonrasındaki günlerde annesiyle tanışmıştım, o bana bazı kitaplar önermişti. Fakat ben hiç aldırmamıştım. Ardından bir şekilde ilk kıyametimi (Rüya içinde uyanış aslında bu, spiritüellikte ilk uyanışını yaşamak derler. Küçük kıyamet de diyebiliriz buna) yaşamıştım ve taa bugünlere kadar geldik.

Sevgili Begüm, o konuşmayı yapalı yaklaşık bir sürü yıl oldu ve o gün sana söylediğim “Saçmalama” sözünü geri alıyorum burada. Haklıydın. Esas cehennem bu dünyaydı. Ölü olan bizlerin gerçek zannettiği ve kendimizi kaptırıp, varlığımızla yüzleşmeden kaçmanın ızdırabını yaşadığımız bir cehennem. Bununla birlikte hissettiğim bir eki de yapmak istiyorum: Cennet de burada. Kim olduğumuzun yanıtını yüreğimizde hissettiğimiz ve bildiğimiz; içimizdeki o sonsuz gibi görünen boşluk kapandığı anda ortaya çıkacak yeni gerçeklikle birlikte oluşacak bir cennet bu.

Ben henüz bu cennetin nasıl bir yer olduğunu bilmiyorum, ama ruhumun derinliklerinden bir ses duyuyorum. Sanırım İsrafil’in Sur’u dedikleri bu olsa gerek ve o ses diyor ki “UYAN!”…

İsrafil Sur’unu üfledi bu sefer, hem de tüm insanlığa…

UYAN!

Ve birden aniden gözler açılır… Yattığı yerde dikilir insan… Etrafına önce şaşkınlıkla bakar… Sonra çevresindekileri görür… O ölü vaziyette yatarken, onu hayatta tutmak için çabalayan rehberlerini… Kimisi için Tanrıçalar Tanrılardır onlar, kimisi için de Melekler, kimisi için sadece Rehberler… Kim oldukları, ne oldukları önemli değildir de aslında pek, bizleri yaşama döndürmek için çabalamışlardır… Önce onları görür ve sarılırız tüm kalbimizle ve teşekkürlerimizle… Sonra ellerimize bakarız, biraz sonra da bacaklarımıza, daha sonra da bedenimize…

Kalkarız yattığımız yerden ayağa, dikiliriz ve bakarız etrafa… Sonra da birden önümüzdeki kapıya… Derken kapı aralanır ve dışarı adımımızı attığımız anda biliriz ki içimizde artık bir yanıt vardır o hep merak ettiğimiz “Ben Kimim?” sorusuna ve o, günden güne daha da hissettirecektir kendini bunca yıl ölü kalmış bedenimizde…

O yanıt ise: YAŞAM’dır…

-Bu yazı dizisi için Son, yolculuk için yeni bir başlangıç-

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...