-Her şeye rağmen hep “yanımda” olan hayat arkadaşıma ithaf olunur.-

Zirvede olmak harika bir duygu ama hiç kimse daima zirvede kalamaz ne yazık ki. Zirve manzaralarını hafızalarımıza ve dijital kameralarımıza kaydedip, zirve coşkusunu da anılarımızdaki müstesna bir yere koyarak dönüşe başlıyoruz. Hava yeterince ısınmış, kemiklerim güneşin keyfini çıkarıyor. Oldukça hafiflemiş ve rahatlamış durumdayım, neşem yerinde, bu durum aslında ne kadar yorgun olduğumun farkında olmamı engelliyor.

Dağcılık kazalarının büyük çoğunluğu dönüşlerde yaşanır. Everest etekleri bunun acı örnekleriyle doludur. Dönüş yolunda bütün enerjinizi tüketmiş olursunuz, çıkış boyunca günlerdir kullandığınız kasların tam zıddı olanlarını çalıştırmak durumundasınızdır. Hava kararmadan biran önce kampa ulaşmak isterken bir anlık dikkatsizlik felaketle sonuçlanabilir. Aman biraz daha dikkat, güvenli limanlara gelmedik daha. Henüz gevşeme zamanı değil.

Dönüş yolunda manzaranın tadını daha iyi çıkarıyoruz. Eriyen buzullara veda ederken altımızda uzanan bulutlara doğru alçalıyoruz. Artık buzullar ve kar yok. Gece ve gündüzün muazzam ısı farkı yüzünden kayalar yer yer un ufak olmuş, Yardımcım Hamido’yla grubun önünde arayı açıyoruz. Kestirme bir yoldan gitmeye karar veriyoruz. “S” ler çizerek tırmandığımız yamacı bırakıp daha dik, yarı uçurumvari bir yamaca geliyoruz. Burada yüzlerce metre aşağılara uzanan küçük çakıllardan oluşan dik bir eğim var. Hamido bana hınzırca bakış atıp, bu çakıl yamaçtan aşağı atlıyor. Birkaç saniyede kayarcasına inerek yüz metre kadar aşağıda durup beni bekliyor. Kısa bir tereddütten sonra ben de aynı şeyi yapıyorum. İlk başlardaki tedirginliğimi aştığımda kayak ya da board yapar gibi kayarak inmeye başlıyoruz. Arada yorgun bacaklarımı dinlendirmek için kendimi çakıllara bırakınca Hamido da 40-50 metre ileride durup bekliyor. Çakıllardan inmek çılgıncaydı ama 10 saatte tırmandığımız irtifanın yarısını bir saatte iniyoruz. Geri kalan kısım kaya ve toprak bir yol ama oksijen seviyesi birazcık daha iyi. Buralarda dikkatli olmalıyım. Uzaklarda bıraktığım sevdiklerime tek parça dönmek istiyorum çünkü.

Tam bu esnada binlerce kilometre kuzeyde genç bir adam uzun süredir eline almadığı kemanını sakladığı kutusundan çıkarıp itinayla silmeye başlıyor. Birazdan akordunu gözden geçirecek. En son olarak lisede, onunla aynı grupta iken çalmış, lise bitip de sevdiği ‘o’ kızı artık göremez olunca bir daha eline almak istememişti kemanını. Kız ÖSS’yi kazanıp başka bir şehre gitmiş, kendisi ise kazanamamış açık öğretimle yetinmek zorunda kalmıştı. Bir organizasyon şirketinde işe başlayalı birkaç hafta olmuştu daha. Sakin, kibar, düşünceli bir yapısı vardı. Kimse onun hala sönmemiş bir aşk acısı çektiğini bilmiyordu. Aslında bu, genç adamın kendine bile itiraf edemediği bir sırdı.

4500 metredeki kampa gelir gelmez, çamaşırlarımı değiştiriyorum. Eldivenleri, feneri alın aynasını, matarayı, içlikleri porterlara dağıtıyorum (dönmeden önce, gerekli birkaçı hariç, her şeyi Afrika’da bırakacağım ama Hamido daha iyi bir parçayı hak ediyor). Diğerlerinden 2 saat kadar öndeyiz. Dinlenmeye çekiliyorum. Bir süre sonra ekibin geri kalanlarının birer ikişer geldiklerini duyuyorum ama karşılayacak gücüm yok. Bir saat kadar daha geçtikten sonra ortalık hareketleniyor. İki arkadaşın durumu kötü. Şiddetli bitkinlik durumları ve bulantıları var, tükenmişlik sendromu yaşıyorlar buraya kadar güçlükle gelmişler ve adım atacak hallerinin kalmadığını söylüyorlar. Ücreti neyse vereceklerini, helikopter çağrılmasını ya da burada kendilerine gelene kadar kalmak istediklerini söylüyorlar ve bunda ısrar ediyorlar. Rehberler sabırla, hava azlığından dolayı helikopterin bu irtifaya çıkamayacağı, kampın ise sökülüp aşağı kampa taşınması gerektiğini, burada daha fazla kalacak yiyecek ve suyun olmadığını, üstelik havanın bozmakta olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Kalkıp duruma müdahale ediyorum. Ödem çözücü ve idrar söktürücü haplardan veriyorum, bir yandan iğneleri de hazır ederek buradan öyle veya böyle mutlaka inmemiz gerektiğini, irtifa kaybettikçe vücuttaki ödeminin çözüleceğini ve kendilerini iyi hissedeceklerini söylüyorum. Yine de sedye isteniyor. Altında tek bir motosiklet tekeri olan iki sedye getirtiliyor. Önde, arkada ve yanda birer kişi destek veriyor. Güçlükle birkaç yüz metre gitmişken sedyeden düşme tehlikesinden bunalan arkadaşlar inip yürümeye başlıyorlar. Sık sık idrar yapma isteği geliyor. Bu iyi haber, ödem çözülüyor ve fazla sıvılar atılıyor.

Aşağı indikçe kendimizi daha iyi hissediyoruz. Biz indikçe suratlarımızdaki şişlikler azalırken etraftaki bitkiler de yeniden belirmeye, çalılıklar ağaçlara dönüşmeye başlıyor. Güneşli havada ilerlerken bir anda bulutun içine girip yağmura yakalandığımız oluyor. Buluttan çıktımızda ise bitki örtüsü, hava ve bölge değiştiğinden tamamen farklı bir ortamda buluyoruz kendimizi. Hava kararmak üzere aşağılarda bir yerlerde kamp görünmeye başlıyor. Bu kampta son gecemizi geçirip ertesi gün otelimize döneceğiz. Sonraki üç gün uçsuz bucaksız Afrika steplerinde, vahşi hayvanların ve doğal yaşamın izini sürerek yorgunluk gidereceğiz.

Genç adam koyu renk pardösüyü de sırtına geçirip aynaya son bir kez daha baktı, artık hazırdı. istenilen saatte, verilen adrese gitti. Zili kibarca çaldı. Kapıyı evdeki yardımcı açtı. İsmini sorduğu kişi henüz eve gelmemişti ama yolda olmalıydı. Genç adam teşekkür ederek ayrıldı. Dışarıda beklemeye başladı. Havadaki bulutlar kararmaktaydı, derken ani bir şimşekle şiddetli bir yağmur bastırdı. Genç adam kemanını korumak için bir saçağın altında geçti. Yoldan aşağı bir araba gelip, park etmeye başladı. Direksiyonda genç bir hanım vardı. Adam farkedilmemek için son anda başka bir yere kaçarken yağmurdan da nasibini aldı. Sırılsıklam saçlarından sızan yağmur suları boynundan içeri girip üşütüyordu. Eskisi kadar iyi koruyamayan yeni bir sığınak bulduğunda ise en azından kıyafetlerinin içine aldığı kemanı ıslanmadığı için mutluydu. Kadın arabada genç adam da saklandığı yerde yağmurun dinmesini beklediler. Bir süre sonra yağmur etkisini yitirmeye başladığında kadın koşar adımlarla apartmana girdi. Arkasından da genç adam. Kadın içeri girdiğinde yardımcısı da biraz önce gelen o tuhaf adamdan bahsetmek için fırsat kolluyordu ki kapı yeniden çaldı. Daha yakında olduğundan bu sefer kapıyı genç kadın açtı. Sırılsıklam olmuş saçlarına ve kıyafetine aldırmayan genç bir adam elindeki bir gül fidanını uzatıp, yavaşça kemanını boynuna yerleştirdi. Evdekilerin şaşkın bakışları arasında çalmaya başlamadan önce şöyle dedi : “Bu gülü şimdi çok uzaklarda olan eşiniz yolladı ve bu şarkıyı size şu parçayı çalmamı istedi” ve ekledi:

“Sevemez kimse seni, seni sevdiğim kadar… bu şarkı benim için de çok ama çok anlamlıdır…” Dışarda yağmur dinmek üzereydi ama orda yeni başlıyordu…

Son kampmızdaki 8 saatlik deliksiz bir uykudan sonra dingin olarak keyifli bir yürüyüşe başlıyoruz. O kadar hafiflemişiz ki güzelim yağmur ormanlarında adeta koşmak istiyoruz. Bir ara 20 yaşlarında yerli bir kız yanımda yürümeye başlıyor. Bir ara benimde çantamı taşımıştı, yemek hazırlamaya yardım ediyordu vs. Eski model bir fotoğraf makinesi var, fotoğraf çektiriyoruz. Ona bir şeyler vermek istiyorum. Boynumda asılı fularımdan başka verecek bir şeyim kalmadığı için bende onu veriyorum. O da alıp beline bağlıyor. Bütün porterlar geçip giderken bir kıza, bir bana bakıp anlamlı anlamlı gülüyorlar. Nedenini daha sonra anlıyorum. Meğer boynumdaki takıyı orada bir kıza vermek, onunda alıp takması derin duygusal mesajlar(!) içeriyormuş, olay aydınlanıyor.:)

Araçlara bineceğimiz yerde kısa bir tören ve kutlama düzenleniyor. Hepimizin yüzünde bir gülümseme bir mutluluk hali var. Artık hiç birimiz dağa çıkmadan önceki kişiler değiliz. 5-6 kiloluk fazlalıklarımdan kurtulmak ve kendimi affetmenin hafifliğinin yanında kendime saygı ve onurun sarmalladığı bir duygu selinin tam ortasında duruyorum. Hiç kimsenin bilip takdir etmesine gerek olmayan asil bir duyguyla dolu bir duruşum var sanki. Hiç anlam veremediğimiz halde sadece karizma diyebileceğimiz bazı insanlardakine benzer bir duygu sanki. Tabi gerçek bir karizma sahibi olmak için herhalde daha çok fırın kapağı açılması gerek.

Kemancı sanki karşısında başka birisi, 3 yıldır görmediği sevdalısı varmış gibi içten ve derinden çaldı, çaldı. Şarkısı biter bitmez de ıslanan gözlerini kaçırırcasına başıyla selam vererek hiç konuşmadan ayrıldı. O gece hiç olmadığı kadar rahat uyudu. Uykusu bölünmemiş, sevdiği kıza yalvarırken uyandığı rüyalardan hiçbirini görmemişti. İlk fırsatta binlerce kilometre ötedeki bir dağın yamacında dinlenen, onu büyük bir rahatsızlıktan kurtarmış olan adamı aradı.

“Sevgili Abicim” diyordu; “Her şey istediğinizden de güzel oldu”. Adamın teşekkür etmesine fırsat vermeden devam etti. “Bana iyiliğiniz çok büyük. Size olan borcumu ödeme fırsatı verdiğiniz için asıl ben teşekkür ederim. Ayrıca bir kez daha teşekkür etmem gerekir ki, bu sayede 3 yıldır içimi kemiren bir pişmanlıktan, birine yapmak isteyip de yapamadığım bir itiraftan dolayı duyduğum pişmanlıktan kurtulmuş oldum. İçimdeki huzuru tarif etmeme imkan yok. Sağ olun var olun”. Taşlar yerine oturmuştu. Evrende iyilikler de tıpkı kötülükler gibi zincirleme reaksiyonlarla birbirini etkilemekteydi. Kemancıda kendini affetmişti, yepyeni bir yola koyulabilirdi artık.

Biraz da Afrika’nın kadim yerlilerinden, ilkel ve renkli yaşam biçimleriyle ilgi duyulanMassailer’den bahsetmek istiyorum. Geçen yüzyılın sonlarında Avrupalı maceraperestler tarafından keşfedilinceye kadar tamamen çıplak yaşıyorlarmış. Rivayete göre; bir seferinde eşiyle safariye çıkan bir İngiliz asilzadesi bir Massai kabilesiyle karşılaşıyor ve karşılıklı ağırlamalar esnasında rahatsız olan asilzade yanında bulundurduğu ekose şalı örtünmesi için kabile reisine veriyor. Reis bu hediyeyi çok seviyor ve zamanla kabiledeki herkes yaptıkları hizmetler karşılığında hep bu ekose şaldan istiyorlar. 1950’lerden sonra ise pek çıplak Massai kalmıyor. Eskiden, bugünkü Kenya ve Tanzanya sınırları arasında kalan steplerde yaşayan oldukça savaşçı ve avcı bir toplulukmuş Massailer. Hala büyük çoğunluğu vahşi hayvanların kol gezdiği uçsuz bucaksız steplerde tamamen doğal koşullarda yaşıyorlar. Evlerini çamur dal ve yapraklardan yapıyorlar, etrafını da vahşi hayvanlara karşın çitlerle çevirmiş oldukları köylerde yaşıyorlar. Oldukça ince ve uzunlar. Kulaklarına açtıkları delikleri olabildiğince büyütmek için kendi aralarında yarış ediyorlar. Kadınları – tıpkı bizim kadınlar gibi- incik boncuk ve süs takmaya pek meraklılar, ancak Massai kadınları saçlarını kazıyorlar (sanırım susuzluk ve bakım zorluğundan olsa gerek).

Bellerine ve göğüslerine sarılı 2 ekose (genelde pembe ve mor renkte) şaldan başka tüm ihtiyaçlarını doğal ortamdan kendileri hazırlıyorlar. Çok az yemek yiyip, çok az su tüketiyorlar (biraz da mecburiyetten). O iklimde o kadar az su ve yemekle nasıl böyle yaşayabildiklerini anlamak güç. Hayatta kalmak için bu yönde gelişmişler anlaşılan. Kozmik ya da küresel bir kriz anında hayatta kalma şansları biz beyazlardan çok daha yüksek. Keçi ve inek yetiştiriyorlar. Bu hayvanların sütünü ve peynirini tüketiyorlar, derisini kılını boynuzunu dışkısını değerlendiriyorlarmış. Diğer Afrika halklarının aksine süt ve süt ürünlerini çok tüketiyorlar. Buna rağmen osteoporozun (kemik erimesi) Afrika da hemen hemen sadece Massailer’de görülmesi tıbbi bilgilerimi alt üst ediyor. Osteoporozu bol süt içerek önleyemeyeceğimizi hatta belki de arttıracağımızı düşünmeye başlıyorum. Belki de vücut şöyle düşünüyor da olabilir: “Nasıl olsa istemediğim kadar kalsiyum var ortada, daha fazla kalsiyum depolayarak bu ağır ve hareketsiz vücudu daha da ağırlaştırmaya hiç gerek yok” Kimbilir?

İnek, Massailer’in hayatında çok önemli velhasıl. Servetleri inek sayıları ile ölçülebiliyor. Massai erkekleri, her bir kadına 4 inek/sığır verip bir de kulübe yapmak koşuluyla istedikleri kadar kadın alabiliyorlarmış (Burada ise bazen tam tersi oluyor, yani bakıyorsunuz bir sığıra dört kadın vermişler), ama beş altıdan fazla karısı olan pek yokmuş çünkü inekler çok pahalıymış, aslan ve kaplanlar çok telef ediyormuş hayvanları. (Bunu internet ortamında paylaştığıma göre umarım inek fiyatlarında fırlamaya yol açmam.)

Massailer uzun bacaklarıyla bizim ancak araçlarla gittiğimiz yerlere saatlerce hiç durmadan koşarak gidebiliyorlar. Fotoğraflarını çekmek istediğinizde çok kızıyorlar. Nedenini ise şöyle açıklıyorlar “Beyaz adam buraya gelip fillerin, maymunların, zebraların vs… fotoğraflarını çekip duruyor, sonra da gelip bizi çekiyor, biz hayvan mıyız?” Ancak fotoğraf karesine siz de girer, ya da bir şeyler verirseniz o başka.

Doğadan topladıkları çeşitli şifalı otlarla her türlü hastalıklarını tedavi ettiklerini söylüyorlar, hatta şehirde bazı Massailer’in seyyar tezgahlarda bu doğal ilaçları(!) sattıklarına şahit oldum. Tanzanya hükümeti, geleneklerine çok bağlı olan bu Massailer’in en azından çocuklarına modern kıyafetler giydirmek, okuma yazma ve İngilizce öğretmek için belli aralarla, bazıları çok derme-çatma ilkokullar açmışlar. 5-10 kilometrelik mesafedeki okullara ellerinde vahşi hayvan saldırısına karşı kullanacakları uzun bıçaklarla giden 5-10 yaşlarındaki üçerli beşerli çocukları gördüğünüzde şaşırıp kalıyorsunuz. Hiçbir şeyi beğenmeyip, her şeye itiraz eden kendi çocuklarınızı buraya tatile göndermenizi şiddetle tavsiye ederim.

Seyit Aydoğmuş