“Öldüğümde beni hoşça anacaksın,
Niçin ölü severiz de diriye düşmanız.
Mademki ölümden sonra barış yapacaksın,
Niçin ömür boyu senin üzüntünle sıkıntı içindeyiz.
Şimdi öldüğümü kabul et, barış yap, anlaş.
Çünkü biz barışta ölüler gibiyiz.”
(Mevlânâ)

“Biz bizi koyalım,

Onlar biz olalım

Bir isen birliğe gel,

ikiyi elden bırak…” (Yunus Emre)

Bir memeli türü olarak insan, dünyada var olmaya başladığından bu yana konuşmaya ve düşünmeye yetenekli olan varlıktır. Sanskritçe’de düşünen (insan) anlamında manyete deyimiyle karşılanır. Latince’de de düşünme ve tin anlamına mens ya da mentis sözcükleri var. Eski Gotlar da mennise diyordu düşünen tinli varlık anlamında. Latince’de topraklı, yersel eşdeyişiyle insan homo’yla hominis deyimleri ortaya çıkmıştır. Demek insan, bir yandan yerselliği, öbür yandan düşünselliği içeren bir varlıktır. İnsanı oluşturan doğa, toplumları yaratan da insan olduğuna göre tarih, doğayla insanın sonucudur. Doğa varolmasaydı tarih olmayacaktı. Demek tarihsel olayların tek nedeni, insan ve insanların oluşturduğu toplumdur. İlk neden ise Varlığın ta kendisidir. İnsan, her şeyden önce düşünen bir yaratık olması sebebiyle yaşadığı toplumun duygu, düşünce ve davranışlarının da ürününü sergiler. İnsanlar olmasaydı, toplumlar da varolmayacaktı bu nedenle…

İlkçağ insanlığı eğitimseldi. İnsan o dönemlerde bedensel, ansal yeteneklerini geliştirmeye çabalıyordu. İlkçağın aydınlığı ortaçağın karanlığına gömülmek üzereyken İtalya’da yeni bir insan anlayışı daha doğmuştu. Bu yeni insan iç ve dış etkilerden kurtulmuş, kişiliğine kavuşmuş yepyeni bir varlıktı. Bu, bir yeri değil, bütün insanlığı kapsıyordu. Onun vatanı bütün dünyaydı. Kişileşmeyi, kendini yeniden yaratmayı güdüyordu. Her şeye nesnel, özgür ve barışçı bir bakış bilincini uyandırıyordu. Artık bu yeni insan uomu singulare düşünen insandı… O dönemlerde de Anadolu’nun ortasında gerçeği öğrenmek ve bilmek olan, özgür ve barışçı bir akım yani Tasavvuf düşüncesi de gelişmeye başlıyordu…

Bu bağlamda  “Anadolu İnsanı”, kökü Anadolu’nun binlerce yıllık tarihinde yaşamış olan tüm kavim ve uygarlıklara uzanan, sevgi, barış, dayanışma ve bilgi odaklı felsefe sistemi (dünya görüşünün) tarafından şekillendirilmiş olan bireydi.

Anadolu hümanizmasındaki bu felsefe sisteminin temeli insandır, insan sevgisidir, barıştır, özgürlüktür, dayanışmadır. Bu dünya görüşünde, insanlığın, kardeşliğin, hoşgörünün yaşamsal önemi işlenmiştir. İnsan yaşamının erdemleri ortaya konulmuştur. Bu çerçevede özgürlük kavramı ön plana çıkarılmıştır. Buna göre;
“özgürlük yoksa, hiç bir şeyin de anlamı yoktur. Hiç bir güzelliğin de farkına varılamaz. Oysa her bir güzelliğe değer verilmelidir. Güzellikler önemsenmelidir, sevilmelidir. Çünkü tüm güzellikler özünde, Tanrı’nın yansımasını içermektedir.”

Tanrı’ya sarılmaktan başka umut kapısının olmadığı bu dönemlerde Yunus Emreve Mevlânâ başkaldırmaya kadar varan tasavvufi düşünsel şiirlerini söylemekten çekinmiyorlardı. Moğolların kıyımı, Selçukluların parçalanması, günden güne artan vergiler, tedirginlikler, düzensizlikler, karışıklıklar, yarın umudunun yitişi ve bunun gibi sebepler o günkü güncel sorunlardı. Acılara batmış Anadolu insanının içli türkülerini, üzgülerini dile getiriyorlardı. XII. ve XIII. Yüzyıldan çağımıza ulaşmış seslenişleriyle, seviyi, sevgiyi, barışı, yaşam ve ölüm  kavramlarını üzerine bastığı toprağı bu denli içten içe kim anlatabilir Yunus ve Mevlânâdan başka… Onların insan, doğa, barış içinde yaşam sevgileri bütün görkemiyle yüreğimizde yankılanır.

Öte yandan bu felsefe sistemi, yalnızca insan, sevgi, özgürlük, barış gibi öğeleri içermemektedir. Bunların yanında, bilginin, toprağın, üretimin, paylaşımın, dayanışmanın anlamı ve değeri bir arada, bir bütün olarak savunulmuştur. Bir diğer anlatımla bireysellik aşılmak istenmiştir. Toplumsallığa açılımın ciddi denemeleri yapılmıştır. Böylece insanı çıkış noktası yaparak insan, sevgi, dayanışma, ve bilgi odaklı bir felsefe sistemi şekillendirilmeye çalışılmıştır.

Bu felsefi düşüncenin doğduğu, savunulduğu 1200’lü ve 1300’lü yıllar dünyası dikkate alındığında, o zamanın Anadolu’sunda düşünce alanında çok ileri bir evrimin yaşanmakta olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Bu evrim sürecinde Tanrı’yı gaipte (görünmez alemde) arayan dinsel doğmalara karşı akıl (us) ön plana çıkarılmıştır.

Ne yazık ki bu evrim süreci, hem felsefe tarihi, hem de insan hakları tarihi açısından yeterince algılanamamış, dolayısıyla evrensel boyutları ile değeri gözden kaçırılmıştır. Bu evrim sürecinde farklı etnik yapılardan gelseler de, değişik dini inanç ve mezheplere sahip olsalar da, insanların yaradılışta eşit oldukları ve bu nedenle, sevgi, barış ve dayanışma içinde, eşit ve özgür yaşamaları gerektiği bilinci Anadolu’da kök salmaya başlamıştır.

Bu bilinç, yaşadığımız zaman kesitinde çağdaş sosyal demokrasinin de özünü, esasını yansıtmaktadır. Tabii bu gerçeği öncelikle bizim, yani bu coğrafyada binlerce yıl kardeşçe bir arada yaşamış, ortak bir tarih ve kültür oluşturmuş, güçlü bir kardeşlik, birlik ve dayanışma bilinci yaratmış olan Türkiye İnsanı’nın yeterince algılaması ve anlaması gerekmektedir.

Söz konusu Felsefe Sistemi’nin Anadolu’da temel taşlarından olan Mevlânâ’nın bilgiye ve getirisine ne kadar önem verdiğini şu sözü ile daha iyi anlıyoruz:

“Bilgiyle uyumak,

bilgisiz ibadet etmekten hayırlıdır…”

Mevlânâ’nın özgürlük anlayışı ise şöyledir:

“Ayran kasem önümde durdukça

Vallahi kimsenin balını düşünmem

Azıksızlık ölümle kulağım bursa bile

Hürriyeti kulluğa satmam ben…”

Anılan Felsefe Sistemi’nin Anadolu’daki eşit düzeydeki diğer bir temel taşını Hacı Bektaşi Veli oluşturmaktadır. O’nun söylediği sözlerden bazıları yine yorumsuz olarak aşağıda verilmektedir.

“Nefsine ağır geleni,

 başkasına tatbik etme.

İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.

Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.

Hiç bir milleti ve insanı ayıplamayınız.

Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayız.

Benim kâbem insandır.

Ara bul.

Nefsine, hiddetine, eline, diline, beline sahip ol.

İncinirsen de incitme.”

Anadolu İnsanı’nı şekillendiren felsefi boyutun daha iyi anlaşılabilmesi için farklı tarihlerde yaşamış, ancak söz konusu insan, sevgi, dayanışma ve bilgi odaklı toplumsal felsefeyi savunmuş ve geliştirmiş bir düşünür olan ve halk ozanı olan Yunus Emre de düşünce kaynağını genel olarak tasavvufta, özel olarak ta Anadolu Felsefe Sistemi’nin iki temel taşı olan, Hacı Bektaşi Veli ile Mevlânâ’da bulmuştur.

Bu nedenle Yunus, tasavvufun mistik anlayışının ötesinde düşünceler ortaya atmıştır. Sonuçta, insan sevgisi ile, gerçeği arama ve bulma açısından çok farklı bir noktaya varmıştır. O Tanrı’yı, insan bütünlüğünün dışına taşımamış, insanla bir arada, onun içinde bulmaya çalışmıştır.

Öte yandan Yunus’un yaşadığı dönemde Avrupa, din ve düşünce özgürlüğü açısından ortaçağın en karanlık yıllarını yaşıyordu. İnsanlar, kilise ile diğer egemen çevrelerin baskısı altında, engizisyon mahkemelerinde din adına akıl almaz işkence ve ölüm cezalarına çarptırılıyorlardı.

Yunus Emre, işte böyle bir zaman kesitinde savunduğu ve yaymaya çalıştığı felsefe sistemini şiirlerinde dile getirmiştir. O dinsel yasaklamalar başta olmak üzere, insanın gelişmesini önleyen diğer tüm yasaklamalara karşı çıkmıştır. Yasaklamaların insanın daha iyi yaşama ve daha mutlu olma olanaklarını kısıtlamakta olduğunu ileri sürmüştür. Yunus, bireyin önemi ile insanın olanaklarına verdiği değeri şu dizelerinde net bir şekilde ortaya koymuştur:

“Çok aradım özledim

Yeri göğü aradım

Çok aradım bulamadım

Buldum insan içinde

Bu tılsımı bağlayan

Türlü dilde söyleyen

Yere göğe sığmayan

Sığmış bir can içinde…”

İnsanların bir arada gönenç ve mutlulukla yaşaması yolunun birlik, kardeşlik, dayanışma ve dürüstlükten geçtiğini öne sürmüştür. Ezilen ve yoksul insanlara sahip çıkılması ve onların savunulması gerektiğini söylemiştir.

Yunus Emre, gerçeğin gerçek dünyada olduğunu, her türlü düşüncenin ve davranış biçiminin gerçek dünyada, insanlar arası ilişkiler sonucu oluştuğunu ve bu ilişkiler sonucu değiştiğini anlatmak istemiştir. Yani gerçeği; insanın dışında, dünya yaşamının dışında, hiçbir zaman aramaya kalkışmamıştır. Akılcı olmayan kuru, boş öğütlere, soyut ahlak öğütlerine karşı çıkmıştır:

“Bu dünya bir gelindir

Yeşil kızıl donanmış

İnsan böyle geline

Bakar bakar doyamaz.”

Yine başka bir şiirinde:

“Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni.”

Yunus’un şiirlerinde dile getirdiği ve özlediği, kavuşmak istediği varlık kimdir? Bu varlık dost’tur, insan sevgisidir, insan sevincidir, dayanışmadır ve barıştır. Buna da kavuşmuştur Yunus:

“Bir ben var bende, benden içeru…”

Görebildiğimiz, Yunus tasavvufta ve tasavvuf eğitiminde sevgiye ağırlık veren bir yol geliştirmiş, gerçeğe ulaşmada ana metot olarak sevgiyi kullanmış, bütün gerçeklerin temeli olarak da sevgiyi almıştır.

Eğitim, insanlara bu sevginin öğretilmesidir. Evrendeki her şeyin, sevgi gücü ile nasıl oluştuğu, nasıl aktığı erenler vasıtasıyla öğretilecektir. Erenlerin yapacağı bu eğitim işi, kolay değildir. Çünkü insan beden ve ruhtan meydana gelen bir varlık olarak kendi dışında ve kendi içinde cereyan eden şeyleri anlayacaktır. Aslında insan bunu anlayacak şekilde teçhiz edilmiştir, ama varlık evreni üzerindeki perdeler, kendi ruhunun derinliklerine giderken karşılaştığı engeller eğitim işini zorlaştırmaktadır.

Eğitimin amacı ârif insan yetiştirmektir. Bu amaca ulaşmak da birçok meşakkatli kademeden geçilerek mümkündür. Bu yolculuk sırasında yol rehberleri, yol arkadaşları gerekir. Buna rağmen, eğitilecek olan ferttir. Eğitim yoluna giren kişi, metin bir şekilde kademeleri tek tek geçecek, sevginin egemen olduğu, herşeyin perdesiz gözüktüğü hakikat denizine ulaşacaktır. Allah’ın o gerçeklik dünyasında herşeyin ne kadar mükemmel oluştuğunu görecek, kendisi de bu mükemmel oluşa doğru yolda ve isteyerek katılacaktır.

Bu sevgi ve hürriyet denizinde artık bütün farklar kalkmış, bütün olaylar aydınlanmış; insanın içini sonsuz bir huzur ve mutluluk kaplamıştır. İnsan artık bu dünyada da, öte dünyada da yabancı bir varlık olmaktan kurtulmuş, zaman ve mekân içinde herşeyi kaplayan büyük birliğe, bilinçli bir varlık olarak o da katılmıştır. Tasavvuf eğitiminin ve Yunus‘un amacı da budur.

Şiirlerini, rübailerini ve Mesnevi’sini  severek okuduğumuz bu halk ve Hakk aşıklarının yazılarında her şeyi insanda buluruz.. İnsana yaklaşıp evrenin, içinde yaşadığı dünyanın gizemlerini araştıran özgünlükleri vardır her ikisinin de. Bu özellikleriyle her ikisi de yazınımızın ve  hatta dünyanın en büyük ozanlarından ve  düşünürlerinden  olmuşlardır… İnsanları doğruluğa, birliğe, kardeşliğe çağırırlar duru Türkçeleriyle…

 

Mevlânâ ve Yunus Emre’nin şiirlerindeki sevgi ve eşitlik kavramının temelinde insanlara bir gözle bakma düşüncesi vardır. Onların gözünde bütün insanlar eşit ve kardeştir. Tasavvuf düşüncesinin temelinde de dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin insanlara bir gözle bakma ve insanı sevme görüşü yatmaktadır. Onlardaki sevgi ve hoşgörü kavramını, Mevlânâ’nın, tüm insanları kucaklayan;

“Gel, yine gel, kim olursan ol, gel!

Kafir, Mecusi,  putperest olsan da gel!

Yüz kere tövbeni bozsan da gel!

 Ne olursan ol, gel! Bizimki ümit dergahıdır!” çağrısındadır.

Bu çağrısı  ile Mevlânâ;  Bir’lik ve barış içindeki yaşam tarzını anlatıyordu… Yılmayan bir sevgi savaşçısıydı. Söyledikleri bugün bile çağdaş ve evrenseldir. Bütün insanlara sevgi ve barış içinde olmayı öğütler. Bütün insanları kardeş bilip, Bir’lik çatısı altında olmaya çağırır. O tüm insanlara gönderilmiş mutluluk reçetesi gibidir hala….

Yunus Emre’nin ise;

“Can odur kim Hakk’a ire ayak odur yola gire

Er oldur alçakta dura yüksekte bakan göz değil”

beyti ve benzer beyitlerinde dile getirilen hoşgörüyle bağdaştırabiliriz. Günlük yaşam içinde insanları yargılayanları, ayıplayanları kınayan Yunus, empatik tutumuyla, içtenliğiyle, insanı yüce bir değer olarak görmesiyle, insancı psikolojinin yüzyıllar öncesindeki temsilcisi gibidir.

Günümüzde son zamanlarda Mevlânâ ve Mesnevi çalışmalarında toplumun tüm kesimlerinde göreceli bir artış gözükmektedir. Batı’da da bu yönde uyanmış bir merak da gözlerden kaçmamaktadır. Mevlânânın hoşgörü ve barış üzerine söyledikleri, günümüzdeki savaşlardan ve kaostan muzdarip günümüz toplumuna ilaç gibi gelmektedir hala. Bu yönüyle Mevlânâ da, sadece Mevlevi ve Tasavvuf düşünürlerinin değil, tüm insanlığın ortak değeri olmaya başlamıştır.

İnsanları doğruluğa, birliğe, iyiliğe, barışa ve kardeşliğe çağıran Yunus Emre ve Mevlânâ gibi bizler de acaba bugün sanata, şiire, ulusal değerlerimize gereken ilgiyi gösterebiliyor muyuz? Birbirimize insanca davranabiliyor muyuz? Uzay çağında olmamıza rağmen, kıskançlıklar, çekememezlikler, ilgisizlikler, çamur atmalar ve toplumlar arası, kültürler arası ve dinler arası  savaşlar hep sürüp gitmiyor mu? İnsan olarak düşünceye, özgürlüğe  ve barışa zincir vurmak da niye? Montaignein sözlerini biraz da ben değiştirip yineleyeyim… “Bizler, birbirimizi kötülemede gösterdiğimiz başarıyı hiçbir yerde gösteremiyoruz…”

O halde birer Yunus ve Mevlana olalım… Ve diyelim ki;

 

“Biz bizi koyalım,

Onlar biz olalım

Bir isen birliğe gel,

ikiyi elden bırak…” (Yunus Emre)

Yararlanılan kaynaklar:

Yunus Emre – Abdullah Rıza Güven

Yunus Emre ve Hümanizm – Hüseyin Bal

Yunus Emre’de Tasavvuf ve Eğitim – Prof. Dr. Mustafa Ergün

Mevlânâ Celâleddin-i Rumî – Prof. B. Füruzanfer

Ertan Yurderi