“Sen Mevlana ol, Şems gelir seni bulur.”

 “O, şiir güzelidir, musıkî güzelidir, Allah güzelidir, O güzeller güzelidir”. 20 asrın sıra dışı mutasavvıfı Kenan Rifaî, Mevlana Celaleddin Rumi’yi böyle tanımlıyor.

Güzeller güzeli Mevlana Celaleddin Rumi Hazretlerinin adı anıldığı zaman akla ilk gelen  “Aşk” oluyor. Mevlana – Şems ve Aşk isimleri doğrudan birbirlerini çağrıştırıyor.

Mevlana Celaleddin Rumi, Şems-i Tebrizi, onların arasındaki rabıtanın mahiyeti ve ille de aşk… Tüm bunlara ait tanımlamalar, portreler, bize çok farklı perspektiflerden  sunulabiliyor…

Mevlana da daha Mesnevi’sinin ilk beyitlerinde kendisini kendi aynalarından anlamaya ve kendi inanışlarına uydurmaya çalışanlara insan-ı kamilin remzi olan ney sazının ağzından şu beyitlerle zaten cevap veriyor:

“Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de

Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı

Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok”

Sanırım her birimizin idrakimizde tasavvur ettiğimiz Mevlana portresini -ne kadar farklı vecheleri olursa olsun- değişmez bir kaidenin üzerine oturtmamızda isabet olsa gerek.

Nedir bu kaide? Bu kaideyi Mevlana, kendisini tanımladığı bir rubaisinde bize ipucu olarak veriyor. “Men bende-i Kur’anem” diye başlayan rubaisinde Mevlana kendi kaidesini şöyle anlatıyor ve bir de tenbihte bulunuyor:

Kur’an-ı kerim bendesiyim ben yaşadıkça,

Yalnız Muhammed yolunun toprağıyım ben!

Bundan öte bir söz dese her kim, karışıkça,

 Israrla şikayetçiyim ondan ve o sözden!…

Kendi Mevlana tasavvurumuzu oturtacağımız bu kaideyi iyi tespit etmek gerekiyor. Bunu, tasavvuf uzmanı Prof. Mahmut Erol Kılıç hocamızın şu ifadeleriyle tespit etmek istiyorum: Mevlana’ya başka bir çizgi aramak beyhude bir çabadır. Mesnevi’nin sahip olduğu mıknatıs, o Hakikat-i Muhammediyye’nin aşk mektebindeki ifadesidir.

Onun ve hikmetlerinin her idrake  çok farklı vecheleriyle görünmesinde, her yaklaşana kişiye özel bir reçete sunmasında aslında bir beis yok… Ancak Mevlana ve öğretisinin temel kaidesini tespit etmek kaydıyla…

**

Ancak benim asıl bahsetmek istediğim mesele başka… Mevlana, Şems ve eserlerinden fert olarak edineceğimiz ve salt teorik kalmanın çok ötesinde işlevsel kılacağımızı düşündüğüm bir husus var. Şahsen ben bunu sadece Mevlana’ya değil irfani geleneğimizin tüm temsilcileri ve öğretilerine yaklaşımda en gerekli husus olarak değerlendiriyorum.

Mevlana ve Şems’in tattığı ve onların tatması dolayısıyla bizim bugün bol bol dedikodusunu yaptığımız aşk konusunda haddimiz olmasa da birkaç kelam etmek istiyorum.

Her ne kadar Mevlana ve Şems gibi tasavvuf büyüklerinin, Allah dostlarının halleri, eserleri, öğretileri hakkında yazılıp söylenenlerin kültürel ve entelektüel anlamda takdire şayan ve değerli olduğunu teslim etmekle beraber onların hallerine, keşfettiklerine ve zevk ettiklerine dair malumatın sadece ve sadece yaşandıkça, hallendikçe gerçek bir mana ifade ettiklerini düşünüyorum.

Belki de bu sebeple, onların hallerine dair her tür nakli bilginin bir tür “dedikodu”  olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Şems’in zahir alimlerine “Siz Allah’ın dedikodusunu yapıyorsunuz” dediği türden, oldukça makbul bir “dedikodu”. 

Ama bu  “dedikodu”nun ne denli iyi niyetli ve insanı hakikate götüren yolda ne denli birer “işaret levhası” olduğunun da hakkını yemek istemiyorum. Yine de belirtmek isterim ki bu türden malumat tüm kıymetine rağmen onların, yani ahikat ve aşk erlerinin zevkettikleri yani tadarak yaşadıkları hakikatlerinin yanında yine de masumane “dedikodular” olarak kalmaya mahkumdur.

Buradan hareketle benim de bu seçkin topluluğun karşısında birkaç “dedikodu”da bulunmamı mazur görmenizi rica ediyorum.

**

Mevlana ve Şems’in halleri hakkında, rabıtalarının mahiyeti ve tasavvufun en kestirme ama “en bıçak sırtı” yolu olan aşk öğretisi hakkında bir şeyler bilmek, öğrenmek haliyle değerlilerden değerli bir marifet. Ama Şems ile Mevlana’nın ilişkisinin bizler açısından çok daha “işlevsel” yönleri olduğunu da görmemiz gerekiyor.

Onlar, yaşayıp vuslatına erdikleri o halin en bariz örnekleri oldular. Ama bu örnek ilişki sadece onlara mahsus değildi. Onların aşk yolundaki tecrübeleri, kendilerinden önce ve sonra gelen pek çok benzerleri gibi tasavvuf tarihinin gizli sayfalarında kalmadıysa… Tüm zamanlar için bayrak gibi bir sembol haline geldiyse… Bu sadece onların halleri hakkında teorik bilgilerle entelektimizi tatmin edelim diye olmadı kuşkusuz.

Eğer Şems ve Mevlana arasındaki çarpıcı ve boyut atlattırıcı rabıta bu denli ilham kaynağı olacak bir sembole dönüştüyse, bu aynı halin başkaları tarafından da tadılabileceğini göstermek içindi. Leyla ile Mecnun’un aşkı da onların aşkına hayran kalınsın, Leyla hayal edilsin diye değil, herkes “kendi Leyla’sını bulabileceğini, kendisi Mecnun olabileceğini” idrak etsin diye oldu.  

İşte Mevlana’nın “Bize aşkı anlat” diyenlere “Ben ol da bil” demesi tam da bu hakikate işaret ediyor. Yani “benimle empati kur” demiyor. Şunu fısıldıyor: “Bizzat benim halimi yaşa”, “benim halimle hallen”, “benimle aynîleş ki sen de tadasın, bilesin, olasın” demek istiyor.

Bu sebeple, Mevlana’nın hallerine, eserlerine, Şems-i Tebrizi ile olan bağının niteliği ve dahi niceliğine bakıp “Ne güzel yapmışlar, ne ulu, ne mübarek zatlar” diyerek takdir ve hayranlıkta kalmakla yetinilmekten daha öte yollar var. O mübareğin, “Ben ol da bil” demesi bu yola işaret ediyor.

Aksi halde onlara ve aşka dair tüm edindiğimiz nakli ve teorik bilgiler, bunların yaşanılan hakikatinin yanında takdire şayan entelektüel bir çabadan ibaret kalmaya mahkumdur.

**

Çünkü, Şems ve Mevlana’nın tattıkları, farklı meşreplerimizden dolayı farklı seyirlere mahkum olsa bile hakikaten ve hal itibarıyle başkaları yani bizim için de tadılabilir ve yaşanabilir bir hadisedir. Talep eden ve bir miktar da istidadı olanların kendi kaplarının el verdiği ölçüde bizzat tadabilecekleri bir haldir bu. Bu hal, onlarınki gibi bir süpernova ya da bir güneş parlaklığında olmasa da başkalarının da  yaşayabileceği ve yaşadığı bir haldir. Öyle olmasaydı bize düşen, bugün yaptığımız gibi onların halinin dedikodusunu yapmaktan ibaret kalırdı.

İşte bu iki mübarek insanın hikayesi fiiliyatta, sadece hayali ve romantik bir duygu durumu olmanın çok ötesinde, yaşanabilir ve fiili olarak da tesirleri görülebilir bir haldir. Diğer insanlar için de tadılması ve deneyimlenmesi mümkün bir haldir, hakikattir.

Burada kastedilen daha açıkça şudur: Mevlana ile Şems’in dillere destan ve aşkınlar ötesi bağlarının ve o rabıtanın meyvelerinin maksadı sadece Mevlana’yı anlamaya çalışmak, takdir etmek, yorumlamak değildir. Bizzat kendi çapımızda “Mevlana olmak ve kendi Şems’imizi bulmak”tır.

Yani onların efsanesinden asıl murat ”Mevlana olup, Şemsi bulmak ve bu vesileyle aşka vasıl olmaktır”. Aksi halde onların hali bizim kendi varlığımız adına değerli bir hikayeden, bir efsaneden ibaret kalacaktır.

Yine de, ne dersek diyelim, Mevlana’nın buyurduğu gibi “Güneşi de yere indirseniz ancak anlayan anlar, inanacak olan inanır, vesselam..”.

**

Peki bu mümkün mü? Her şeyin de her şeyi olan Allah’a götüren en kestirme yol olan aşk yolunu bulmak mümkün mü?

Hepsinden önce, Şems ile Mevlana örneğinin bu denli dillere destan olmasının asıl hikmeti bize bunun mümkün hatta -farz demeyelim ama- vacip olduğunu göstermek içindir.

Onların macerası ve rabıtası aslında üzerine fikir yürütelim diye sunulmuş başkalarına ait bir hikaye değildir. Bize bizzat aşka vasıl olma, aşkı bulma yolunda sunulmuş bir yol haritasıdır. Mevlana bu haritayı bize sunar ve der ki: “Senin vazifen aşkı aramak değil, aşkla arana koyduğun engelleri kaldırmaktır”.

Kendisi de bir Allah, resul, ehl-i beyt muhibbi ve aşk ehli olan Fuzuli’nin “Meğer aşk imiş her ne var alemde, ilim bir kıyl ü kaal imiş…” deyişi de bize bunu anlatmıyor mu? Tasavvuf büyüklerinin ve hassaten aşk ehlinin bize söylediği de farklı ifadelerle budur: “Aşk vardır, her şey bu aşktandır, bu aşk her şeyi kuşatmıştır, her şey ondan hasıl olmuştur”.

Bir hadis-i kudsi aşka dair ve ona vasıl olmaya dair bilinmesi gereken en temel şeyleri şöyle buyuruyor: Beni talep eden beni bulur. Beni bulan beni sevmeye başlar. Beni seven beni bilir, beni tanır. Beni tanıyan bana aşık olur. Ben de ona aşık olurum. Lakin ben kime aşık olursam onu öldürürüm. Ama ben kimi öldürürsem de diyetini ödemem benim üzerime farzdır. Ben kimin diyetini ödeyeceksem onun diyeti de bizzat Benim”.

Dolayısıyla onu aramak denilen şey aslında onu hissetmemizi, fark etmemizi, yaşamamızı, zevketmemizi engelleyen neyse onu ortadan kaldırmaktır.  En azından bunu talep etmektir.

Aşk denilen şeyi kendi varlığımız için gerçekleşebilir, işlevsel olabilir hale getirebilmemiz için bize gereken iki kilit unsur söz konusu: Biri “talep etmek”, diğeri de “kendi Şems’imizi bulmak”. Aramak denilen şeyinse özü şudur: “Sözle değil hal ile talep etmek”, yani talebimizi hale dönüştürmek… Zira bu, pazarda her önüne gelene satılmaya çalışılan değersiz bir meta değildir.  Ancak gerçekten talip olana sunulan kıymetli bir cevherdir.

Bu doğrultuda Allah’a götürecek en kısa yol olan “Aşk Tariki”ne ulaşmak için her şeyden önce hali bir talep, samimi bir talep gerekir. Zira bu öyle kıymetli bir metadır ki pazara çıkarılıp verilecek müşteri aranmaz, tam tersine o metaya talip olan müşteri adayları kendilerini pazara çıkarırlar da, o zaman onları satın alan aşk olur.

Mevlana, bunun da yolunu şöyle gösteriyor: “Seccadeni şaraba bulmadıkça hakikate eremezsin!”.

Allah dostları “Kalp ağlamayınca, göz yaş dökmez; Gönül aşka talip olmayınca kalp ağlamaz” demekle acaba bu noktayı mı fısıldıyorlar dersiniz. Seccadeyi ıslatan şarap da acaba aşka talip olan, belki de aşık olan kalbin ağlamasından hasıl olan göz yaşı olmasın…

***

Her şey taleple başlıyor. Hale dönüşmüş talep şart ama bu da yetmiyor. Bizi aşka asıl ulaştıracak olan “kendi Şems’imizdir”. Aşka talip olanın hali de kendi Şemsini aramaktır. Talebi hal edinene Şems zaten bir vesileyle gelir. Bu ince anlamı ihsas için şöyle diyorlarr: “Sen Mevlana ol, Şems gelir seni bulur”. Mevlana Celaleddin’in Şems’i yani güneşi Tebriz’den gelmiş. Gerçekten talep edenlerin Şems’i de elbet karşılarına çıkacaktır. “İsteyin cevap verileceksiniz” buyurulmuyor mu?… Ama hâlen isteyin, lafzen değil…

***

Mevlana’nın haliyle hallenme husunda bir başka göz ardı edilmemesi gerek husus da şu: Allah’a giden yol insandan geçer. Hele bir de aşk yoluysa…  Eğer bu iş kitapla olsaydı bu herkesten önce Molla Hüdavendigâr lakabını alan Mevlana’ya nasip olurdu. Alimlerin Sultanı olmuşken bir de Şems’e gerek duymazdı. Eğer bu iş kitapla olsaydı Şems, Mevlana’nın kitaplarını suya atmazdı. O bile  Akıl bütün gidilecek yolları bilse bile, gene aşk yolunu bilemez, şaşırır kalır” diyor. Fakat bu yol, herhangi bir insandan değil insan-ı kamilden, mürşid-i kamilden geçiyor.

Dolayısıyla aşka ulaşmak, onunla hallenmek, onu yaşamak herkesin kendi Şems’i olan, aşk ehli olan  o kamil insanı bulmaktan ve onunla kesintisiz bir silsile halinde asli kaynağına kadar ulaşan o nura bağlanmakla oluyor.

Bunun için gerekense onlara gönül açmak, gönlü bağlamak… Yunus Emre’nin “Hepisinden iyice bir gönüle girmektir” demesinden kasıt da bu olsa gerek. Zira Allah’a ve aşka ulaşmanın yolu insandan geçiyor. Bu yol bir insan-ı kamilin, bir mürşid-i kamilin gönlünden geçiyor. O insan ise “kendi Şemsi’miz “dediğimiz bu insandır.

Aşk denilen ve görülen görülmeyen tüm boyutlarıyla bütün varlığı ve hatta yokluğu kuşatmış olan o tarif edilmez niteliği“Kalpten kalbe bir yol var gizli gizli” dedikleri o vasıtayla  kalbimizde hissettirenlerin de yine aslında kamil insan dediğimiz bu insanlar olduğunu anlamak gerekiyor.

Bir anlamda onlar, aşka götüren yolda bize birer vasıta olsalar da aslında onlar Allah’la bir olanlardır. İşte bizim teoriden uygulamaya geçmemiz, hale bürünmemiz için gereken onları, yani kendi Şemslerimizi talep edip bulmak ve onların gönlüne girmektir.

Mevlana, kastedilen bu durumu Mesnevi’de şu beyitlerle açığa kavuşturuyor ve buyuruyor: “

“Allah gölgeyi nasıl uzattı (âyeti) evliyanın nakşıdır.

Çünkü velî , Allah günesi, nurunun delilidir.

Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme,

Halil gibi “Ben batanları sevmem ” de!

Yürü, gölgeden bir güneş bul.

Şah Şems-i Tebrîzî’nin eteğine yapış!”

Kitaplara, işin edebiyatına, sohbetlere, menkıbelere fazlaca konsantre olunca geçmiş tasavvuf büyükleri ile, eskinin Allah Dostları ile daha fazla muhatap oluyoruz. Ancak böyle yaparken çok önemli bir gerçeği de ıskalıyoruz. Onların günümüzde yaşayan muadillerini… yani yaşayan Mevlanaları, yaşayan Şemsleri, Yunusları ve daha nicelerini. Bizzat ve fiilen temas edebileceğimiz hayattaki Allah Dostlarını, mürşitleri, arifleri ıskalıyoruz sanki. Oysa onlar tükenmediler… Geçmişin masalsı menkıbelerinde de kalmadılar. Hala varlar, hala faaller, hala talip olanlara nasibine ve meşrebine göre ilmi, irfanı, sohbeti, muhabbeti ya da aşkı tattırıyorlar.

**

Aşka böyle adım atılıyor. Burada Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’ın açıklamalarına başvurmak istiyorum; şöyle diyor: “Sufilerin ontolojisinde Allah’ın hakiki ve zevkedilen bilgisine ulaşmak ancak onun yeryüzündeki halifesi olan, bütün esmasını emaneten kendisine kendisine yüklediği insan-ı hakiki yani insan-ı kamil’in tanınması suretiyle olur”.

Hülasa; Mevlana’nın macerasından ve eserlerinden asıl murat onun gibi olmak, onunla aynileşmektir. Yani, onun aradığını arayıp bulmaya çalışmaktır. Esasen tüm bu sözleri şu kısa vecize fazlasıyla özetlemeye muktedir: “Sen Mevlana ol, Şems gelir seni bulur”.


Birol Biçer