İnsanın ve içinde yer aldığı evrenin yaradılış amacını araştıran Sufîlik, temelinde mistisizm olan, varoluşun nedenselliğini irdeleyen; bunun için de sürekli olgunlaşıp aydınlanması gerektiğini öngören bir yaşam felsefesidir. Sufizmin etimolojisine ilişkin öngörüler herkesin çekirdek inancına göre farklı biçimlerde olabilir. Gerçekte o ‘dinler ve inançlar ötesi’ bir felsefedir. Kaldı ki sözcüğün anlamını sadece dinsel veya mistik terimlerle açıklamak da hayli zordur. Çünkü tarihin her döneminde mistikler gibi sufî düşüncesi de varolmuştur.

İnayet Han’a sormuşlar; ‘Sufizm bir din mi, felsefe mi, yoksa mistisizm midir?’ Yanıtı şöyle olmuş: “Her üçü de. Eğer ondan dini öğrenmek istiyorsanız, bir dindir; bilgelik öğrenmek isterseniz, felsefedir; ruhun gelişiminde rehberlik etmesini istediğinizde mistisizm olur. Gerçekte ise üçünün de ötesindedir.”

Böyle olduğu içindir ki belirli bir inancın tekelindeki bir öğreti değildir. Aksine, İslam Sufizmi olarak bilinen tasavvuf da dahil olmak üzere, Sufî inanç ve araştırmalarının tümü klasik-organize-tutucu dinlerin ortodoks nitelikteki tutumlarına tepkiden doğmuşlardır. Yani bir bakıma ‘din’ düşüncesini ‘aslına döndürme’; ona doğallığını yeniden kazandırma çabasıdır. Buna kanıt olarak öncelikle, bütün Ortadoğu kökenli din ve inançların düalist olmalarına karşın, Sufîliğin monist olmasını, onun da köklerinin Uzakdoğu’da olmasını gösterebiliriz. O nedenle Sufîlik, Doğu mistisizmi bilinmeden anlaşılıp üzerinde fikir yürütülebilecek bir felsefe değildir. Sufîliğin Eski Mısır’dan etkilendiğini, hattâ oradan doğduğunu öne sürenler de olmuştur. Etkilendiği doğrudur, tabii etkilediği de. Ama görünen o ki tek başına hiçbir yere ve inanca mâledilemeyecek kadar ‘evrensel’dir. O nedenledir ki Sufîliği dilerseniz hiçbir inançsal formata bağlı kalmaksızın da öğrenebilirsiniz.


Sufi Terminolojisi

Sufî düşüncesini yeterince anlayabilmek için önce terminolojisini doğru bilmek gerekmektedir. Gündelik hayatta dilimize yer etmiş, kimi sıradan görünümlü sözcük ve kavramların Sufîlikte çok özel ve önemli anlamları olabilmektedir. Örneğin, İbn’ül Ferîd, inançlar sistemleştirilmeden önce de sufîliğin varolduğunu şöyle anlatırdı:
“Dostun adıyla içtik şarâbı, onunla sarhoş olduk,

Üstelik daha bağ bile yaratılmamışken…” Buradaki üzüm ve bağ, okul ve sistem (kurulu düzen); şarapsa onun zihinleri sarhoş eden ürünüdür. Ancak şarap, üzümün ve bağın niteliği ile onu tadacak kişiye göre, kimi zaman huzur verici kimi zamansa zihni bulandırarak idraki engelleyici olabilmektedir. Ürünün ‘aşk şarabı’ olabilmesi üçünün de niteliğine bağlıdır… Öyle ki bu şarâbı içmeyen ‘Varlığın Birliği’ düşüncesine ulaşamayacak; ulaşabilenlerse adetâ yeniden doğarak bir üst zihin boyutuna erişecek; bu durumda idrakin kapıları açılmış, zaman ve mekân sınırlamaları aşılmış olcağından, sufi gerçekte bir önceki yaşamının ‘sarhoşluk hâli’, eriştiğininse ‘farkındalık hâli’ olduğunu fark edecektir.


Sufi Akımları

Anadolu’daki en yaygın ve etkileri günümüze kadar ulaşabilmiş Sufî akımı ‘Mevlevilik’ olmuştur. Diğerleri arasında ‘Nakşbendî – Kâdirî – Subût’ hareketi keza önemli bir yere sahip olmakla birlikte, yine de burada sayılan ve sayılmayan bütün Sufî hareketlerinin hemen tamamında “kaynaktan uzaklaştıkça bozulmalar” ve çeşitli farklılaşmalar meydana gelmiştir. Bu tür bozulmaların en yaygın nedeni, zamanla yeniden skolastik ve ritüelik dinselliğin etkisine girmeleri olmuştur.

Sufîlik ‘yaşayan’ ve kendisini sürekli ‘yenileyen’ bir akım olduğundan, çağdaşlarımız olan Sufîlerin de bilim ve teknolojiyi, davranış bilimlerini bilen ya da en azından doğru anlayıp yorumlayabilen kişiler olması doğaldır. Kanımızca yakın dönemin önemli Sufileri arasında Meher Baba, İnayet Han, Gurdjieff, Ouspensky, Nicoll’ün adlarını saymak mümkün olduğu gibi; bize göre, yaşayan en büyük Sufîlerden birisi de ‘Dr. Quantum’, yani Fred Alan Wolf’tür.


Sufi Felsefesi

Sufîlik, doğrudan yanlışlığını kanıtlama çabasını göstermemiş olsa da, esas olarak ve bütün söylemlerinde düalitenin çarpıklığını ve yanlışlığını ortaya koyar. Bunu da bir takım öykülerle, meseller, semboller ve alegorilerle yapar. Zihinsel bölünmüşlüğü gizliden gizliye sorgular. Zihni sevgiyle eğitir, aklınızı kalbinize yönlendirir ve doğru gözlemleme ile içsel derinleşmenizin ancak dinginlik içerisinde mümkün olabileceğini gösterir. O bakımdan, örneğin Zen’e göre daha sabırlıdır. Sufîlik yolunda zamanla daha fazla şeyle ‘buluşur’, giderek onları özümser ve bütünlüğün gerçekliğine erişirsiniz. O zaman korkularınızın yerini ‘bir olabilmenin coşkusu’na bırakmaya başlayacak, yaşamınız daha bir anlam kazanacak ve evrensel bilince doğru dönüşümünüzdeki ivmenin artmakta olduğunu fark edebileceksiniz. İşte asıl o zaman bütün din ve inançların sadece birer araç olduğu; onların değişmez sanılan bütün kural, ritüel ve dogmalarının bir yerden sonra nasıl ayakbağı olmaya ve esasın kaçırılmasına neden olduğu görülecektir. Çünkü aşılamayan, ötesine geçilemeyen kural ve ritüeller zamanla sadece zihinleri esir alan ya da karartan, gerçek amacı gizleyip onlara ulaşılmasını engelleyen dogmalar hâline gelmişlerdir.

Gerçek ‘din’ içsel bilinçte saklıdır; Sufînin çabası önce ona ulaşmak, sonra da oradan hareketle varoluş ile ‘bir olmak’tır. Çünkü dinlerde inanç ‘dışarıdan’ verilir, görevli kurumlar ve kişilerce sürekli desteklenip güçlendirilir ve hiçbir biçimde ‘sorgulanamaz’. Yani organize dinlerde gerçek anlamda bir ‘arayış’ yoktur. Sufîlikteki şuurlu inancın kaynağı insanın kendi derinliklerindedir. Yanlışlık inanmayı istemekte değil; insanın doğasında mevcut olan bu isteğinin sömürülmesinde ve onu koşullandırmaya çalışmaktadır. Mistikler, kendi özlerini benlik duygusundan olabildiğince arınmış, özgür ve tarafsız biçimde görebilme çabası içerisindeki kimselerdir. Sufizm ise, kendini bilme yolunda önceliği karşılıksız sevgiye vermiş, zihnin aşılabildiği ölçüde arınıp aydınlanılabileceğini kabul etmiş olan doğal dindarlığın adıdır.


Sufizm’de Zaman

Sufîlere göre zihin ‘zamanda’, bilinç ise ‘sonsuzlukta’ varolmuştur. O nedenledir ki ‘zaman ve mekân’ olmayınca işlev göremeyen, daha açık bir ifade ile ancak onlar var ise ve tamamen onlara ‘bağımlı’ biçimde işleyen sınırlı ve sonlu zihin, sonsuz ve sınırsız olan bütünsel bilinci algılamakta zorluk çeker. Ne ilginçtir ki bu görüş Bodhidharma’dan Arabî’ye, Krishnamurti’den Wolf’e kadar hemen bütün büyük mistiklerin ortak anlayışıdır. Meseleye dinler boyutunda baktığımızda; İsa’nın ‘zamanın olmadığı yere gideceksiniz’ söylemi ile, islam inancındaki ‘zamandan ve mekândan münezzeh’ olan tanrı anlayışının esasta ne denli örtüşmekte olduğu fark edilebilecektir.

Sufîlikte her şeyin ‘sonrası’ ve ‘daha da sonrası’ vardır. Buradan Varoluş’un kesintisizliği ve ardından da sonsuzluğu kavramına ulaşılır. Hiçbir şey yok olmaz; Taoculukta ve budizmde de öngörüldüğü gibi sadece ad ve biçim değiştirir. Ümitsizliğe kapıldığımızda, hayatın anlamını yitirdiğimizde mutlaka bir şeyler yanlış gidiyor, zihnimiz ve aklımız bize oyun oynuyordur. Böylesi durumları ancak yaşam ırmağına şuurla katılabilmiş olanlar kolaylıkla aşabilecek; onunla ‘bir’ olmayı başarabilenler ise öyle olumsuz zihin hâlleri ile hiçbir zaman karşılaşmayacaklardır.

Kendi yolunda ilerleyebilmiş bir Sufî de tıpkı bilinçli bir Zen mensubu gibi geçmişle düşünmez, “Bugün yeni bir şeyler söylemek lâzım, Cancağzım!” der. Çünkü ona göre de “sonsuz yaşam ancak ‘şimdi’dedir”. Dün geçmiştir, yarınsa henüz gelmemiştir. O halde geçip giden ile henüz gelmemiş olan hakkında gereksiz yere eni-konu konuşmak ve olup bitenler hakkında kederlenip tasalanmak boşunadır. Bir Sufî için yaşam sürekli bir kutlama ve şükürdür; bunun mümkün olabilmesi için de kendisinin, onun bir parçası; yaşamın da kesintisiz varoluş hâli olduğunun bilincinde olmak gerekmektedir. O zaman varolan her şeye saygı ve sevgi duymak kolaylaşacaktır. Ancak o zaman yaşam olduğu gibi kabullenilir, geliştirilebilir; zihnin oyunları olan sanal korkular son bulur, yaşama sevinci artar, hattâ tüm yaşam coşku ve dua olabilir. Bu anlayış, yolda oldukça mesafe alabilmiş Sufîlerin yaşam felsefesi olmuştur. Böyle bakarsanız, her ne şekilde adlandırmış olursanız olun; ister doğrudan isterseniz dolaylı sözedin, hattâ dilerseniz hiç sözetmeyin; örneğin Lao Tzu’nun Tao’suyla da, Buddha’nın ‘büyük boşluk’uyla da, Gurdjieff’in ‘aşkın enerji’siyle, hattâ Wolf’ün ‘sonsuz parçacıklar okyanusu’yla da hep tanrıyı kastetmiş olursunuz. Ama ne zaman ondan sembollerle, yüceltme kastıyla da olsa sıfatlarla sözetmeye ve hele bir de ‘kişileştirme’ye kalkar, idrakinize sığdırmaya çabalarsanız asıl o zaman tanrısal gerçeklikten uzaklaşırsınız.


Sufizm’de Birey

Hemen bütün dinlerin amacı sizi organize inançların ve onlara uygun biçimde oluşturulmaya çalışılan toplumun sıradan bir parçası hâline getirmektir. Sufîlikte ise öncelikle ‘birey’, yani ‘tekbaşına bir değer’ olursunuz. Kişiliğiniz üzerinde herhangi bir baskı hissetmezsiniz. Bu da size özgürlük verir. Öncelikle herhangi bir inanca ve ısmarlama vaatlere değil, kendinize güvenir ve inanırsınız. İnanç duyacağınız şeyin öncelikle kendiniz olması size huzur ve güç verir. Böylesi bir durumda gerçek ve katışıksız sevgiyi duyumsamak çok daha kolay olacaktır.

Sufîler acının, kederin, ıstırabın olduğu gibi sevincin, coşkunun ve aşkın tohumlarının da insanın içinde olduğuna; hangisini önemser ve beslersek onun gelişeceğine inanırlar. Algılama, yorumlama içsel bir şey olduğundan değişim de içsel olmalıdır. Dışarıdan dayatılacak değişimler insanın bilince yönelmesini sağlamayacağından sadece zihnin beslenmesine yarayacaktır. Zihnin yeterince arınmış ve özgür olamaması durumunda dışsal etkilerin gelişmeye, tekâmüle olumlu bir katkısının olamayacağı kolaylıkla anlaşılacaktır.

Mevlânâ’ya da ilham veren büyük Sufîler arasında yer alan Ferideddin-i Attâr da insanın zihinsel ve bilinçsel gelişimini anlatıp ‘ruhun mükemmelleşmesi’ni işlediği Mantık-ut Tayr adlı yapıtında iki ana temayı işlemiştir. Bunlar ‘tekâmül yolculuğu’ ve ‘arayış’tır. İçinden çıktığı dinsel kültür ve gelenekler bunları vermiş olsaydı, hiç ‘arar mıydı?’ Nitekim o da İslam şeriatı tarafından dışlanmıştır. O nedenledir ki Sufîlerin en önemli özelliklerinden birisi, hemen hiç birisinin öğretisine katı kurallar koymamış, dünya görüşlerini sistematize etmemiş, kendilerini izleyenlere de diğer dinadamları gibi ‘işte bu tam ve kesin bir açıklamadır’ diyerek herhangi bir şeyi veya prensibi dayatmamış olmalarıdır. Çünkü Sufîler hiçbir zaman dinadamı gibi davranmamışlar; aksine öğretilerini öykü, mecaz ve alegoriler yanında müzik, şiir ve hattâ dansla aktarmaya çalışmışlardır.


Ruhun Yolculuğu

Varoluş’a sevgi duymadan Sufizmin anlaşılabilmesi olanaksızdır. Sufîler insanın ‘insan olma’ yolculuğunun sürekliliğine inanır ve bu yolculuğa zihinle, yani ‘ayık halde devam edilemeyeceği’ni savunurlar. Pek çok şiirde geçen ‘sarhoşluk’ hâli, aslında hakikatin zihinlerde neden olduğu o yumuşak ‘esrime’ durumudur. Bu hâlin süresi ne kadar uzatılırsa o kadar olgunlaşırsınız. Yani kastedilen, uyarıcı maddeler veya alkollü içki kullanımıyla sağlanan zihin ötesi bir fiziksel sarhoşluk değil; içsel özüne ve kısmen de varoluşun gizemlerine varabilmiş olmaktan doğan o sevgi ve şefkat dolu olgunluk ve şükür hâlinin dışarıya yansıması ve ona erişemeyenlerin gözündeki yanlış anlamaya müsait bilgelik hâlidir. Ancak bütün bunları, dünyayı hiçbir biçimde unutmadan, yok saymadan, şuura yönelmiş açık bir zihinle yapabilirseniz bir anlam ifade edebilecektir. Sufîler sıcak ve samimidir. En çok karşı çıktıkları şeylerden birisi, ‘olduğundan farklı görünme’ diğeri ise ‘gerçek dışı, yanıltıcı sevgi ve saygı gösterisi’ demek olan ‘riya’dır.

Sufilikteki olgunluk aşamaları Budha’nın, Zen’in, Çakralar Sistemi’nin, hattâ Gurdjieff’in nitelikli enerji kullanımı ile tanımladığı ‘tekâmül’ anlayışına çok benzer. Sıradan zihne sahip olduğu varsayılan kişi, önce çalışma düzenine ilişkin olarak konulan başlangıç kurallarına ve erdemlilik için vâzedilmiş olunan genel tavsiyelere uyar. İkinci aşamada sıradan bir izdeş olmanın ötesine geçerek doğanın nedenselliği üzerinde düşünmeye başlar; böylelikle algısal boyutta bir basamak daha ilerlemiş olur. Üçüncü aşamada ‘Kalp Gözü’ açılmaya başlar ve artık özgürce akıl yürütüp özgün değerlendirmelerde bulunabilecek, dervişlerin tartışmalarına katılabilecek hâle gelir. Böylelikle sıradan insanların ya da henüz ilk iki aşamada bulunanların duyumsayamayacağı bir takım gerçeklere vâkıf olmaya başlar. Sonraki aşamalar ‘Varoluşa katılma’ ve nihayet ‘bir olma’ aşamalarıdır. İnsan-ı Kâmil olduktan sonra artık buradaki fiziksel ve zihinsel dünya ile ilişkisi sona erip daha yüksek boyutlara doğru yol alarak Vahdet-i Vücûd’a, yani ‘varlığın birliği’ne erişir. Ondan sonraki aşamaları ise hâlen burada bulunan insanların henüz hiç birisi anlayabilecek durumda değildir.


Barış ve Aşk

Kültürel bakımdan farklı din ve inançların içinden çıkmış olan Sufîlerin söylemlerinde, o inançların resmî tutumlarına göre yasaklanmış olan yakınlaşmaları gözlemleyebilirsiniz. Çünkü gerçek Sufî, kendi yolunda ilerlerken hiç kimseyle çatışmaz. Bu eleştirmez anlamında alınmamalıdır; kavga etmez, her görüşe saygı duyar, eleştirilebilir de eleştirir de, ama sonunda mutlaka gönül alır. Yüreğini varoluşa açtığı ve burada yaşanılacak her şey gibi, her duygu ve düşüncenin de eksik, yanlış veya yanıltıcı olabileceğini bildiği için bütün görüşlere hoşgörü ile yaklaşır. Sufî de tıpkı bir Budist gibi veya gerçek İsa düşüncesinde olduğu gibi ‘şiddet karşıtı’dır. Çünkü onun amacı hiç kimseyi bir görüşü kabule zorlamak değil, varoluşa duyduğu aşk ve şükranla kendi yolunda ilerlemektir. O nedenledir ki Sufîleri dinadamları veya misyonerlerle karıştırmamak gerekir. O denli barışçı kişilerdir ki Sâdî bunu şöyle dile getirir: “Tüm yeryüzüne hâkim olmak bile bir damla kan akıtmaya değmez”. Öte yandan Sufizm öylesine hoşgörülüdür ki, örneğin tanrı inancı söz konusu olduğunda dahi “kişilerin sayısı kadar farklı inanç biçimi olabileceği”ni öngörür.

Sufîlikteki aşk, varoluşa karşı duyulan şükran ve minnetle yoğrulmuş olan ‘ilâhî aşk’tır; Sufîler ona ‘ışk’ derler. Onun fark edilebilmesi de ‘aydınlanma’da alınan yola bağlıdır. Fiziksel evrene ilişkin sufî görüşüne göre; yaratılmış olan herşey gibi dünyamız (ve tabii ki dünya hayatı da) sonsuz varoluş’un aynadaki bir tür ‘yansıması’ gibidir. Aynada görülenler gerçekliğin kendisi olamaz, olsa olsa aslından yansıyanın görülebilen (fark edilebilen) kısımları için bir ‘görünüm mahalli’ olabilir. Üstelik aynalar, görülebilecek olanın da bütününü gösteremezler. O nedenledir ki sufîler aşk derken, gündelik yaşamdaki gibi ‘varolmuş’ olana duyulan şiddetli arzu ve bağımlılığı, ona dair tutku ve ihtirası değil; ‘bütün varolmuşu vareden’e olan sevgiyi ve bağlılığı kastederler. Amaç o yolda ilerlemek ve sonunda onunla ‘bir olmak’tır. ‘İlâhî Aşk’ budur; onun dışındakiler, sufîlere göre ancak ‘Mecâzî Aşk’ sayılabilir. Böylelikle insanın algısı, bilgisi, şefkati… de ilâhî aşk yolunda aldığı mesafe ile orantılı olarak artacaktır.


Dünya Meseleleri

Bugün de zihinlerini alabildiğine sevgiye ve özgürlüğe açanların, katı kurallara sahip inançsal sistemlerin insanları olamayacaklarını görüyor ve biliyoruz… Sufî için yaşam kavga yeri değil, daha önce de belirttiğimiz gibi  ‘tekâmül ve aydınlanma fırsatı’dır. Yani gerçek Sufîler her ne kadar herkes gibi belirli inançların etkin ya da hâkim olduğu ortamlarda yetişmiş olsalar da, hiçbir zaman diğerleri gibi o yöredeki yerleşik inançlara tutsak ya da o tür sistemlerin parçası olmamışlardır. Kültürel geçmişine saygılı, ama sisteme muhalif çok sayıda Sufî o tür yerleşik inançların siyasal iktidarı ellerinde bulunduran tutucu yandaş ve izdeşlerince dışlanmış, suçlanmış veya yargılanarak mahkûm edilmişlerdir. O nedenledir ki Sufîler siyasetle aktif olarak uğraşmamışlardır.

Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi Sufizm bir tür ‘doğal dindarlık hâli’dir. Yani herhangi bir dinin veya inancın mensubu olmaktan çok ‘tekâmül yolunda olma’yı önemser. Osho bu durumu şöyle açıklar: “İsa dindardır, Hristiyan değildir; bence o bir Sufîdir. Budha Budist değil, dindardır; bence o da bir Sufîdir. Sufî dinin temellerine bakarak gereksiz ayrıntıları eleyebilmiş olan kişidir.” Sufîlerin söylemleri de buna benzer ve özetle şöyle ifade ederler: “Sufîlik dinden derindir!”


Sufizm’de Kader

Sufîlik hiçbir zaman kaderciliğe prim vermemiş, kader kavramını yüceltmemiş; insanın kendi aklı, gücü ve çabasıyla bir yandan kendini geliştirirken diğer yandan da yaşamı etkileyip ona yön verebileceğini, onu değiştirebileceğini öngörmüştür. Bu açıdan bakıldığında fatalist değil, aksine ‘varoluşçu’dur. Önceki yaşamlarımızı birer birer geçerek bugüne geldiğimizi, bu fırsatı en iyi ve en doğru bir biçimde değerlendirebilirsek daha üst gelişim basamaklarına çıkabileceğimizi öngörür. Her inançtan önemli ve büyük Sufîler, kültürel teolojileri yasaklamış olsa da, o resmî söylemlerin aksine reenkarnasyona inanmışlar, hattâ inanmaktan da öte bunu Varoluş’un sonsuz adaletinin gereği ve rahmeti kabul etmişlerdir. Sufî düşüncesine göre evren sonsuz, yaşam sürekli, bilinç ölümsüzse; tekâmül de zorunlu ve kesintisiz bir süreç olmalıdır.Hemen tüm Ortadoğu kökenli klasik dinlerin karşı çıktığı, insanın biyolojik, fizyolojik ve ruhsal evrimi, kuramsal olarak Sufî düşüncesinde müstesna bir yere sahiptir.


Ruhun Değeri

Sufî söylemlerinde sıkça karşılaşılan tamlama, yakıştırma ve benzetmelere kısaca göz atarsak, kadim Uzakdoğu inançlarıyla ne denli yakın bir sembolizmaya sahip olduğunu kolaylıkla fark edebiliriz: Yaşam ırmağı, aşk şarâbı, kalp gözü, aydınlanmanın ışığı, kesintisiz evrim, doğanın nedenselliği ve ona bağlı diyalektiği, akla güvenmeme, içsel-ben… Bunlardan sadece birkaçıdır. İçsel yolculuğumuzda daha fazla yanılmamak ve yanıltmamak için bugün yapılması gereken şey fizikle akılcı metafiziğin birlikte yürüyebileceği bir ortamı oluşturmak olmalıdır. Bunun için de öncelikle ‘sanal-kendi’ni aşarak, ‘bir ben vardır bende, benden içeru’ biçiminde anlatılmaya çalışılan ‘gerçek-kendi’ne erişmek gerekir. Böylesi bir erişimin önündeki en ciddi engel, içeriğinde her türden gereksiz yükü barındıran ‘ego’dur.

Şiddetli arzular, tutku ve ihtiras da ‘ruhsal’ olan yanımızdan gelmezler mi? Bütün bunlar öznel ruhun doyum amaçlı olarak bir takım maddesel ve göreceli değerlerin peşinden koştuğunu gösterir. Zihinselliğin böylesine öne çıktığı bir durumda hâlâ öznel ruhu ve ruhsallığı da, o türden geri kalmış ruhların dünyasını (spatyom, ahiret, âraf… vd) da, üstelik bugün içinde yer aldığımız yaşamı feda edercesine, bilmeden yüceltmenin anlamı ve değeri olabilir mi? Demek ki varoluşun unsurlarından sadece birisi olan ruhun tekâmül etmeyeceğini söylemek de, o noksan ve yeterince gelişmemiş hâliyle onu ‘aslî tanrısal unsur’ olarak kabul etmek de yanlış ve yetersiz bir açıklamadır.


Anadolu Sufiliği

Genel olarak Sufizm, özel olarak da ‘Anadolu Sufîliği’ gerçekte o kadar çağdaştır ki, yüzyıllar önce dahi, statik olan hiçbir vasıta ile (organize din, taassup, dogmalar, şuursuz inanç… gibi) aydınlanma yoluna girilemeyeceğini açıkça ifade etmiştir. Sonlu olan hiçbir vasıta ile sonsuz olanı kısmen de olsa algılamanın mümkün olamayacağını fark etmiştir. O vakit önümüzde iki seçenek kalır: Ya sonsuzluktan (bugünkü gelişmiş kuantal söylemle ‘sonsuz enerji okyanusu’ndan) içimize ‘üflendiği’ varsayılan cevherin peşine düşerek mistik olmak; ya da nihilist anlamda ‘yokoluşu kabullenerek’ kaba maddeci bir ateist olmak… Bu ikisinin dışındaki ara yollar, varlık ile yokluğu, sonsuz ve sınırsız olanla sonlu ve sınırlıyı bağdaştırmaya çalışan sentetik ve zorlama uyarlamalardır. Çokları için böylesine yapay, sentetik ve kolaycı bir orta yolu hiç düşünmeksizin kabullenmek gerçekte bir başka türde zihinsel tembellik, bilmeksizin inanmaya razı olma ve ‘kendini bilmekten vazgeçme’ demektir. Oysa ki yeterince bilinçlenilmediği sürece ‘maddeden ruha kaçış’ da, ‘ruhsallıktan maddeye yönelmek’ de hiç kuşkusuz ne zihinsel ne de akılsal çözüm sağlayabilecektir. Yani Mevlânâ Celaleddin’in dediği gibi ‘tek kanatlı kuş’ uçmayı başaramayacaktır.

Anadolu Sufîliği başka hiçbir coğrafyada üstesinden gelinemeyen bir şeyi başarmıştır. Bu da, engin bir ‘hoşgörü’ ortamında, ufak tefek inanç farklılıklarını önemsemeden, yerleşik inanç biçimleriyle çelişmeden, hattâ kimi zaman onlardan yola çıkarak ya da yararlanarak insanın zamanla aydınlanabileceğini öngörmesidir.

Son Sözler

Kısacası Sufizm, herhangi bir dinsel inanca bağlı olmayan dindarlıktır.

Şunu açıkça belirtmeliyiz: Sufizm, sanıldığı gibi ‘gizli’ bir öğreti değildir; ama ‘dışarıya kapalı’dır. O nedenledir ki Sufizm hakkında, Sufîlerden çok Sufî olmayanlar, kimi araştırmacılar ve din tarihçileri çok daha fazla yazıp çizmişlerdir. Tabii bütün bunlar da onun hakkında bir takım yanlış ve yanıltıcı fikirlerin, kanaatlerin oluşup yaygınlaşmasına neden olmuştur.

Okurlara önerimiz, kendileri Sufîliğe yakın olmayan dinler tarihi uzmanlarının yorumlarıyla yetinmeyerek, en verimli dönemini Anadolu’da geçirmiş olan Sufîliğin özgün kaynaklarına inebilmeleri olacaktır.

A. Kerim Soley