Hacı Bektaşi Veli’nin doğduğu tarih konusunda iki farklı iddia mevcuttur. Bir iddiaya göre Veli, 1210 yılında Horasan’da doğdu. Burada, Yesevi tarikatına katılan ve “Baba”lığa kadar yükselen Veli, 1240 yılında diğer Yesevi Babaları ve İsmaili Daileri ile birlikte, Anadolu’ya geldi. Daha önce Anadolu’ya gelmiş olan Baba İlyas’ın yanına gitti ve Amasya’ya yerleşti. Babailer isyanı öncesinde Amasya’dan ayrılan Veli, çatışma ortamından uzaklaşması sayesinde büyük katliamdan kurtuldu. Anadolu’nun birçok yerini dolaşan Veli, sonunda Kırşehir’in Sulucakaracahöyük bucağına yerleşti ve Yeseviliğin devamı niteliğindeki öğretisini yaymaya başladı. Babailer isyanından sağ kurtulan Yeseviler ve İsmaililer, kısa sürede Hacı Bektaş etrafında toplandılar. 1271’de aynı yerde öldüğünde, çevresinde binlerce müridi vardı.
Bir diğer iddiaya göre Hacı Bektaş-ı Veli, 1240 yılında doğmuştur. Babası, Bel şehri sultanı Seyyid Muhammed İbrahim El Sani, annesi Fatıma Hateme’dir. Soyu, Muhammed’in damadı Ali’ye kadar dayanmaktadır ve Ali’nin 10. kuşaktan torunudur. Bektaşi Halife Babası Teoman İlhami Güre’ye göre, Veli’nin soy seceresi şöyledir:
1- Ali
2- Hüseyin (3. İmam)
3- Zeynel Abidin (4. İmam)
4- Muhammed el Bakır (5. İmam)
5- Cafer el Sadık (6. İmam)
6- Musa Kazım (7. İmam)
7- İbrahim Mükerrem el Mucab
8- Musa-ı Sani
9- Muhammed İbrahim el Sani
10- Hacı Bektaşı Veli
Halife Baba Güre, Veli’nin doğum ve ölüm tarihlerinin özellikle saptırıldığını, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş yılı olan 1299’dan önce Hacı Bektaşı Veli’nin ölmüş olduğunu göstermek amacıyla, kasıtlı olarak ölüm tarihinin 1271 şeklinde değiştirildiğini söylemektedir. Güre’ye göre Veli, Babailer isyanı sırasında henüz 4 yaşında olduğu için olaylara karışmış olması fiziken mümkün değildir ve Baba İlyas ile de şahsen tanışmamaktadır. Veli, katliamdan yıllar sonra Anadolu’ya gelmiş, Osmanlı’nın kuruluşunda şahsen önemli katkıları olmuştur. Bursa’nın, Sultan 1. Murat döneminde 1314 yılında fethi sırasında hayattadır ve 1320 yılında, 80 yaşında ölmüştür.
“Din ayrılığı gereksiz. Dinler, insanlar arasında anlaşmazlıklara neden oluyorlar. Aslında tüm dinler, dünyada barış ve kardeşliği sağlamak içindir” diyen Hacı Bektaşi Veli, bu görüşlerini, Velayetname adlı eserinde ortaya koymuştur.
Hacı Bektaş, Tanrıdan varolan insanları dört grupta toplar. Bunlar, Tanrıya ulaşma konusunda farklı yöntemler uygulayan insanlardır. Birinci grupta, gerçeği Tanrıya ibadette arayan sofu kişiler vardır ve dünya üzerindeki insanların oldukça önemli bir bölümü bu gruptandır. İkinci grupta, tarikatın yolunu uygulayan ancak sofuluktan kurtulamayanlar, üçüncü grupta, Tanrı hakkındaki sırları bilme ayrıcalığına sahip Dervişler ve nihayet sonuncu grupta da, Tanrı ile birleşmiş olanlar yer alır. İşte Bektaşilikteki bu dörtlü inanç biçimine, “Dört Kapı – Kırk Makam Öğretisi” denilmektedir. Bir Bektaşi, bu kırk makam ve dört kapıdan geçmeden, Kamil İnsan olamaz.
Bektaşiliğin son biçimi ile kurumsallaşması, M.S. 1500’lerde dönemin Bektaşi önderi, bugünkü tabiriyle Dede Babası, Balım Sultan tarafından yapılan bazı düzenlemeler neticesinde mümkün olmuştur.
Bektaşiliğin öncelikli hedefi, temelini sevginin oluşturduğu, “Tanrı-Evren-İnsan” birliğini kavramaktır. İnsan, bir sevgi varlığıdır. İnsan, Tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Başarının ilk basamağı, kişinin kendisini tanıması ve sevmesidir. “Kendini seven, Tanrıyı da sever”…
Bektaşilikteki Tanrı sevgisinin en güzel ifadelerinden birisi, şu ünlü dörtlükte ortaya konulmuştur:
“Şakirdleri taş yonarlar
Yonup üstada sunarlar
Calabın adın anarlar
O taşın her paresinde”…
Bektaşilik, evrenin, Tanrının sureti olduğunu, insanın da, Tanrının bir cüzü konumunda bulunduğunu kabul eder. Tanrı, insanın içinde olduğundan, Tanrısal özellikler olan düşünme yetisi, irade, eylem özgürlüğü de insanda mevcuttur. Gerçek ibadet, insanın, düşüncelerini kendisi üzerinde yoğunlaştırmasıdır. İnsanın, kendi dışındaki bir olguya ibadet etmesi gereksizdir. İnsanın kendi varlığını düşünmesi, ruhsal olarak gelişmesini sağlayacak ve birey, Kamil İnsan konumuna ulaşabilecektir. Kamil İnsan da, Tanrı, bu evrende kendi bilincine varmanın en üst noktasına ulaşır. Ancak Kamil İnsanlar, Tanrıya dönebilir ve onun tarafından özümsenir.
Diğer bir deyişle, Bektaşilik, zahir yüzünden halka ve batın yüzünden Hakk’a bakan, berzah noktasındaki (iki alem arası kesişme noktası) Kamil İnsan’ın inanç okulunun adıdır. Bu Kamil İnsan, batın manayı sembol ile, zahir manayı ise misal ile, yani lahutiyeti (Tanrısal alem) sembollerle, meşhudatı (görünür alem) ise misal aleminden bildirir. Bu sebeple Bektaşi, gerçeği anlatabilme yolunda, her dil ile konuşur ve her renk ile renklenir.
Tanrı-insan birliğinin ifadesi de şu dörtlükte açıkça görünmektedir:
“Allah’tır Allah,
Ademdir Allah.
Ben de inandım,
Amentü Billah”…
Diğer Batıni ekollerde olduğu gibi, Bektaşilikte de, ruh ölümsüzdür. Ruh, gövdeye sonradan girmiştir ve geldiği Tanrısal kaynağa geri dönecektir. Ruh, gövdeye sadece dirilik sağlamakla kalmaz, anlayış, hatırlama, bilme, tanıma, düşünme ve akıl etme gibi yetilerin de kaynağıdır. Bektaşilik, Tanrı sıfatlarının hepsi insanda tecelli etmiş olduğu için insana çok değer vermiş ve insana, “Kuran-ı Natık” (Konuşan Kuran) demiştir. İnsan, yaşadığı ortamda, bağımsız bir varlıktır. Onun görevi, alçak gönüllü davranmak, özünü, sonradan oluşan kirden arındırmak, olgunlaşmak, gösterişten uzak durmak ve yüreğini doğa, insan ve Tanrı sevgisiyle doldurmaktır. İnsani bedenler, amaç için sadece birer vasıtadır. Bu nedenle, insanları kadın-erkek diye ayırmak, ya da sosyal konumlarına veya ırklarına bakarak küçük görmek, yapılabilecek en büyük yanlıştır. Kadın-erkek, tüm insanlar eşdeğerdir. Tüm dinler, insanı olgunlaştırmak, barış ve kardeşliği yaymak içindir. Oysa zamanla, dinlerin bu anlamları değiştirilmiş ve katı, çekilmez kurallar getirilerek, insanların yaşamları kısıtlanmış, kendilerini geliştirme imkanlarının önüne set çekilmiştir. Gerçek yasaklar şeriatın öngördükleri değil, tarikatın temel ilkelerine aykırı davranışlardır. İslam’ın beş şartı, dinin esası değil, feridir (ikincil derecede önemlidir).
Bektaşilikte, ketumiyet esastır. Bektaşilerin törenleri, halka açık değildir. Kitlelere kapalı, özel ritüelleri vardır ve bunlardaki “Bektaşi Sırrı” büyük bir özenle korunur. Ritüeller açısından, Bektaşi Erkanname’sinin özel önemi vardır.
Bir Bektaşi müridi, öğretiyi ancak bir mürşidin yardımı ile anlayabilir. Mürşidin ve rehberin varlığı kesinlikle zorunludur. Bu nedenle yeni giren müridin, mürşidine mutlak itaati, ona tamamiyle teslim olması son derece doğaldır. Tarikatın sembollerinin ve pratiklerinin anlaşılması ancak Mürşid ve rehber ile mümkün olur. Bektaşi öğretisi, müridin yaşadığı toplum içinde öğrendikleriyle çok ters olduğu ve özellikle de şeriat öğretileriyle uyumsuz bulunduğu için, yeni gireni olası bir şoktan korumak amacıyla, rehberlik sistemine büyük önem verilmiştir. Mürşid, üç sıfat ile tanımlanabilir; Dede Babanın temsilcisi, öğretmen üstat ve ruhsal yaşam sanatında örnek alınacak kişi. Mürşidin varlığı ile Bektaşilik sırrı, yaşanan bir olgu haline gelir. Müridden beklenen yegane şey, zihnini sürekli açık tutarak öğrenmesi ve öğrendiklerini, en büyük sır olarak saklamasıdır.
Dünya Bektaşilerinin 36. ruhani önderi Bedri Noyan Dede Baba, tarikate giriş töreniyle ilgili olarak; “Bektaşiliğe kabul töreninin ilk adımı, adayın tövbe etmesidir. Bu tövbeye, bir daha bozulmayacak anlamında, “Nasuh Tövbesi” denir. Tövbe eden, yeni doğmuş bir çocuk kadar masum hale gelmiştir. Tören sonrası adaya üç defa sorulur; ‘Sana verilen öğütleri aldın, kabul ettin mi?’ Aday üç defa ‘Evet, ettim’ cevabı verirse, kendisi için tayin edilen rehberi, onun önünde secde eder. Önünde secde edilen, adayın insanlığıdır. Böylece biz onu, kendinden alır ve tekrar kendisine geri veririz. O artık bir Bektaşi mürididir” açıklamasını yapmıştır. Bektaşilikte de, diğer Batıni ekollerde olduğu gibi, sembolik bir ölüm ve yeniden doğuş töreni olduğu görülmektedir.
İlk kapı, dinsel yasaların öğretildiği Şeriat kapısıdır. Bunu, tarikatın gizli pratik ve sembollerinin verildiği Tarikat Kapısı ve mistik Tanrı biliminin öğretildiği Marifet Kapısı izler. Bektaşi için gerçek, ancak dördüncü kapı olan Hakikat Kapısı ile gözler önüne serilir. Ancak dördüncü kapının tüm makamlarını da tamamlayan kişi, marifetiyle Hakikate ulaşmış demektir ve bulduğu bu hakikat ile de Marifet göstermesi mümkündür.
Dört kapının her biri, on basamaktan oluşmaktadır ve kişi, Kemale Ermek niyetindeyse, bu basamakları tırmanmak zorundadır.
Şeriat kapısında, İslam dininin temel ilkeleri, Aleviliğin genel koşulları ile “Allah- Muhammed- Ali” üçlemesinin gizemi öğretilir. Bu kapının (derecenin) müdirlerine “Beloğlu”, ya da “Aşık” denir. Aşık, henüz nasip almamış kişidir. Şeriat kapısının 10 makamı, şöyle sıralanır:
1- İman getirmek,
2- İlim öğrenmek,
3- Namaz, oruç, hac, zekat,
4- Helal kazanç elde etmek,
5- Haramdan sakınmak,
6- Hayz ve Nifas olan kadının zevcine yaklaşmaması,
7- Şeriat evine girmek, Şeriat ehlini hakir görmemek,
8- Şefkatli olmak,
9- Temiz yiyip, temiz giyinmek,
10- Emr-i Ma’ruf ile hareket etmek (İtaat etmek).
Şeriat kapısı koşullarını tam olarak uygulayan ve mürşidinin de onayı ile ikinci dereceye, Tarikat Kapısı’na geçen müride verilen unvan artık, “Yol Oğlu”, ya da seven bir dost anlamına gelen, “Muhip”tir. Bir muhip, ilk iş olarak, Pir’e bağlılık yemini etmek ve bundan önceki tüm günahları için tövbe etmek zorundadır. Bundan sonra muhip, mürşidi tarafından tarikat kuralları hakkında eğitilir ve bu kuralları anladığını, kabul ettiğini göstermek üzere saçlarını kestirerek, giysilerini sadeleştirir. Bu kapının dördüncü basamağını, çok sıkı bir çalışma ve disiplin terbiyesi, beşinci basamağını da, mürşide ve tüm kardeşlere hizmet oluşturur. Altıncı basamakta muhip, alçak gönüllü davranmak ve Tanrıdan korktuğunu ihsas etmek durumundadır. Yedinci basamakta Tanrı korkusundan, ona sığınarak kurtulan muhip için, daha sonraki sekizinci aşama, dikkatli ve ölçülü davranmayı öğrenmektir. Dokuzuncu basamakta, maneviyat ve sevgi üzerine bilgisini yoğunlaştıran muhip, son basamakta, sevginin Tanrısal yönünü tanımakta ve bir üst dereceye geçmeye hak kazanmaktadır. Görüldüğü gibi, İslam şeriatına uyma zorunluluğu, daha ikinci derecede sona ermektedir. Kadın ve erkeklerin birlikte katıldıkları bu derecede yapılan törenlere, “İkrar Ayini”, ya da “Ayin’i Cem” adı verilir.
Tarikat kapısının on makamı şöyle sıralanır:
1- Mürşitten el alıp, tövbe kılmak,
2- Talib ve mürid olmak,
3- Saçını, sakalını ve giysisini temiz tutmak,
4- Nefsine karşı mücadele etmek (Cihad-ı Ekber),
5- Hürmet etmek,
6- Havf etmek (Hakk’tan korkmayı öğrenmek),
7- Hakk’tan ümidi kesmemek,
8- İbret ve hidayet üzre olmak,
9- Cemiyet, nasihat ve muhabbet sahibi olmak,
10- Aşk, sevk, safa ve fakirlik üzre bulunmak ve şikayet etmemek.
Üçüncü derece, Marifet Kapısıdır. Derece saliklerine “Derviş” adı verilir. Marifet Kapısı töreninin adı, “Vakfı Vücut” törenidir. Dereceyi almak için, bazen on yıl dahi bekleyen Derviş’e, bu törende tarikatın resmi tacı giydirilir. Marifet kapısında, insanın, Tanrının, evrenin gizleri, değerleri ve anlamları üzerinde durulur. Doktrinin önde gelen öğretisi olan, “Birlik Yasası”nın gizemine varılır. Dervişin, bu kapıda aşması gereken on basamak şöyle sıralanır:
1- Edeb,
2- Korku,
3- Sabır,
4- Kanaat,
5- Utanmak,
6- Cömertlik,
7- İlim öğrenmek,
8- Batıni bilimi incelemek (Miskinlik),
9- Batıni bilimi uygulama aşamasına sokmak (Marifet),
10- Kendi özünü bilmek. (Nefsini bilen, Rabbini bildi.)
Kendisini tanıyan ve kendisini, dolayısıyla da Tanrıyı bilen kişi, Bektaşi öğretisinin de son aşamasına geçmeye hak kazanmış kişidir. Bektaşiliğin son derecesi, Yesevilikte olduğu gibi, Kamil İnsan derecesi de denilebilecek, “Baba” unvanının elde edildiği “Hakikat Kapısı”dır. Hakikat Kapısı’na özel bir törenle eriştirilen Baba, Mürşid olma hakkını da elde eder. Bektaşi tekkelerinin yöneticileri, Baba’lar arasından tayin edilir. Bektaşi Babaları’nın da on görevi vardır:
1- Türab olmak (Varlık Birliğini öğrenmek),
2- Diğer inanç biçimlerine hoşgörülü olmak, karışmamak. 72 milleti bir görmek, kimsenin aleyhinde bulunmamak,
3- Doğayı ve doğal dengeyi bozacak eylemlerden kaçınmak, tüm canlıları Tanrı emaneti bilmek, kanaatkar olmak,
4- Evreni tanımak ve dünya ile varlık birliğini kavramak,
5- Tanrının yüceliği önünde eğilmek, sadece ondan yardım ve muvakkafiyet istemek, her işinde Allah’a tevekkül ve itimat etmek,
6- Dereceye ait sırları, yalnızca diğer Baba’lar ile görüşmek, nadana ve haricilere bilgi vermemek, sofudan uzak durmak.
7- Sır üzre olmak (Tanrıyı, varlığı içinde hissetmek),
8- Teberra üzre olmak (Tanrısal Nuru görmek),
9- Münacaat üzre olmak (Tanrısal Nur içinde erimeye çalışmak),
10- Şevk müşahedesi üzre bulunmak (Tanrısal Nurla bir olmak).
Bektaşilerin en önemli düsturu, “Gelme, gelme. Dönme, dönme”dir. Bu düsturdan da anlaşılacağı gibi, tarikate girecek kişi, son derece sıkı biçimde denetlenir. Bektaşi Babalarının bir diğer önemli düsturu da, “Görünmeyeni görünmeyenle, bilinmeyeni bilinmeyenle anlatmamak”tır.
Bektaşilikte iki konik sütun sembolü bulunur. Bu sembollerin düz satıhta çizimi, tabanları sonsuzlukta olan iki üçgendir. Makrokozmos ve Mikrokozmos’un sembolü olmalarının yanı sıra, kaidesi insan cemiyetini, zirvesi ise uluhiyeti remzeder. Kesretten vahdete (çokluktan tekliğe) tırmanışı ve tekrar kesrete dönüş ile, beşeriyetin şiarını ifade eder. Bu sembol ile Bektaşi bilir ki hayatın müntehası, ilmin neticesi ve faziletin son bulacağı nokta yoktur. Evrensel olarak kullanılmakta olan sonsuzluk işareti ile bu sembolün benzerlikleri dikkat çekicidir.
“Çün bildik aslımız, evvel biziz, ahir biziz.
İptidayız, intihayız, batın-ü zahir biziz…”
Uhuliyet kabiliyetine sahip olan insanlardan ancak nasibi olan, idrak edip “Allah Birdir” remzinin manasını anlayabilir. Bunun için Bektaşi, “Vücut iki değil ki, Vahdet-i Vücut olsun” der ve ilave eder; “Bu durumda söylenebilecek yegane şey, Vahdet-i Mevcut’tur”…
Kaygusuz Sultan der ki; “Allah yolu gayet yakındır, ama gayet de müşküldür. Daima özünü, özüne ver; O zaman Hakk’ı bulur, tecelliyatına mazhar olursun. Ol vakit, seyrin arş ve ferşe kadar gider. Böylece ömrünü zayi etmemiş olursun”…
Bektaşiler için, Enel Hak sahibi Hallac-ı Mansur çok önemli bir Kamil İnsandır. Enel Hak ilkesi için yaşamını feda etmekten çekinmeyen Mansur’a Bektaşiler borçlarını, törenlerin yapıldığı salonun tam ortasında bulunan bölüme “Dar-ı Mansur” adını vererek ödemeye çalışmışlardır.
Bektaşilerin ibadet yerinin adı, “Meydan Odası”dır. Meydan Odası, İlahi Aşk Bahçesi, Aşıkların Cenneti ve İlahi Sırların mekanıdır. İslamiyet’te, kıbleye dönük ibadet esasken, Bektaşi Meydan Odasında müridler, birbirlerine yüzleri dönük ibadet gerçekleştirir. Bu ibadet tarzının nedeni, insanın bulunduğu her mekanın Kabe olarak görülmesidir. Kabe içerisinde de müminler, kıbleye dönme söz konusu olmadığı için duvar kenarlarına dizilerek, yüzleri birbirlerine dönük ibadet ederler. Bektaşi duası olan Gülbank, “yüksek sesle Tanrıyı anmak”dır. Eğitimde, namazda, niyazda lisan Türkçe’dir. Diğer Batıni ekollerde olduğu gibi, Bektaşiler de birbirlerini tanımak için özel cümleler, işaretler ve semboller kullanırlar.
Allah hiçbir sınır ile sınırlanamaz, hem Yaratıcı, hem de Yaratılmıştır. Tanrının Sıfatları görüntü aleminin içinde, Zatı görüntü aleminin dışındadır. Cevherle araz, birbirinden ayrılamaz. Allah ne Cevher, ne Arazdır. Hem Cevher, hem Arazdır. İkisi ayrı şeyler değildir, ancak aynı şeyler de değildir. Mertebeleri farklıdır.
Bir insanın babası Bektaşi diye, çocuğu da Bektaşi olmaz. Alevilik ile en önemli farklılıklardan birisi budur. Bektaşilik, kişisel talep ve seçimle, Alevilik ise, Alevi bir anne-babadan doğmak ile olur. Alevilerde bir Dede ölünce, yerine oğlu geçer. Bektaşilerde ise, her göreve bir seçim sonucu atama yapılır. Dergah mensupları arasından Derviş mertebesine yükseltilecekleri, İhvanın onayıyla Baba seçer. Baba olacak kişiyi ise, Dervişler arasından Halife Baba seçer ve Dede Baba’dan onay ister. Dede Baba, Babalar içerisinden ehil olanı “Halife Baba” tayin eder. Dede Baba makamının boşalması durumunda da Halife Babalar, kendi aralarından bir Halife Babayı, gizli oyla “Dede Baba” seçerler.
Bektaşilik özellikle, kendi kurduğu Yeniçeri örgütünün askeri gücü sayesinde, Sünni Osmanlı yönetimine dahi direnebilmiş, Yeniçerilerden çekinen Sünni Halifesi Osmanlı hükümdarları, sultan 2. Mahmut’a kadar, Bektaşi tekkelerine dokunamamışlardır.
Osmanlı dönemi Bektaşi Nefeslerine iki örnek:
1- Nesimi:
“Şol kaşı çaçı büt-i meh-veş gelir,
Kirpik okundan dolu tir-keş gelir,
Hak meyinden gözleri ser-hoş gelir,
Kirpik ü kaşı hisabı, şeş gelir.
Yar elinden çün mey-i til-keş gelir,
İçerim Hak’tan ne gelirse hoş gelir,
Onsekiz bin alemin sırrın bilen,
Ka’beteyni atıcak, seh şeş gelir.”
2- “Adem, libas-ı harf ile imlaya bir gelir,
Esma-i rumuz, sırr-ı müsemmaya bir gelir.
Her bir tamam alem-i eşyayı devr ile,
Tekmil edip, meratibin a’laya bir gelir.
Kahi basit, kah mürekkeb olur vücut,
Ahir havas-ı hamse-i ra’naya bir gelir.”
Yeniçeriler, Osmanlılar tarafından işgal edilen Hıristiyan topraklarından toplanan çocuklardan kurulu devşirme bir ordudur. Ancak Yeniçeriliğe, esir edilen Hıristiyanların çocukları değil, Bektaşi düşünce yapısına yakın Hıristiyan ailelerin çocukları arasından seçilenler alınmıştır. Seçilmenin bir şartı da, ailenin tek erkek evladı olmama koşuludur. Bektaşi düşünce yapısına göre İsa’ya, Allah’tır demek doğrudur. Ancak Allah’a İsa denilemez. Allah, İsa ile kayıtlanamaz, ancak İsa, Allah ile genişletilebilir. Bu düşünce silsilesinde Hıristiyanlar, Müslümanlığı anlamış ve “Yeniçeri” olmuşlardır. Katı Sünni inançlara bağlanmak yerine, Bektaşilerin özgür inançlı ve her türlü hurafeden arındırılmış Müslümanlığını kabul etmişlerdir. Osmanlı ordusunun bel kemiğini oluşturan bu seçkin kuvvet sayesinde Bektaşiler, Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlıların, Sünni İslam dünyasının liderliğini ele geçirmiş olmalarına karşın varlıklarını sürdürebilmişler ve devlet yapısı içerisinde etkili olmayı başarmışlardır.
Bektaşilik, engin hoşgörüsü ve farklı dinlerin sembollerini reddetmeyişi ile, yüzlerce yıl boyunca Balkanlarda Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında bir köprü oluşturmuştur. Bektaşiliğe göre, üç semavi dinden Musevilik tenzihi, Hıristiyanlık teşbihi bir dindir. Muhammed ise, zatını tenzih, sıfatlarını teşbih etmiştir.
Osmanlı yönetimince Yeniçerilere tanınan imkanların fazlalığı, Müslüman kimi tebaa arasında giderek artan huzursuzluğa ve kıskançlığa neden olmuş, Sultan 3. Murat, Yeniçeri olma hakkını seçilmiş Hıristiyan çocukların tekelinden çıkararak, çeşitli Müslüman sınıflara da kapıyı açmıştır. Şehzadeleri için yaptırdığı sünnet düğününde çok beğendiği “Zobu” denilen canbaz, parendabaz, ateşbaz, hokkabaz, düzenbaz ve çalgıcılara, ne dilerlerse yerine getirileceği sözünü veren Murat, “Yeniçeri olmak istiyoruz” talebi karşısında sözünden dönemez ve ulemanın tüm karşı çıkmasına karşın, Zobulara bu hakkı tanır. Bektaşi eğitiminden geçmemiş Zobuların Yeniçeri olması ile ordu giderek bozulmuş, kadim Bektaşi kanunları yıkılmıştır. Sonradan Yeniçeri olanlar çeşitli isyanların önderliğini yapmış, halktan haraç toplamaya başlamıştır. Osmanlının en büyük isyanlarından birisi olan Patrona Halil isyanının başındaki Patrona Halil de bir Zobudur. Sonradan olma Yeniçerilerin zulmü o boyutlara ulaşmıştır ki, Yeniçeriliğin lağvedilmesine halk arasında takılan isim, “Vakayı Hayriye (hayırlı vaka)” olmuştur.
Ancak Yeniçeriliğin lağvedilmesinin yegane sebebi, halkın zulüm görmesi ya da isyanlar değildir. Başa geçen sultan 2. Mahmut, mutlak bir istibdat yanlısıdır ve Sünni olmayan, ideallerini ön planda tutan bir Bektaşi Yeniçeri ordusunu, amaçları önündeki bir engel olarak görmektedir. Yeniçerilere alternatif olarak kurulan Nizam-ı Cedid ordusu ile Belgrad ormanlarındaki Yeniçeri talimgahı topa tutulur ve talimdeki Bektaşi kökenli Yeniçeriler, orman tamamen yakılarak katledilir. Bektaşi olmayan Yeniçeriler de derhal taraf değiştirerek, sultana bağlılıklarını bildirir. Bektaşiler bu olayı, “Vakayı Şerriye” (uğursuz vaka) olarak tanımlamaktadır.
Yeniçeriliğin, 1826’da kaldırılması ve Bektaşi kökenli Yeniçerilerin öldürülmelerini takip eden dönemde, Bektaşi dergahlarına da büyük darbeler indirilmiş ve tarikat neredeyse, Anadoludan tamamiyle silinmiş, Bektaşi dergahları, Nakşibendilere devredilmiştir (50).
Sünnilerin bu yok etme dalgasından sadece, bir bakıma Osiris Mabedi ve İskenderiye Okulu’nun da devamı sayılabilecek, Mısır’daki “Kaygusuz Sultan Dergahı” kurtulabilmiştir. O yıllarda Mısır’ın, İstanbul’dan bağımsızlığını nispeten almış olması sayesinde, Osmanlı yönetiminin şiddet kampanyasından kurtulan Kaygusuz Sultan Dergahında çok sayıda tarihi belge saklanabilmiştir. Dergah bugün askeri tesis olarak kullanılmaktaysa da çeşitli Mısır müzelerinde halen, Bektaşilere ait çok değerli tarihi eserler korunmaktadır.
Osmanlı topraklarındaki Bektaşiler, tekkelerinin büyük bölümü harap edilmiş olmasına karşın, iyi örgütlenmişlikleri ve toplum arasında kendilerini destekleyen önemli bir Alevi kitlesinin bulunması sayesinde, çabuk toparlandılar ve çok daha zor koşullar altında da olsa, faaliyetlerini sürdürdüler.
Bektaşi tarihi boyunca, Hacı Bektaş Dergahının dışında dört ana dergahtan bahsetmek mümkündür. Bunlar, Rumeli’de Dimekota’daki Seyyid Ali Sultan Dergahı (Bugün bir Yunan askeri tesisi içinde bulunmaktadır ve kapalıdır), Irak’ta Kerbela Dergahı (Bugün Şiilerin elindedir), Alanya’da Abdal Musa Sultan Dergahı (Bugün türbe olarak halk tarafından ziyaret edilmektedir) ve Mısır Kahire’de Kaygusuz Sultan Dergahıdır (Bugün askeri tesis olarak kullanılmaktadır). Sonradan bunlara, Göztepe’de Şahkulu Sultan Dergahı ilave olmuştur (Bu dergah da, halen bir alevi vakfına aittir ve Aleviler tarafından ibadet için kullanılmaktadır).
Yaklaşık 700 yıl Sünni yönetimin baskısı altında yaşayan Bektaşiler, tıpkı Aleviler gibi, Mustafa Kemal ile birlikte bu baskılardan kurtulma şansı doğunca, buna dört elle sarıldılar. Atatürk, Kurtuluş savaşı sırasında, bir yandan İttihat ve Terakki cemiyetinin ardılları olan Türk subaylarınca, diğer yandan da Bektaşi ve Alevilerce desteklendi. Atatürk, milli mücadeleyi başlatmadan hemen önce, 1919 yılının 25 Aralık’ında Hacı Bektaş dergahını ziyaret ederek, Bektaşi ve Alevilerin desteğini istedi. İnançları bakımından, laik sisteme zaten yüzyıllardır yatkın olan Bektaşiler ve Aleviler, Kuvayı Milliye’ye, tam güçleri ile destek verdiler. Bunun da ötesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinde Atatürk’ün önde gelen destekleyicileri, Bektaşi ve Alevi milletvekilleriydi. Onların lehteki oyları sayesinde, Hilafetin kaldırılması mümkün oldu.
Halen, her türlü tarikat faaliyetinin yasaklanmış olması nedeniyle Türkiye’de resmi bir Bektaşi Dergahı bulunmamaktadır. İbadet ve toplantıları için Bektaşiler, çeşitli mekanları kullanmaktadır. Bektaşilikle ilgili bir diğer ilginç bilgi, 1953 yılında kendisine icazet verilen Recep Ferdi Halife Babanın, ABD Michigan’da, Türkiye’ye bağlı bir Bektaşi Dergahı kurmuş olmasıdır. Bektaşilerin sır saklama özelliği o denli tanınmıştır ki, 2. Dünya savaşı sırasında ABD Başkanı Roosvelt, Amerikan devlet sırlarıyla ilgili önemli görevlere Bektaşilerin getirildiğini söylemiştir.