Televizyon, internet, mp3 teknolojisi, podcastler derken radyo istasyonlarının geleceği maalesef tehlikeye girdi. Bütün dünyada, insanları tekrar radyoya çekmek için farklı yollar, yeni formatlar deneniyor. Artık kimsenin, istek şarkısının radyoda çalmasını bekleyecek sabrı yok; onun yerine şarkıyı internetten indirmek bile daha çabuk olabiliyor.  Herkesin kendi müzik çaları, kendi listesi, kendi seçtiği şarkılar var ve artık her türlü şarkıya ulaşmak çok kolay. Yine de, “Radyolar ölecek mi?” tartışması için hala çok erken ve -neyseki- hala “bir sonraki şarkının ya da sohbet konusunun ne olacağını merak eden insanlar” var!
 
Bu arada ben de bir radyocuyum ve radyonun ne kadar özel ve önemli bir iletişim aracı olduğunu hatırlatan filmleri izleme şansı bulunca da gerçekten çok seviniyorum çünkü bana göre, sinema dünyasında radyoyu anlatan filmlerin sayısı gerçekten çok az.  Bu sayıda size, en sevdiğim “radyo filmleri”ni derlemek istedim. Bu filmleri ‘popüler sinema’dan seçtim ve kısa bir süre önce izlediğim “The Boat That Rocked” filmi de bana ilham kaynağı olarak, zamanında izlemiş olduğum filmlerle ilgili hafızamı tazelememi sağladı. İsterseniz sondan başlayalım;

“The Boat That Rocked”, 1960’lı yılarda, rock ‘n’ roll çağının tam da en çılgın zamanlarında İngiltere’de geçiyor. Ancak İngiltere’de insanlar bu müziğe o kadar da kolay ulaşamıyor. BBC radyolarında daha çok söz programları ve klasik müzik yayınları var. Dolayısıyla rock müzik yayını yapan korsan radyolar hızlı bir şekilde yayılmış durumda. Film aslında gerçek bir hikayenin biraz daha renklendirilmiş bir versiyonu çünkü 60’lı yıllarda Radio Caroline bir korsan radyo olarak ortalığı kasıp kavurmuştu.

Bir gemiden yayın yapan “Radio Rock” adlı radyo, İngiltere’de tamamen bir fenomene dönüşmüş konumda. Gençler, yaşlılar, çocuklar, kadınlar; Rolling Stones, The Beach Boys, The Who, Jimi Hendrix, The Supremes gibi grupları dinliyor ve radyolarının başında çılgınca dansediyor. Bu arada radyonun disk jockeyleri de birer “celebrity” ve -yaşlı, şişman ya da antipatik olmaları hiç önemli değil-,  her birinin çoğunlukla güzel ve genç kızlardan oluşan sayısız hayranı var. Tabii bu büyük ve görkemli gemide düzenlenen partilerden de bahsetmeden geçmeyelim; çeşitli zamanlarda gemiye davet edilen hayranlar botlarla, bu yüzen radyoya yanaşarak hayranı oldukları DJlerle tanışma ve onlarla “iyi vakit” geçirme şansına sahip oluyorlar. En fazla kadın hayrana sahip DJ “Midnight Mark”, en sevilen DJ ise sabah şovunun sahibi ve gemide bulunan tek Amerikalı “The Count”. Onlar dışında; ekipte gemideki bütün alemlerin dışında kalmayı tercih eden Simon, haber spikeri “On the Hour John”, annesinin onu evden atmasıyla yolu bir stajyer olarak bu radyoya düşen “Young Karl”, onun oda arkadaşı “Thick Kevin”, gemideki tek kadın olan ve her tanıştığı kişiye lezbiyen olduğunu söyleyen aşçı Gemma, gece yayınlarını yaptığı için gemidekilerin bile yüzünü altı ay sonra gördüğü Bob, “yıldız programcı” Gavin ve radyonun “stil sahibi” yöneticisi Quentin filmin ana karakterlerini oluşturuyor.

Hikayemizin asıl çatışma noktasını oluşturan kişi ise, “toplum ahlakını bozduğu” gerekçesiyle korsan radyoları kapatmaya uğraşan ve bunun için her yolu deneyen hükümet görevlisi Sir Alistair Dormandy.

Film boyunca, bir gemiden 24 saat canlı yayın yapan bu sıradışı radyo istasyonunda yaşanan eğlenceli olayları izlerken, hem bir döneme damgasını vuran rock ‘n’ roll çılgınlığına tanıklık ediyor, hem de bizim ülkemizde yaklaşık 40 yıl sonra ve farklı biçimlerde yaşanan korsan radyo fenomeninin İngiliz toplumunu nasıl etkisi altına aldığını yönetmenin hayal gücünün yardımıyla daha da renkli bir atmosferle görme fırsatı yakalıyoruz.

Senaristliğini ve yönetmenliğini romantik komedilerdeki başarısıyla tanınan Yeni Zelandalı yönetmen Richard Curtis’in yaptığı filmin başrol oyuncularını da birbirinden usta oyuncular oluşturuyor. Kenneth  Branagh, Philip Seymour Hoffman, Bill Nighy, Rhsy Ifans kadroda öne çıkan isimlerden birkaçı. Emma Thompson da küçük bir rolle karşımıza çıkıyor.

Filmin son bölümleri size biraz abartılı daha doğrusu fantastik gelebilir ama radyoculuk mesleğinin kendisi de hayal gücünün sınırlarını bir parça zorlamayı gerektiriyor zaten.

Diyeceğim o ki, hem hoşça vakit geçirip fonda 60’lı yılların müthiş şarkılarını dinlemek, hem radyolardaki müzik yayınlarına ruh veren DJlerin nasıl insanlar olduklarını bir nebze anlamak, hem de olabilecek en eğlenceli iş ortamının içinde bulunmak için bu filmi izleyin! Tabii radyo dünyasını tanımak için bu kesinlikle yeterli bir adım değil. İşe önce Radio Days’le başlamalısınız. Radyonun ‘altın çağı’nı Woody Allen’dan daha iyi kimse anlatamazdı.

Evet, “Radio Days”, 1987 yapımı bir Woody Allen filmi ve radyonun Amerika’daki altın çağı olarak nitelendirilen döneme nostaljik bir bakış açısı getiriyor. “Radio Days”in ayrıca Woody Allen’ın hayat arkadaşları olan Mia  Farrow ve Diane Keaton’ı biraraya getiren tek Allen filmi olmak gibi bir özelliği var. Film 1988 yılında “En İyi Sanat Yönetmenliği” ve “En İyi Senaryo” dallarında Oscar’a aday olmuştu. İyi bir radyo dinleyicisinin bu filmi izlemesi şart diye düşünüyorum.

Radyo filmleri sıralamasında üçüncü olarak “Private Parts” (1997) geliyor benim listemde. Tüm zamanların en ünlü radyo disk jockeyi Howard Stern’ün hayat hikayesini anlatan filmin başrolünde Howard Stern’ün kendisi yeralıyor.

Sabah programlarına bambaşka bir soluk getiren ve küçük bir yerel radyodan New York’un en çok dinlenen istasyonuna transfer olduktan sonra tüm Amerika tarafından takip edilen bir kişi haline gelen Howard Stern’ün sıradışı yayıncılık anlayışı ve evliliği süresince yaşadıkları sizi şaşırtacak ve gülümsetecek.

Radyoyu sinemaya taşıyan önemli ve unutulmaz bir diğer film de tabii ki “Good Morning Vietnam!” (1987) Robin Williams’ın “Gooooood Morning Vietnaaaaaaam!” diye başlayan anonsları biz radyoculara her zaman ilham kaynağı olmuştur. Savaş ortamına neşe getiren çılgın DJ Adrian Cronauer karakteri ise o yıl Robin Williams’a, “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar adaylığı getirmişti.

Ve, gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanan bir başka radyo filmi; “Talk To Me”…Washington D.C.’de radyoculuk yapan ve aynı zamanda 60’lı yılların komünist aktivistlerinden biri olan Ralph ‘Petey’ Greene’nin hayatının anlatıldığı filmde Don Cheadle, siyahi radyocu Petey rolünü büyük bir ustalıkla canlandırdı. 2007 yapımı “Talk To Me”, son derece başarılı bir drama.

Radyo filmlerinin özellikle 80’li yıllarda oldukça popüler olduğunu görüyoruz. Oliver Stone’un da radyolarla ilgili bir filmi olduğunu biliyor muydunuz? “Talk Radio”, Stone’un en iyisi sayılmaz ama özellikle sansüre karşı bir duruş sergileyen programcı Barry’nin yaşadıkları beyazperdeye oldukça gerçekçi bir biçimde yansıtılmış.Tabii Eric Bogosian’ın oyunculuğu da filmde ön plana çıkıyor. Uzun diyalogların olduğu yapımda Bogosian’a Leslie Hope, Ellen Greene ve Alec Baldwin eşlik ediyor.

Son olarak, sadece zaman geçirmek için izleyebileceğiniz bir radyo filmiyle listemi tamamlamak istiyorum; “Airheads”! Brendan Fraser, Steve Buscemi ve Adam Sandler’ı biraraya getiren bu komedi filmi, ünlü olmaya çalışan bir rock grubunun, demo kayıtlarını yayınlatmak için bir radyo istasyonundakileri rehin alma hikayelerini anlatıyor. Sadece Steve Buscemi’yi rockçı imajıyla görmek için bile seyredebilirsiniz.

İyi bir radyo dinleyicisi olup da hayatında bir radyo stüdyosu görme ya da bir radyo istasyonunda işlerin nasıl yürüdüğüyle ilgili bilgi sahibi olma fırsatı bulamamış kişiler bu filmleri izleyerek radyo dünyasına ufak bir adım atabilirler. Büyüyü bozmak istemeyenler için ise tek bir tavsiyem olabilir; “Bırakın filmleri, siz dinlemeye ve hayal etmeye devam edin!”

Fulya Akbuğa