“Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.”
Murat Uyurkulak’ın Tol[1] adlı olağanüstü romanın bu ilk kelimeleri, kitabın kapağını açan okuyucuya tokat gibi vurduğu o anda, son 40 yılımızın tarihinin üzerindeki örtüyü çekip almaya, tüm olan biteni çırılçıplak haliyle ortalığa sermeye yetiyor. Yusuf’un Diyarbakır’a doğru çıktığı tren yolculuğunda babasının 60’lardan başlayan hikâyesini anlattığı mektupları okuyuşuyla sürüklenen Tol romanını, belki de en uygun kelimelerle Yıldırım Türker[2] anlatıyor:
“Tol‘un alt başlığı, ‘Bir İntikam Romanı’. İrkiltici bir uzlaşmazlığın, koyu mu koyu bir yeisin romanı, aynı zamanda. Kuşaktan kuşağa devredilen bir lanetin izini sürmek için yola düzülen bir adamın romanı. Kendine, tam da tükendiği, yolun sonuna geldiği, silinip kaybolmak, ardında en ufak iz bırakmadan buharlaşmak istediği bir anda armağan edilir, hiç tanımadığı babasının serüveni. Uzun bir tren yolculuğu boyunca başka bir lanetlinin eline sıkıştırdığı defterlerden, o acılı dönüşme-paralanma-kaybolma serüvenini takip eder.”
Kuruluş manifestolarında amaçlarının “Devrimci, halka dönük ve bağımsız bir sinemanın yaratılması’ olduğunu bildiren Genç Sinemacılar da, 1969 yılında ellerinde kameralarla Türkiye’de “sokağa indiklerinde”, amaçları devrimin tanıklığını yapmak; grevleri, yürüyüşleri, mitingleri kaydetmek, sonu devrime kadar gidecek olan tüm o gelişmeleri anbean belgelemekti. Hareketin önemli isimlerinden Enis Rıza Sakızlı, yakın zamanda kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle diyor:
“Genç Sinema Hareketinin en önemli özelliği, kolektif ve sivil bir hareket olmasıydı. Kameranın sokağa indiği ve gerçeğin esas alındığı bir hareketti. Film çekmek zor ve masraflıydı. Anadolu’ya film yapmak ya da çektiğimiz filmleri izletmek için gittiğimizde insanlar kan paralarını bize verirdi. Filmleri kendimiz yıkamayı öğrenir, börek tepsilerinde film yıkardık. O dönem televizyon yeni kurulmuş, ancak televizyon haberciliği gelişmemişti. Biz, Türkiye’de yaşanan her şeyi çekiyor, kısa filmler halinde enformasyon yayıyorduk.”
O günlerde devrim bir ihtimaldi. Genç Sinemacıların ellerindeki kameralar kadar da yakın ve gerçek bir ihtimal. Post-modern deyip geçiverdiğimiz bugünlerde ise “devrim” gibi beylik kelimelerin de modasının, modern zamanlara ait olan her şey gibi geçtiği söylenebilir tabi ki. Bugün Enis Rıza Sakızlı, “biz devrimi belgelediğimizi düşünüyorduk” dediğinde, buruk bir şekilde bu düşüncenin “naifliğine ve hayalciliğine” gülümsüyoruz.
“Hatırla Sevgili” dizisi de ağırlıkla, Genç Sinemacıların tanıklık ettiği ve belgelediği dönemleri konu alıyor ve sık sık da o dönemlerin önemli siyasi gelişmelerine dair gazete kupürleri ve görüntülere yer veriyor. Dizide kullanılan görüntülerin Genç Sinemacıların çektikleri olup olmadığını bilemeyiz, ama öyle olduklarını farz etmek çıkış noktası açısından işimize yarayabilir. Bu noktada, şöyle bir soruyu sorma olasılığı doğuyor: 60 sonlarından itibaren devrimi gerçekleşirken belgelemek amacıyla çekilen bu görüntüler bugün hangi içerikte ve amaçla kullanılıyor? “Muhtemel, pek muhtemel bir olasılık” iken, gençlik hezeyanlarının naif hayalperestliği durumuna nasıl dönüştü ki devrim? Nasıl alaya alınabilir hale geldi? Nasıl izlendikçe iç çekilen siyah beyaz görüntülerin gözle görünmeyen nesnesi oldu?
1960’ların sonunda Genç Sinemacıların zihinlerindeki “devrim ihtimali”; ellerinde kameralarla “devrimci devrimci” koşuşturarak çektikleri filmlerin, 2000’li yılların ilk çeyreğine birer “prime time” sakızı olarak girme ihtimalinden daha gerçekti. Bugünse, “biz devrimi kaydediyorduk” diyen Enis Rıza ve arkadaşlarına sempatiyle gülümsüyoruz. Pamuklu yastıklarımızı kucağımıza almış “Hatırla Sevgili”’nin “devrimci çocuğu” Deniz’i, ya da belki de Genç Sinemacıların çektiği “6. Filo’nun denize dökülmesi” sahnelerini izlerken nasıl buruk buruk gülümsüyorsak öyle. “Kime/neye niyet, kime/neye kısmet” demek uygun olur mu?
Genç Sinemacılar tarafından çekildiğini farz etme oyunu oynadığımız bu görüntülerin bir televizyon dizisine malzeme olması bile önemli bir ayrıma işaret ederken, dikkat çeken bir diğer unsur ise, görüntülerin kullanılış biçimi. Belgesel türüne göz kırpan üslubuyla gerçekle kurgu arasında kolay geçişler yapabilen, bu geçişler sayesinde tarihi ve toplumsal belleği de eğip bükme gücünü içinde barındıran, her türlü eleştiriden de bu “ne öyle, ne de böyle”liliği ile kaçış yolu açık bir dizi “Hatırla Sevgili”. Belki de tıpkı bu yüzden, Deniz Gezmiş’in idam edilmeden önce sarf ettiği “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!” cümleleri, dizinin montaj aşamasında sansüre uğrayabiliyor[3], hem de kimseye borçlanmadan.
Devrimin, devrim sözcüğünün ifade ettiklerinin, sol mücadelenin; “dışarıdan empoze edilmiş bir kardeş kavgası”, “gençlere has bir macera tutkusu”, “nafile bir çaba”; başarısızlığın ise “pisipisine uğranılmış bir felaket” söylemine dönüşmesi nasıl oldu? Algı ve temsil biçimlerindeki bu kara dönüşüm neye işaret ediyor? Bu dönüşümün olanaklı ve olanaksız kıldığı siyaset ve eylem biçimleri nedir?
Genç Sinemacıların kaydettikleri/ürettikleri görüntüler, bugünün bağlamında bambaşka amaçlara hizmet ederek, bambaşka siyaset ihtimallerini yaratarak kullanılabiliyor elbette. Ekranlarımızda ana karakterlerinin duygusal maceralarının arka planındaki bir renk olarak görmeye alıştığımız yakın tarihin devrim ihtimali, aynı ekranlar sayesinde söz konusu arka planın “artık çoktan tarihe karışmış olduğu” mesajını da içinde taşıyor. “Hatırla Ey İzleyici” diye feryat eden bu kurgu-gerçek karışımı ürünler, izleyiciye farkında olmadan devrim ihtimalinin ve sol mücadelenin bir parodisini sunarak çeşitli –ama içinde benzer söylem biçimlerini barındıran- tepkilere kapı açıyorlar. “Gençler hoş ama boş bir hayale kapılmış, birbirlerini boğazlamışlar; sonra da darbeler, işkenceler… Yazık.”
Esas yazık olan ise, izleyicinin vermesi beklenen en siyasi, en vicdanlı tepkinin tam da bu olması… Zaten, bu ve benzer ürünlerdeki temsil biçimleri başka bir söze de geçit bırakmıyor. Tol’un Diyarbakır yolcusu Yusuf’unun peşinde koştuğu intikam ruhunun zihinlerimize hücum etmesi ise belki de en son arzulanan tepki ve hareket biçimi. Bırakın intikam peşinde koşmayı, içinde söz veya eylem barındıran herhangi bir muhalefet biçimi yerine, amaçlanan şey şu: kayıp ölünün bedenini bir kere bulduktan sonra onun cenazesini kaldırmak. Böylece herkes acısıyla yüzleşebilir, yasını tutabilir, peşini bırakabilir. “Gerçekte” de böyle olmuyor mu? Bir “ah” çekip, yakın tarihimize dair önümüze atılan kırıntıları bulmanın tatminkârlığıyla yeni bir kanala geçiyoruz. “Kurguda” ise intikam alınıyor. Tren yolda, Yusuf da babasının geçmişinin içine dalıp gitmiş iken birileri anbean intikam alıyor.
“Sol harekete saygı gösterisi” ya da “geçmişle hesaplaşma” adına girişilen işlerin geçmişin parodisini çizmeye; geçmişin, o dönemin ve koşulların aktörleri için oldukça gerçek olan ihtimallerini gençliğe, tecrübesizliğe, boş idealizme dair olumsuz imalarla ilişkilendirmek, geçmişi “kara” kılan sorumlularla hesaplaşmanın yanından bile geçemiyor. Devrim ihtimali düşüncesi ve bu düşüncenin sahipleriyle hesaplaşmaktan,[4] onların “körpeliğine” vurgu yapmaktan, bu ihtimalin bir hayale dönüşmesine katkıda bulunanlara sıra gelmiyor, gelemiyor. Geçmişle gerçek bir hesaplaşmadan yoksun olan bu ürünlerin “sol harekete saygı gösterisi” çabası ise ucubeleşerek “rahmetliye saygı duruşu” gösterisine dönüşüyor.
Dizide, dönemin “devrimci hareketleri” ile yaygın “gençlik” algısı arasında kurulan paralellik ise Türkiye’deki sol hareket ve darbeleri malzeme alan tüm filmlerde yaygın bir tema olması sebebiyle koskoca bir araştırmanın konusu olabilir. Gençliğin hareketli, hayalperest, acayip fikirlere kapılan, idealist, körpe, deneyimsiz, hata yapan, bireyler olarak tasavvur edilmesiyle, dizide aktif “devrimcilerin” de aynı özelliklerle resmedilişi, bu karakterlerin devrimci fikirlerinin ve hareketlerinin de “gençliklerine verilmesine” yol açarken, aynı anda izleyicinin de aynı bağlantıları kurması ve paralel düşüncelere sevk edilmesi amaçlanıyor.
İlginç bir nokta da, “devrimci” fikirlerin daha “zararsız,” devrimci hareketlerin ise en safından hayalperest, irrasyonel, deneyimsiz ve tehlikeli (hem kendisi, hem de toplum için) olarak çizilmesi… Sözgelimi, “Hatırla Sevgili”nin bir bölümünde sosyalist karakterlerinden Mehmet, aktif komünist oğlu Deniz’e şöyle diyor: “Oğlum, düşüncelerine sonuna kadar katılıyorum ama yaptıklarını desteklemiyorum; bu yol yanlış, yolun yanlış.” Bu sahneye tanık olan izleyicinin de, “yaşı gereği oğlundan çok daha deneyimli, akıllı, usturuplu” olduğu farz edilen babaya hak vermesi, böylece devrim ihtimali fikrinin naif bir umut, bu ihtimal adına girişilen tüm eylemlerin de “gençliğe özgü bazı gözü kara hezeyanlar” olarak algılaması gayet doğal. Bu bağlamda, dönemin aktörleriyle ilgili en sık duyduğumuz cümlelerin “İyi çocuklardı, kötü değillerdi, ama yanlış şeyler yaptılar, sonra başlarına da neler geldi” semalarında gezinmesi de o kadar garip gelmemeli.
Beden ile ulus arasında kurulan koşutluklara hiç yabancı değiliz. Günümüzde darbeler ve sol hareket üzerine geliştirilmiş baskın söylemlerdeki “gençlik” kavramı algısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi arasındaki paralellikler üzerinden bir üst okuma da yapılabilir: “1919’da doğan, çocukluk dönemini çok partili döneme geçtikten sonra atlatan Türkiye, gençliğine özgü ruh çalkantılarını 50’lerden 80’lere olan dönemde pekâlâ yaşamış olabilir. Gençlik döneminden yetişkinliğe geçişin de 12 Eylül’de yaşanan kötü bir tecrübe sonucu gerçekleştiğini farz edersek, artık bir “yetişkin” olmuş bu ülkenin saf, boş ve mantıksız hayallere kapılması artık söz konusu değildir, olmamalıdır.”
Gerçek hayatımızın, travmatik cumhuriyetimizde geçen gerçek olaylarının akışında devrim, yıllar öncesinin deneyimsizlere ve saflara özgü bir hayali olarak 2 saatlik oturma odası eğlencelerimizin ekranda oynayan bir konusu artık. “Yitip giden, baştan kaybedilmiş bir umut” olarak önümüze sürülen bir sözcük, bir tarih. “Gerçek” dediğimiz düzlemde yok edilen devrim ihtimali düşüncesinin kurgusal düzlemdeki akıbeti ise kendini Tol’un son sayfalarında açık ediyor.
Kaynakça
ATV’de Deniz Gezmiş Sansürü”, İnternet Haber, Mart 2008
(http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=134063).
Genç Sinema Dergisi Sayı:1, Ekim 1968.
“Genç Sinemacılarla Söyleşi: Ahmet Soner, Veysel Atayman, Enis Rıza”, Görüntü, Spring 1996, pp.
25-33.
Maktav, Hilmi. “Vatan, Millet, Sinema”, Birikim, Temmuz 2006.
Uyurkulak, Murat. Tol: Bir İntikam Romanı, Metis Yayınları, İstanbul, 2002.
Yıldırım Türker. “’Tol’, roman!”, Radikal 2, 3 Kasım 2002
[1] Uyurkulak, Murat. Tol: Bir İntikam Romanı, Metis Yayınları, İstanbul, 2002.
[2] Yıldırım Türker, “’Tol’, roman!”, Radikal 2, 3 Kasım 2002
[3] Sansür olayı birçok internet haber sitesinde yer aldı. Bunlardan biri de İnternet Haberisimli sitenin 24 Mart 2008 tarihinde verdiği “ATV’de Deniz Gezmiş Sansürü” başlıklı haber oldu.
[4] Hilmi Maktav, Birikim’de yayınlanan “Vatan, Millet Sinema” adlı makalesinde Türkiye Sinemasının “dokunulmazlarından” bahsederken 12 Eylül ve 12 Mart darbelerini konu alan filmlere değiniyor. Maktav, bu filmlerde karakterlerin bir kez bile devletin sorumlu kurumlarıyla hesaplaşmadıklarını, darbe mağduru oyuncuların “film karelerine bir kez bile ‘ordu’ ve ‘darbe’ sözcükleri kullanmadan, orduyu eleştirmeden, sadece sol geçmişleriyle hesaplaşarak” girebilmiş olduklarına dikkat çekiyor.