12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri darbe sonucu konuyla doğrudan bağlantısı olacak kadar politik bir kimliğim olmasa da, hayatım olumlu olmayan yönde ciddi bir değişikliğe uğradı.

1951 Yılında ilk sendikacılık hareketlerinin ülkemizde başladığı yıllardan bu yana, sendika işi ilgilenen babam, en son görevi olan DİSK Yürütme Kurulu üyeliği görevine devam ederken olmuştu askeri darbe. Başa gelen askeri yönetimin “tüm sendikacıları güvence altına almak istiyoruz, lütfen en yakın kışlaya gidin” çağrısına uymuş, biri hariç tüm diğer yönetim ve yürütme kurulu üyeleri, uzman kadro ve diğer aktif sendikacı dostları ile birlikte Selimiye Kışlası’na başvurmuştu. İdam istemi ile yargılanmış, bu arada gerekli beklentilerin henüz dolmadığı gerekçesi ile dört yıldan biraz az bir zaman tutuklu kalmıştı. Sonuçta diğer yürütme kurulu üyeleri ile birlikte onar yıl cezaya çarptırılmıştı. O dönemde yürürlükte olan infaz yasası gereği, yattıkları zaman cezalara denk gelmiş, serbest kalmışlardı.

Bütün bunlar olurken 1982 Anayasası çoktan kabul edilmiş ve ülkemizde Özal Hükümetleri dönemi başlamıştı. Askeri mahkemelerin kararlarını temyiz için sivil mahkemelere gidilen dönemde, DİSK Yürütme Kurulu da temyize başvurmuş ve sonuçta beraat ederek, şu anda artık bir hayalet kuruma benzeyen DİSK yeniden açılmıştı.

Bütün bunlar olurken ben ve benim gibi binlerce kişi çeşitli sıkıntılar yaşamak zorunda kalmıştık. Herşeyden önce ciddi bir para sıkıntımız olmaya başlamıştı. Öncesinde oldukça rahat bir yaşamımız vardı ancak babamın biri Büyükada’da diğeri Kurtuluş’ta olmak üzere iki evi dışında hiçbir birikimi yoktu. Biz gelenle rahat içinde yaşardık. Birdenbire büyük sıkıntımız olmaya başladı.

Hiç unutmuyorum bir keresinde annemle bir ekmeği ortadan bölüp, birer haşlanmış yumurtayı yarımşar ekmeğin içine koyup, yanında da duru su içerek akşam yemeği işimizi çözümlemiştik. Bunun gibi o zamanlarda bana çok acılı gelen o kadar çok gün yaşadım ki…

Bütün bunlar olurken nihayet iyi bir iş bulmuştum ve keyifle çalışıyordum. Ne yazık ki iki yıllık bir çalışmadan sonra, işyerim satıldı ve ben yeni alan Holding Yönetimi’yle bir türlü anlaşamadım. Onca sıkıntı yetmezmiş gibi bir de işsiz kalmıştım.

Bu tarihten sonra pek çok kez aynı senaryoyla karşılaşarak geçti yıllarım. Yeni bir işi buluyoırum, çalışmaya başlıyorum, kısa zamanda ulaştığım başarı birilerinin gözüne hoş gelrken başkalarına korkutucu geliyor ve yine işsiz kalıyorum.

Derken 11 Ağustos 1989 günü kendimi İsrail’e uçan El Al uçağında buldum. O ülkede tam üç yıl kaldım. Bu arada DİSK açıldı, babam eski işine geri döndü ve ben de her şey daha güzel olacak sanarak geri dönmeye karar verdim. Öyle de yaptım.

Acilen çalışmam ve Türkiye’ye yeniden uyum sağlamam gerekiyordu. Başvurduğum işyerleriyle bir türlü anlaşamıyordum. Sonunda canıma tak dedi. Bana sunulan o komik ücretlerle çalışmaktansa, kendi işimi yapmayı dener, olmazsa başka bir yol düşünürüm demiştim kendi kendime. Benimle aynı durumda olan bir çocukluk arkadaşımla elele verip:

“-En iyisi kendi işimizi yapmaya çabalayalım. Nasıl olsa kaybedecek bir şeyimiz yok, en fazla başaramadık” deriz deyip, kolları sıvadık. Beni çocukluğumdan beri tanıyan eski bir dostun mal vermek yoluyla açtığı kredi ve oradan buradan toplama kırık dökük bazı eşyaları bir araya getirip, bir şirketlere yönelik kırtasiye dükkanı açtık.

Oldukça yoğun ve zorlu bir çalışma döneminden sonra, Osmanbey Sosko İş Merkezi’nin iki kat aşağıdaki bodrumundan, Ebe Kızı Sokak’a (bugünkü Galatasaray İlköğretim Okulu’nun karşısı) taşınmayı ve perakende satış yapabilen, günün koşullarına göre iyi bir de fotokopi makinesi olan bir dükkana ulaşmıştık.

Kısa bir zaman sonra arkadaşımla yollarımız ayrıldı. Ben tek başıma kaldım. Tam o dönemde, bize ilk krediyi veren dost sıkıntılı bir döneme girdi. Benden tabir-i caizse “hatır senetleri” istedi. O zamanlar “hayır” demeyi öğrenememiştim. Başıma gelecekleri ön görmeme karşın isteğini kabul ettim. Daha ilk senedin vadesinin olduğu gün, o dostun işyerine gelen bir haciz sonucu tam olarak iflas etti dostum.

Elbette benim boyumu çok fazla aşan senedi ödeyemedim. Bir hafta sonra dükkanıma geldiğimde, yazar kasam dışındaki her şeyin yerinde yeller esiyordu. Banka hacze gelmiş, her şeyi toplayıp götürmüştü.

Elimde tüm senetlerimi değilse bile senetlerin yarısından biraz fazlasını karşılayacak vadesi henüz gelmemiş bir miktar çek vardı. Bankaya gittim. Müdürle görüştüm. Kendisine “alacağınız her şeyimi aldınız, adıma kayıtlı başka hiçbir şey yok, size bu çekleri vereyim, haczettikleriniz de size kalsın, senetlerimi iade edip beni serbest bırakın, onurum bana kalsın” dedim.

Bugün anlıyorum ki, banka müdürü bana inanmadı. Bu kadarını verebiliyorsam devamını da verebileceğimi sandı. Önerimi geri çevirdi. Ayrıca daha da önemli bir şeyi ayrımsıyorum. Banka müdürünün bana inanmaması gerekiyordu ki ben kaderimin kalan kısmını gerçekleştirebileyim.

Benim şifaya giden yolculuğumun bütün bu olanlarla bağlantısını ancak yıllar sonra anlayabildim. Belki de o zaman hayata lanet edip, “kara kaderim, kör talihim” diye dövünüp, onu bunu suçlamak yerine, ben bütün bunları neden yaşıyorum, ne öğrenmem gerekiyor, neyi gözden kaçırıyorum” gibi soruları sormayı bilseydim, hayata ve gerçeklerim sandığım her şeye daha farklı bir açıdan bakabilseydim, rehberlerim beni bu kadar zorlayıcı bir senaryoya mahkum etmeyeceklerdi. Yine de her yaşadığım deneyimin, bugün bir başka insanı yargılamadan ve anlayışla karşılamama yardımcı olduğunu düşündüğümde “belki de başka seçenek yoktu, her gelenle empati kurabilmemin tek yolu, deneyimlerinden en azından bir kısmının benzerini yaşamış olmamdı” diyorum.

Ayrıca eğer İsrail’e ikinci kez gitmeseydim, belki de hiçbir zaman şifa işiyle ilgilenmeyecektim…

Neyse ben yine yolculuğumun öyküsüne döneyim.

O zamanlar babamın evinde kalıyordum. Bankanın babamın evine gelmeyeceğini biliyordum. Yine de işi sağlama almak istedim.

Zaten yeterince sıkıntı ve üzüntü yaşamış olan anne ve babamı bir kez daha bunaltacak tatsız bir deneyim yaşamalarına hiç gerek yoktu. Tası tarağı topladım, ikinci senedin vadesi gelmeden hazırlandım, uçak biletimi ve elimde kalan son para olan 100 dolarımı aldım ve daha önce üç yıl kalıp, yol, iz ve dilini iyi öğrendiğim İsrail’e geri dönmek üzere hava alanına geldim. Son bir umutla bankaya telefon açıp, durumu anlattım. Banka müdürüne:

“-Bakın, o çekleri ablama bıraktım, ben şu anda hava alanındayım, İsrail’e gidiyorum, beni bulma şansınız ortadan kalkıyor. Eğer önerimi kabul ederseniz, ben de gitmekten vazgeçerim, hem siz hem de ben bu işi en az zararla kapatmış oluruz” dedim. Müdür bey bana inanmamakta ısrarlı oldu.

“-Sen vermesen de biz bankayız almasını biliriz” deyince o kadar sinirlenmişim ki “ancak ü..n birini alırsınız” deyip telefonu kapadım.

Kırtasiyecilikle ilgili yolculuğum bu konuşma ile sona ermiş, İsrail gibi zor bir ülkede ikinci yolculuğum başlamıştı.

Daha sonra bütün bunları yaşamama neden olan o eski dost da İsrail’e geldi, zaman içinde İngiltere’de yaşayan ağabeyi benim senetlerim de dahil tüm borçlarını kapattı. Bankaya önerdiğim diğer çekleri ise ablam daha sonra batan kendi işinde kullandı. Anlayacağınız o para ne bana yaradı, ne eski dosta, ne bankaya, hatta ne de kullanan ablama. Bugün “kim bilir neyin bedelini ödemiştik hep birlikte” diye düşünüyorum açıkçası.

İsrail’deki ilk gidişimde, bir yıl dil eğitimi almak üzere iki ayrı kibutsda yaşadıktan sonra, son iki yıl boyunca Eilat isimli şehirde yaşamıştım ve pek çok dost edinmiştim. Yine de ilk iş olarak bir otelde oda temizliği bulduğum, kendime sağlam bir yere edinene dek, çok fazla sıkıntıya katlandığım[1] bu şehirde kalmak istemiyordum.

Holon adlı ve Tel-Aviv2e yapışık şehirlerden birinde oturan bir dostum geçici bir süre için evini açtı. Bu arada hiç para harcatmadı sağolsun. Onun da yardımıyla, bir çocuk bakıcılığı işi buldum ve “gerçekten” yeni yaşamıma böylece başladım.

Bu işi hiç sevmiyordum. Yine de Tel-Aviv’de yaşamak o kadar zor ve pahalıdır ki, cebindeki tek parası 100 dolar olan bir insanın, Yüce Yaratan’a ve onun vesilelerine tam ve sarsılmaz bir güveni yoksa, sevse de sevmezse de bulduğu o işte çalışmaktan başka bir seçeneği olmaz. Bana da öyle oldu L.

Biraz öfke, biraz kızgınlık, biraz yaşama küskünlük derken, cidden ağır bir depresyona girdim. Kalp atışlarımda bir düzensizlik başladı ve ben gerçekten de yaşama küsmeye başladım. Derken bir zaman sonra bakıcılığını üstlendiğim çocukla ben birbirimize oldukça alıştık. Annesi ile de aram oldukça iyiydi. Kısa bir zaman sonra bir hafta sonu izni aldım ve eski şehrim olan Eilat’a arkadaşlarımı ziyarete gitmek üzere hazırlandım. İşte o gün yaşadığım şoku hiç unutmuyorum. Cebimdeki 100 doları bozdurmaya gittim ve bunu başaramadım. Paranın benim fark etmediğim bir biçimde bir ucu yırtık ve eksikti. Bütün bu olanlarda aradan çok zaman geçti sanmayın. Henüz yeni işimde birinci ayımı bile doldurmamıştım.

Daha önce de pek çok çaresiz kaldığım durum yaşamıştım ama böylesini neredeyse hiç anımsamıyorum. Tek bir akrabamın bile olmadığı, arkadaşlarımdan bekleyebileceklerimin hepsini aldığım bir ülkedeydim ve küçücük maaşımı alıncaya kadar tek kuruşum yoktu. (Depresyonun en dibini o zaman gördüğümü sanıyordum, meğer daha kötüleri de olurmuş. Çok şükür ki bunu birebir yaşayarak değil, başkalarınını izleyerek öğrendim .) Yine de cesaretimi topladım ve programıma uygun olarak Eilat’a gittim. Çalıştığım evin sahibinden küçük bir avans alabilmiş olmama çok dua ettim yol boyunca.

Orada ilk gelişimde son çalıştığım işyeri olan gözlükçü dükkanına uğradım. Amacım bana her zaman iyi davranan ve her türlü sorunumda yanımda olan eski patronuma ve eşine merhaba demekti. Gelişime çok sevinen patronum hemen soyunup işe başlamamı söyledi. Eski ev sahibem ise, bakıma gereksinme duyan, bir kalçası kırık olması nedeniyle yatağa mahkum, yaşlı ve yalnız yaşayan bir milletvekili emeklisinin evinde bana bir oda ayarladı. Çocuk bakıcılığından kazandığım parayla yaşamımı sürdürmek olanaksızdı. Burada en azından bildiğim bir işete çalışacak ve doğru düzgün bir gelir sahibi olacaktım. Hiç kalmayı istemediğim Eilat’a bir kez daha mahkum olmuştum.

Tel-Aviv’de çalıştığım yerdeki kadının zor durumda kalmasına izin vermeyecek biçimde geri döndüm, birini ayarlayana kadar işime devam ettim, eşyalarımı toplayıp, eski şehrime geri döndüm.

Oldukça iyi bir gelire kavuşmuştum. Üstelik yaşam için gerekli, kira ve gıda giderlerim de yoktu. Adamın milletvekili emeklisi olması nedeniyle evdeki telefon bile ücretsizdi. Düzenli olarak aileme telefon açabiliyordum. Kazandığım parayı harcayabileceğim fazla bir yer de yoktu. İşyerimde akşam vardiyasında çalışıyor, gece yarısı işten çıkar çıkmaz da ihtiyara bakmak için eve koşuyordum.

Yatalak ve yarım akıllı bir adamla aynı evde yaşamak kolay olmazsa da halimden çok şikayetçi değildim doğrusu. Hatta “ooooh nişhayet yıllar sonra bir rahata erdim ve leimde istediğimi yapacak kadar para kalıyor” şeklinde düşündüğüm günleri bile anımsıyorum. Nereden bilecektim bu rahatlığın da yaşam denilen okuldaki sınavlarımdan birisini oluşturduğunu?

Hele ki adamcağızı iki kez ölümden kurtarmamın verdiği mutluluğu anlatamam. İşten çıkıp eve geldiğimde adamcağızı kusmuş ve kendi kusmuğu yüzünden boğazı tıkanmış halde bulmuştum iki seferinde de. Özellikle birinci kez, eve geldiğimde hırıltılar duyup koşmuştum. Hafiften morarmaya başlamıştı ve gerçekten boğulmak üzereydi. O zamanlar şifacılıktan falan anladığım yok ama adamın durumunun ne olduğu belli. Fanilasının yakasına yapıştığım gibi kaldırıverdim bedenini. Nasıl gücüm yetti bilmem ama ters çevirdim ve kuvvetlice sırtına vurup ağzındakileri boşaltmasını sağlayıp, nefes almasının rahatlamadığını görünce hemen ambulans çağırdım. Bir de asıl bakıcısına haber verdim.

Bütün bu olanlara canım sıkılıyor olsa da, Tel-Aviv’deki kadar depresyon yaratmıyordu bende açıkçası. En azından maddi sıkıntım yoktu. Beni seven arkadaşlarımı ağırlayabildiğim bir evde, üstelik de ücretsiz ve hatta sıfır giderle yaşıyordum. Daha ne isteseydim ki?

Derler ya “adamın sıkıntısı olmayınca ya alim olurmuş ya zalim” ben alim olmaya karar verdim. Açık Üniversite’ye ödeyebileceğim kadar ders almak koşuluyla kayıt yaptırıp, ekonomi öğrencisi oldum.

Bir yıl sonunda yaşamım oldukça keyifli ve düzenli görünürken, kozmetik ürünleri pazarlayan bir firmanın tanıtım toplantısına davet edildim. “Saito Shiatsu” markalı ve yüzde yüz doğal olduğunu iddia ettikleri bir üründü söz konusu olan.

Toplantıda meridyenler ve enerji sözleri sarf ediliyordu. Hiçbir şey anlamıyor ve o kadar sıkılıyordum ki, bir an önce bitse de kurtulup gitsek diye dua ediyordum. Her zamanki gibi “tuzum var diyene elimde hıyarla koştuğumu” düşünüyor, kendime küfürler yağdırıyordum.

Sonunda ürünün tanıtımı bitti ve uygulama zamanı geldi. Bir çok uzman vardı. Bir tanesi de bana yaklaştı, elimden tutup aynalı koltuklardan birinin önüne oturttu. Bir sürü sorular soruyordu. Şiveli konuşmamın arkasına sığınıp, “anlamıyorum, nasıl denir bilmiyorum” gibi bir şeyler geveleyip, bir an önce başlamasını istediğimi belirtiyordum. Asıl isteğimin bitirse de gitsek şeklinde olması nedeniyle elimden geldiğince kısa sürmesine çabalıyordum orada geçireceğim zamanın L.

Sonunda o an geldi. Kadın elini kutulardan birine daldırdı. İçinden bir miktar krem aldı. Küçük darbelerle yüzümün birkaç yerine kremi noktalar halinde koydu. Sonra özel bir çalışma yaparak o kremi yüzüme yedirdi.

Sanki elinde sihirli bir değnek vardı. Hiç olmadığım kadar gevşemiş, biraz önceki sıkıntı ve sinirimden eser kalmamıştı. Hiç böyle bir ürünle karşılaşmamış olduğumu düşündüm ve artık oyun oynamayı bırakıp bunu dile getirmeyi düşündüm. Öte yandan da utanıyordum. Ne de olsa kıza İbranice bilmiyorum ya da az biliyorum falan demiştim.

Dilimi elimden geldiğince bozmaya çaba göstererek “hiç böyle bir ürün kullanmadım, bu nasıl bir şey, çok rahatladım, bunlardan almak istiyorum” gibi bir şeyler söyledim. Sonunda rahatlığı sağlayanın ürün değil, cilde yedirirken kullandıkları ve ürünün adının yanında yer alan “Shiatsu” sözcüğünün içeriğini oluşturan teknik olduğunu öğrendim. Bütün o meridyen ve enerji sözleri bunları anlatmak içinmiş. Anlatmışlar da, ama ben dinlememişim. İbranice’m yetersiz falan gibi bir şeyler söyleyip durumu kurtarmaya çalıştım.

Sonra bize bu ürünü evlerde pazarlamak isteyip istemeyeceğimizi sordular. Ek gelir için iyi olacağını düşünüyorlardı. Aslında daha fazla paraya, ek gelire falan gereksinmem yoktu. Ben bütün o gelirlerimin yanı sıra, Tarot ve iskambil karışımı bir şeyle kadınlara bazı kehanetlerde bulunuyor, bu işten de oldukça iyi bir para kazanıyordum. Açıkçası gerçekten de iyiydim bu işte. Ünlü biri olmuştum şehirde.

Her ne olduysa, çok zamanım varmış gibi, ürünün pazarlamasını yapmayı da kabul ettim. Şimdi geriye baktığımda, aslında ürünle değil teknikle ilgili olarak bunu kabul ettiğimi görüyorum. İçten içe, belli belirsiz, bu Shiatsu dedikleri şeyi öğrenmek istiyordum. Bir hafta boyunca ürün ve Shaitsu hakkında temel bir eğitim aldık.

Meğer dünya üzerinde şifacılık diye bir meslek varmış. Bu mesleğin İsrail’de okulu varmış. Shaitsu bu mesleğin dallarından biriymiş, sadece yüze değil tüm bedene yapılırmış, ve saire, ve saire, ve saire.

Onca zorluğu yeni yenmiş, ekonomide başarı gösterip, burslu okuma başarısı kazanmış, üstelik bu ürün sayesinde iyi de bir ek gelir elde etmiş biri olarak, yerimde kalmam gerekirdi belki de. Yine de border line kişilik bozukluğunun hemen kapısında sıra bekleyen biri olarak, kimse öyle davranmamı beklememeliydi.

Derhal araştırmalara girdim. Okulun yerini, eğitimin süresini, ücretini falan öğrendim. Okul Tel-Aviv’de ben Eilat’tayım. Okulun yıllık geliri belki başka bir yerde çalışınca kazanacağım tüm para kadar. Tel-Aviv’de bu kadar para kazanabileceğim, aynı zamanda okula gidecek kadar da zamanım kalacak bir iş bulmam oldukça zor. Bütün bunlar bir araya geldiğinde, ortalama bir insan korkar değil mi? Bense törpülendim, bileylendim ve “başaracağım, bunu yapacağım, ülkeme ya kimsede olmayan ya da çok az insanda bulunan başka bir meslekle dönüp, artık para sıkıntısı yaşamayacağım” çığlıkları atmaya başladım.

Nasıl olsa yaşlı bakmaya alışmıştım. Orada da bulurum diye düşünüyordum. Buldum da… Tel-Aviv’de değilse bile yakınında bir şehir olan Petah-Tikva’da, yıllar önce Türkiye’den göçmüş bir ailenin annelerine bakabileceğim ve böylece yemek ve yatacak yer sorunumu çözebileceğim bir fırsat doğdu. Oğlu annesinin huysuz olduğunu ve gündüz yardıma gereksinmesi olmadığını söylemişti. Böylece hem dışarıda bir iş bulup para kazanabilecek, hem de kadının huysuzluklarına katlanabilecek kadar nefes alma şansı yakalayacaktım. Ama onlar bana para vermeyeceklerdi, yatacak yer ve yemek karşılığında orada kalacaktım. Üstelik kadının bakıma gereksinmesi de yoktu. Sadece akşamları evde yalnız kalmaması için biri gerekiyordu.

Bu arada sözlük üreten bir firmada sekreterlik işi bulmuştum. Her sabah işe giderken kendi halime gülüyordum. Düşünsenize, Türkiye doğumlu ZSG İsrail’de İbranice’den İbranice’ye sözlük yapımında bilgisayarda çalışıyor, sözlüğü tab ediyor. Gerçekten komik bir durum.

Kadın aksi ve huysuz değildi. Aksine bana çok iyi davranıyordu. Ancak beş dakika bile geç kalmama tahammül edemiyordu. Evden işe, işten eve yaşıyor, sosyal bir etkinliğe katılmak şöyle dursun, işyerimdeki üç kişi, kadın ve oğlu dışında kimseyi görmüyordum tüm bir hafta boyunca. Yine de halime şükretmiyor değildim. En azından okula gitmek için hala bir umudum vardı.

Bütün bunlar oluyor, iyi güzel de, ben hala okula kayıt yaptıramıyorum. Birincisi sözlük işinden yeterince para kazanamıyorum, ikincisi, yaşlı kadın yüzünden okula gidecek zamanım kalmıyordu. Ben yine de kararlıyım. Bu okula gideceğim. Yoksa onca rahata ermişken ne diye sıkıntıya girseydim ki…

Sonunda İsrail’de çalışan ve sahiplerine zamanında bazı yardımlarda bulunduğum bir Türk inşaat şirketinde çok iyi koşullarla bir iş buldum. Tek önkoşulum vardı. Okula zaman ayırmama izin vereceklerdi. Karşılıkla anlaştık. ilk iş olarak okula kaydımı yaptırdım. Eilat’tayken biriktirdiğim bir miktar para vardı. Okulun ilk üç aylığını peşin ödeyebilmiştim.

Yeni bir ev tutuncaya kadar, şirketin merkezi olarak kullanılan ve sadece şantiye şefi olan mimar arkadaş ile ayda bir kez ve kısa bir süre için gelen genel müdürün kaldığı yerde kalabilecektim.

Genel müdür benim konuşma tarzımı çok kaba bulmuştu. Ayrıca benim patronun arkadaşı olmama da içten içe öfkeleniyordu. Bana zerre kadar güvenmiyor, hiçbir iş yapmama izin vermiyordu. O şirkette de ilk sekiz ay çok sıkıntılar çektim. Yine de hepsini anlatmayım. O kadar sıkıntıya ben bile inanmakta zorluk çekerken, sizleri de bunaltmayayım. J

Bu arada şirketin mali müşaviri olan ve Türkiye’den gitme Sami Bey, Ramat Gan’daki (yine Tel_aviv’e yapışık ve oldukça pahalı bir şehir) evlerinin yakında boşalacağını, bir adsını eşi için tutmaları gerektiğini söyledi. Kadıncağızın ağabeyi üst katta, kız kardeşi ise karşı apartmanda oturuyordu. Kendi evleri is -oldukça uzak bir yerdeydi. Bu yüzden haftada iki gün Ramat Gan’daki evde kalıyordu. İstersem kalan kısmını bana kiralayabileceklerdi. Böylece konut giderlerimin yarısına da ortak olacaklardı. Evi gördüm ve bayıldım. İsrail’deki merkezi ısıtma sistemine sahip ender evlerden biriydi. Tüm eşyası içindeydi. Bana koca bir salon ve iki yatak odası kadar alan kalıyordu. Normalde en az 800 dolar olması gereken ev kirası için de 550 dolara anlaşmıştık.

Daha sonra ev sahibi Bayan Doris iler anne kız gibi olmuştuk ve hala da görüşmeyi sürdürüyoruz. Şimdi anlıyorum ki, ben kaderimin asıl yoluna girdikçe, evren de beni desteklemeye başlamıştı .

(Aslında işin bundan sonraki kısmı başka bir hikaye olabilir. Yine de hazır başlamış ve dinleyici de bulmuşken, yarıda kesmeyeyim de hevesim kursağımda kalmasın.)

Shaitsu sınıfında bir yılı tamamladıktan sonra, sadece bu yöntemle bile pek çok insana yardımcı olabileceğimi anlamış, hatta çok da mutlu olmuştum. Ne yazık ki, tek bir seçenekle asla tatmin olmayan –sınır çizgisinde yaşayan- ruhumun diplerinden gelen sesini susturamamıştım.

Ruhum daha derinden şifacı olmak istiyor, önümde dağ gibi duran zorluklara bakmak zahmetine bile katlanmadan “daha fazla eğitim almalı, daha iyi şifacı olmalısın” diye dayatıyordu.

İçimdeki iki kutup birbirleri ile çatışma haline girmiş, onlardan etkilenen bedenimin her geçen dakika biraz daha yorulmasına hiç önem vermeksizin birbirlerinin sözlerini keserek, zaman zaman birbirlerine hakaretler savurarak bırakın tartışmayı, neredeyse kavga ediyorlardı.

Zihnim:
“-Salak mısın sen? Zaten önünde daha iki yıllık Siatsu eğitimi var, ne paran ne de zamanın. Daha fazla eğitimi al da… senin neyine başını derde sokmak, Aptallık etmesene” derken, ruhum:
“-Daha fazlasını öğrenmelisin, bilgiye gereksinmen var, başka türlü şifacı olamayacaksın, bu salak zihninini onaracak kadar şifayı asla bulamayacaksın. Biyo-enerji de öğrenmelisin. Aromaterapi ve başka ruhsal şifalar da var, hepsini öğren. Korkak zihninin seni durdurmasına izin verme, korkak olma, cesur ol ” diye dayatıyordu.

Zihnimin bir yanı, ruhumun derinlerinden gelen bu sesin ne kadar haklı olduğunun farkındaydı. Shaitsu sınıfına ilk girdiğimiz gün, öğretmenimiz “neden Shaitsu öğrenmek istiyorsunuz?” diye sormuş, beş yıllık Naturpati eğitimi almakta olduklarından zorunlu olarak katılanlar dışında, her bir öğrencinin kendince haklı ve çok ulvi yanıtlarını sabırla dinlemişti. Ben her nasılsa utanmadan sıkılmadan gerçeği söylemiştim. Sözcüklerimi elbette tam olarak anımsamıyorum ama “bir gün gelecek ve yine Türkiye’ye döneceğim, o zaman kimsenin yanında çalışmak istemiyorum, kendi işimi yapıp, rahatça karnımı doyurmak istiyorum, hatta olanaklar izin verirse zengin olmayı bile istiyorum” gibi bir şeylerdi söylediklerim.

Öğretmen, herkes sözünü bitirdikten sonra kısa bir süre beklemiş, sınıfta tam bir sessizlik oluştuğunda ağır ağır “hepinizi dinledim, her biriniz ayrı ayrı çok yüce ruhlarınız var sanıyorsunuz” demiş, sözlerinin etkisini görmek istercesine için tekrar suskunluğa gömülmüştü.

Sınıfta herkes şaşkındı ve kimse gözünü yerden kaldırıp diğerinin gözüne bakamıyordu. Zaten her birimiz ayrı yerlerden gelmiştik. O gün bizim ilk bir araya geldiğimiz gündü. Yarım saat kadar öncesine dek birbirimizi hiç tanımıyorduk. Halka şeklinde, yerde oturduğumuz sınıfta, birer birer adlarımızı ve mesleklerimizi söylemiş, sonra da neden Shaitsu terapisti olmak istediğimizi söylemiştik. Genelde verilen yanıtların ana fikri “insanlara yardımcı olmak isteği içinde” olduğumuz yönündeydi.

Birkaç saniye sonra öğretmenimiz ağzını açtı ve kararlı ve sert bir ses tonuyla “sakın aldanmayın! şifacı olmak istiyorsunuz çünkü şifaya gereksinme duyuyorsunuz” demişti. Daha ilk şoku atlatamamış olan sınıfta herkes birbirinin gözüne bakmaya başlamış, oradan buradan hafif hafif itiraz sesleri yükselmeye başlamıştı.

Sonra bana döndü ve yarı alaycı bir bakış ve ses tonuyla “sana gelince, sakın bu meslekten zengin olacağını zannetme, belki rahat yaşayacak kadar parayı kazanırsın ama asla zengin olamazsın, sana çok para verecekler olsa bile, meslek ya seni bu paraları almaktan alıkoyar ya da bu para gereksinme duyan başkalarına gider, buna razı değilsen boşuna zaman ve enerji tüketme” demişti.

Bu olaydan bir yıl sonra öğretmenimizin ne kadar haklı olduğunu ruhsal olarak öğrenmiş olsam da egolarımızın asıl kaynağını oluşturan zihnim bu gerçeği kabul etmemek için elinden geleni ardına koymamaya başlamıştı. Elbette Shaitsu dışında başka hiçbir eğitim almamam konusunda kararlı olan bu parçam, kendince son derece haklı ve mantıklı sebeplerle, şifa yolunda daha fazla araç gereçle (bilgi) donanmamam için gereken her engeli karşıma korkusuzca çıkarıyordu..

Tam bu zamanda annemin büyük ablası vefat etti haberi geldi. Ya sevgili teyzemin (toprağı bol olsun) son yolculuğunda bulunmayacak ve böylece masraf yapmamış olacaktım ya da işyerimden –gerekiyorsa ücretsiz- izin alarak ilk uçağa atlayıp Türkiye’ye gelecek, cenazesine olamazsa bile hiç olmazsa yedisine katılacaktım. Ben ikinci yolu yeğledim. Evren bu seçimimi desteklemiş olmalı ki, işyerimden rahatça izin almakla kalmadım, uçak biletimi de üstlendiler. Böylece, para ve zengin olmak konusunda öğretmenin dediklerini yavaş yavaş anlamaya, sadece Shaitsu değil, “kişi hangi meslekte olursa olsun, gerçekten teslimiyetle yaşıyorsa gerçekten de dünyevi anlamda maddi zengin olamıyor” konusunun anlamını adım adım kavramaya başlamıştım.

Dönüşte zihnime ilk söylediğim şey “madem bir cenazeye katılmak istediğimde, maddi olarak destekleniyorum, eğitim almak istediğim konuda da destekleneceğimden eminim, bu kez ruhumun yolunda yürüyorum” oldu ve bu konuda zihnimin yanıt vermek adına dediklerini daha fazla dinlememeye karar verdim.

Bir yıllık eğitimimde, daha önce farklı biçimlerde ve genellikle dini doktrinler arasında, yasaktır, günahtır, cezalanırsın gibi korku tümceleri arasında duyduğum pek çok yasanın evrensel açılımları hakkında bilgi sahibi olmuştum. İşin içinden korku unsuru çıkıp da yerine mantıklı bilgi girince, daha önce burun kıvırdığım “teslimiyet yasası” ciddi bir anlam kazanmıştı gözümde. Evrensel desteği ancak teslim olduğum zaman alacağımı en azından kabul etmiştim. Seçimimde ruhumun yanında olup, zihnimin bağırtısına kulak tıkamaya kesin kararlıydım[2].

Gerçekten de yardım geldi. Bizim sınıfta ikinci yıla devam etmek isteyen çok kişi oldu. Hiç kimsenin talebi olmamasına karşın okul Shaitsu’da ikinci sınıfa devam etmek isteyenlere yüzde elli oranında indirim uygulayacağını açıkladı.

Böylece Biyo-enerji sınıfına katılabilmek için gerekli maddi rahatlığa ulaşmıştım. Aslında aldığım destek bununla da kalmadı. Birinci sınıfını tamamladığımız Shaitsu konusunda artık düz terapist olarak çalışabilmemize olanak sağlayan belgelerimiz de ellerimize verilmişti.

Yine de yeni bir maddi sıkıntı yaşamak istemiyordum. Ayrıca olabildiğince çoık derse katılamaya kararlıydım. Ne yazık ki artık Tarot yapamıyordum. Öğretmenimiz bu tür işlerle uğraşıp enerjimizi o yönde tüketmemize kesinlikle karşıydı. Bizlere “Tarot’u bırakamayacak kadar seviyorsanız bunda bir sakınca yok, belki de başkalarına bu yolla yardımcı olmalısınız, ancak terapist olacağım diyorsanız, bundan vazgeçmelisiniz” diyordu. Bugün ne kadar haklı olduğunu görüyorum. Tarot bambaşka bir enerji ile çalışmanızı sağlıyor ve bu kesinlikle şifada kullanılan enerji değil. Şifa yönünüz arttıkça Tarot ve kehanet yönünüz de oradan besleniyor. Daha iyi kehanetlerde bulunuyorsanız da daha iyi şifa yapabilmeniz gecikmeye başlıyor. Ancak şifada tam ve yeterli enerji alanı oluşturduğunuzda tekrar Tarot ya da benzeri bir işle ilgilenebiliyorsunuz.

Neyse, biz yine hikayemize dönelim J. Utanarak sıkılarak da olsa, birinci sınıfı okurken denek olmaya gönüllü olan dostlara durumu anlattım ve “bana yardımcı olmalarını, memnuniyetlerini başkalarına anlatmalarını” rica ettim. Böylece belki biraz daha para kazanıp, başka derslere de katılabileceğimi düşünüyordum. Üç tanesi başkasına gerek olmadığını kendilerinin ücretli terapi almaya hazır olduklarını söylediler. Zamanla her gün bir kişiye Shaitsu uygulamaya başlamıştım.

Shaitsu ve Biyo-enerji eğitimlerine zaten maaşım yetiyordu. Gelen ek parayla –daha önceden planladığım gibi- bazı kısa dönem destekleyici programların eğitimine katılmaya başladım.

Türkiye’ye döndükten sonra, ACMOS Sistemi ile karşılaştığımda, tüm bilgilerimi sentezleyebileceğimi bana gösteren bir yöntem olduğunu ayrımsayıp sevgili Widad Nash’tan eğitim almaya başladım ve iki yıl boyunca, öğrenci/şifacı yoluma elimden geldiğince devam ettim.

Tüm bu yolculuk sırasında, içsel dünyamda pek çok bozuk enerji alanı ile karşılaştım. Bazılarını kendi bilgilerimle temizledim, bazılarını farklı alanlarda çalışan dostlardan yardım alarak dengeledim.

Border line kişilik bozukluğu’na yatkınlık teşhisi koyan terapistimle Bilişsel Terapi alarak 8 seans çalıştım. Bu yönümle barışıp, onunla mücadele etmeyi bıraktım. Böylece border line yerine çok renkli kişilik sahibi insan olarak nitelendirilemeye başladım.

Eğer bu kadar çok yönlü, kolay sıkılan, çabuk güçlenen biri olmasaydım, belki de tüm yukarıdaki öykü de olmayacaktı. Ortalama bir insan olup, köşemde örgü örmeye devam edecektim. Yaşamım kolay ve sıkıcı olup, kendi başarılarımla başarısızlıklarım arasında sadece incecik bir çizgi kalacaktı. Öğrenmeye açık olan yanım belki çoktan körelmiş, kapanmış olacaktı. Bugün elimden geldiğince enerjilerini dengelediğim insanlar yerine, psikolog, psikiyatr ya da belki şifacıları ziyarete giden, toplumuzdaki pek çok insan gibi, çok kazansa da kazandıkları ile, sağlıkçıların rızkına vesile olan biri durumuna gelecektim…

Yaşamım boyunca, güçlü, kararlı ve araştırıcı olmama bilerek ya da bilmeyerek katkıda bulunan her insana, özellikle ikinci kez İsrail’e gitmeme neden olan o eski dost ile adı lazım değil banka müdürüne çok teşekkür ediyorum.

1995 yılında tanıştığım ve ulaşmak için tüm yaşantımı değiştirmeye gönüllü olduğum şifacılık konusunda kararlı olduğumu ispat ettikçe evrenden aldığım desteğin de arttığı bu yolculuk 1998 yılında Türkiye’ye dönüp profesyonel olmaya çabaladığım bunca yıldan sonra, kendi işyerimi kurduğum 1 Ocak 2005 gününe dek sürdü. Şimdi yeni bir yola girdim. Yolumun adı eğitmenlik. Ben de tıpkı ilk Shaitsu öğretmenim Sevgili Ruti Goldenberg gibi, şifacı olmak isteyenlere “şifaya gereksinme duymayan kişi şifacı olmaz” diyen biriyim. Yaşamımın bu yeni yolculuğunda, öğrenci/şifacılığın bir üst spiralinde yer alan öğrenci/şifacı/eğitmen olma adayı olarak yılmadan ilerliyorum.

Bütün bu dersleri alırken kendime zarar vermeme engel olan, öğrenci/şifacı/eğitmen olmam yolunda beni hem zorlayıp hem destekleyen tüm yardımcı varlıklara teşekkür ediyorum. Onları vesile kılarak önümdeki kapıları açan Yüce Yaratan’a hamt OL’sun.

[1] Yukarıdaki hikayeden de anlayabileceğiniz gibi, ilk gidişimde ne yol biliyordum ne iz. Cebimde uçak biletim dahil toplam 1000 dolarla yola çıkmıştım. Paranın oldukça yüklü bir kısmını zaten bir yıl boyunca kaldığım kibutslarda bitirmiştim.
Bu arada Sovyetler Birliği dağılmış ve İsrail’e yaklaşık 1 milyon Rus asıllı Yahudi gelmişti. İşsizlik ve parasızlık tüm ülkenin kanayan yarasıydı.
Devletin yeni gelen kişilere verdiği yardımları almaya hakkım olsa da başvurularımda “şu anda içinde bulunduğumuz özel durumda Türkiye refah ülkeleri sınıfında kaldığından, size yardım yapamayız” şeklinde yanıtlar alıyordum.
İki aylık bir işsizlik döneminden sonra, bütün bu olanlarda şehrini büyütüp geliştirmeyi uman Eilat Beledi

Zeynep Alan Sevil Güven