Hepimiz her an bir yerlerde olur, birşeyler yaparız. Çoğu zaman da neyi neden yaptığımızın farkında dahi olmadan yaşar gideriz. İşe giderken hergün gittiğimiz yolların bir önemi yokmuş gibi gelir. Rutine bir şekilde kendimiz kaptırır, bazı şeyleri artık sorgulamamaya başlarız. Zaten hergün gittiğimiz yolları sorgulamak da pek akıllıca (?) bir iş olmasa gerek. Ancak bir an gelir ve o anda idrak seviyemizin değiştiğini anlarız. Yaşlı birine yardım ederiz ya da bir kuşa, sabah işte yemek için aldığımız poğaçadan bir parça veririz. Koca kainatta bunun ne önemli mi var? Var! Hem de bizim aklımızın alabileceğinden çok daha fazla. Çünkü birşey değişir, herşey değişir. Yaptığımız en ufak işlerin bile, neleri tetikleyip harekete geçirdiğinin her an farkında olsak; acaba şu anda ve bundan sonra davrandığımız gibi davranmaya devam edebilir miydik!

 

Herkes gibi ben denizde, yaz ayları geldiğinde tatile çıkmak için planlara başlarım. Yıllardan bir yıl, tatillerden bir tatilde, bir dostumla beraber Antalya’ya gitmeye karar verdik. Tanrılar’ın Dağı olan Olimpos’un yamaçlarında sakin ve huzurlu bir tatil geçirmeyi planlıyorduk. Bol oksijen, ağaçlar, güzel yemekler, sıcak sohbetler ve tabii ki dalış… Kocaman sırt çantasından sarkan paletler ve maskelerle tam olarak yürüyen bir eşya yığınını andırıyorduk. Derken, kalmak için hem mangır hem de neşe açısından çok hoş bir yer bulup yerleştik. Gerçekten de bu uzun yolculuğa ve yorulmamıza değecek kadar güzel bir yere bulmuştuk. Bilenler bilirler, Olimpos doğal koruma alanıdır. Onun için de öyle, oteller, moteller yoktur. Mütevazi pansiyonlar ve çadırlarda konaklanılır. 68’li yılların ruhu hakimdir. Sabah uyandığınızda portakal ağaçları sizi selamlar. Tüm gece boyunca da ağaçların birbirleri ile yaptıkları hoş sohbeti dinleyebilir ya da uyku tulumunu alıp, sahilde dalga sesleri ile muhabbet edip, daha sonra da uykuya dalabilirsiniz. (tabii deniz kaplumbağaların yumurtlama dönemleri hariç) Neyse konumuz Olimpos’un maalesef artık kaybolmaya başlayan güzellikleri değil tabii.

Olimpos’un doğal koruma alanı olmasının nedenlerinden biri de, türleri her geçen gün biraz daha azalan, deniz kaplumbağalarının yumurtlama alanı olmasıdır. Yani en azından o zamanlar öyleydi. Bu şirin yaratıkların soyu maalesef her geçen gün daha da hızlı bir şekilde tükeniyor. Durumun birbirini tetikleyen birçok nedeni var. Bugün uzun kilometreler kaydederek, kumsallara ulaşan deniz kaplumbağası anne adayları yorucu yolculuklarının ardından, kumsala yumurtlamak için geliyor ve maalesef yumurtlamaları için yeteri kadar temiz ve güvenli bir sahille karşılaşmıyorlar. Çok değil bundan sadece 7 yıl önce çok rahat rastlayabileceğiniz deniz kaplumbağalarını görmek artık neredeyse bir hayal.

Her sabah paletlerim ve maskemle serbest dalış yapıyordum. Bir sabah gene dalış yaparken epey uzaklaşmış olduğumu fark ettim. Sahilin sonlarına doğru açıklarda bir yerdeydim. Denizden geri dönecek gücümün kalamadığını fark ettim. Kıyıya yüzüp, sahil boyunca yürüyerek, geri dönecektim. Uzun kulaçların sonunda, sahile ulaştım. Kumsalın biraz ötesindeki uyarı yazılarını gördüm. Bazı yerlere de ince tahtalardan direkler dikilmişti. Uçlarında bayraklar sallanıyordu. Deniz kısmından yürümeye devam ettim. Bu sırada bir takım insanların ellerinde ölçüm aletleri ve bilemediğim bir cihazlarla işaretli olan yerlerde birşeyler yaptıklarını yapıyorlardı. Onlara seslendim. Dümdüz yürüyerek yanlarına gelebileceğimi söylediler. Yanlarına vardığımda, WWF Türkiye’den bir ekip olduklarını söylediler. Deniz kaplumbağalarının yumurtalarından çıkarak dünyaya “Merhaba!” deme zamanları gelmişti ve dilersem yarın sabah 05:00’da onlara katılabileceğimi, ancak gelmek için dağ yolunu takip etmemi ve yanımda bir fener bulundurmamı söylediler. Deniz kaplumbağaları yumurtalarından çıktıklarında genlerinde kodlu olduğu üzere denize doğru hareket etmeye başlıyorlardı. Ancak, son dönemde hızla artan yapılaşma nedeniyle, kumsalda ışıklandırma çalışmaları yapılmıştı. Bu durumda da minik deniz kaplumbağalarının kafası karışıyor ve denize doğru yolculuğa çıkmaları gerekirken, ışığa doğru yol alıyorlar ve tabii kaçınılmaz sonla karşılaşıyorlardı. Ayrıca gerek gelen tatilcilerin köpekleri ve diğer evcil hayvanları, gerekse köyde zaten yaşayan sahipsiz köpekler, bu minik ve tecrübesiz yaratıklar için tehlike oluşturuyordu. İşte tüm bunlar ve de buna benzeyen nedenlerden ötürü yardıma ihtiyaçları oluyordu. Gönüllülerden oluşan bu ekip de onların güvenli bir şekilde denize ulaşmasını sağlıyordu. Kısacası kafası karışan ya da ufak bir yardıma ihtiyacı olan deniz kaplumbağalarına yardım ellerini uzatıyorlardı.

Çadırıma döndüğümde arkadaşımı olanlardan haberdar ettim. O da gelmek istediğini söyledi. Tek problem sabahın beşinde kalkmaktı. Ne de olsa tatildeydik. Ancak her ikimizde hiç sorun yaşamadan uyanmıştık. “Demek ki uyanmamız gerekiyormuş.” dedim içimden. Yola koyulduk. Temiz dağ havası da ciğerlerimize çok iyi gelmişti. Uzun bir yolculuğun ardından WWF gönüllülerinin yanına vardık. Onlar ellerindeki ekipmanlarla, biz de el feneri ve meraklı bir yürekle yola koyulduk. Onlar önden biz de arkalarından ilerliyorduk. Yanlış birşeyler yapmamak için, onların ayaklarını kaldırdıkları yere biz adımlarımı yerleştiriyor, böylelikle içimiz rahat bir şekilde ilerliyorduk. Bir sürü yuvanın önünden geçtik. Bizim gibi meraklı başka insanlar da vardı. Her yuvanın başında bir profesyonel kişi, birkaç da meraklı insan toplanıyordu. Yavrular çıkmaya başlamışlardı bile. Herkes bu ana tanıklık etmenin mutluluğun yaşıyordu. Ancak biz hiçbir yuvanın başında durmadan, kumda yürümekten çok yorulmuş olmamıza rağmen devam ettik. Son yuvanın başına vardığımızda, bir profesyonel arkadaşım ve ben kalmıştık. Çocuğun adı Ömer’di ve siyah çamurumsu birşeyi kurcalıyordu. Daha sonra üzerine su dökmeye başladı. Sanki bir şeyleri temizliyor gibiydi. Çok geçmeden bunun bir yavru deniz kaplumbağası olduğunu anladık. Ancak Ömer çok da neşeli bakmıyordu:

“Başaramadı. Öldü.”dedi. Yumurtanın içinde fazla kalmış ve oldukça geç dışarı çıkmıştı. Diğer kardeşleri ise, daha yumurtadan çıkmadan ölmüşlerdi.

“Neden nefes almıyor mu?” diye sordum

“Hayır alıyor. Ama çok yorulmuş ve gördüğün gibi kıpırdayamıyor bile.” dedi. Ayrıca önünde yürümesi gereken upuzun bir kumsal vardı. Denize en uzak yuva onunkiydi. Diğerleri neredeyse denize varmak üzereydiler.

Kaplumbağaya bakakaldım. Suyun sayesinde temizlemişti. Ama hiç kıpırdamıyordu. Kendini öylece bırakmıştı. Nefes aldığını da göremiyordum. İçimde birşeylerin sonsuz parçalara ayrıldığını hissettim. Bu kadar emek. “Vazgeçme!”dedim içimden “Sakın vazgeçme miniğim. Biz buradayız ve senin için herşeyi yapmaya hazırız.” dedim. Bir kıpırdanma gördüm. Minik kollarından birini hareket ettirdi. Çığlık attım.

“Yaşıyor. İşte bakın hareket ediyor. Hadi miniğim.” dedim. Ama Ömer’in gözlerinde kocaman bir umutsuzluk vardı. O da çok üzgündü.

“Elif, koca bir sahil var kat etmesi gereken. Kolları çok güçsüz başaramaz.” dedi.

“Nereden biliyorsun?” diye karşı çıktım. Çok sinirlenmiştim. “Ayrıca o gidemezse, biz denize atarız onu.” diye ekledim.

“Hayır olmaz.” dedi. “Hem biz tutup onu denize atsak bile, balıklar daha suya girer girmez afiyetle onu midelerine indirirler.”

“Ufff ya!” dedim. “Demek iş denize ulaşması ile de bitmiyor.”

“Hayır. Bu yolu kat etmeli ki kolları yeterince güçlensin ve balıklar onu yemeden açık denizlere gidebilsin. Aksi taktirde zaten denizde çok fazla yaşama şansı olmayacaktır.” dedi.

Doğanın muhteşem yasası işte… Ama bir saniye için bile içime umutsuzluk düşmedi. Onu ilk gördüğüm anda kum taneleri içinde ölü gibi yatıyordu. Şimdi ise, üzerinde bir tane bile kum tanesi yoktu ve hareket ediyordu. Önce ışıkların olduğu dağ yönü tarafına doğru gitmeye çalışmıştı. Ona müdahale ettik. Şimdiden denize doğru iki tane kol hareketi yapmıştı. Biraz dinlenmeye ihtiyacı vardı. Olsun gene de hızlı gelişme gösteriyordu.

“Ayrıca güneş doğmadan denize ulaşması lazım. Yoksa kuruyarak, ölür. Ama bu konuda ona yardımcı olmamızda bir sakınca yok. Gene de elini çabuk tutsa iyi olur.”

Ömer’in de gözünde umut ışığı görmüştüm. Arkadaşıma baktım. Olanlar karşısında gayet nötr bir şekilde duruyordu. Hayatım boyunca herşeyin bir nedeni olduğunu düşünmüşümdür. Bu nedenleri bulmak konusunda da ısrarlı davranmışımdır. Şimdi bu tatil yerinde, sabahın köründe, en uzak yuvanın yanında, tüm kardeşleri ölmüş bir deniz kaplumbağasının başında bu kişiler olarak dikiliyorsak, bunun da mutlaka bir nedeni vardı. Birden kafamda bir şimşek çaktı. Arkadaşıma dönerek;

“Sen reiki midir nedir, öyle bir şeyler yapıyordun. Evrensel yaşam enerjisi ile kendine şifa verip enerji topluyordun. Bir kere de bana yapmıştın hatta. Onu yapsana bu miniğe. Hayvanlara yapılması konusunda bir sakınca yoksa tabii.” dedim. O zamanlar sorumdan da anlaşılacağı üzere bu konularda çok da bilgili değildim. Ama buna rağmen, eğer birine gerçekten de yardım etmek istiyorsanız, bilgi bir şekilde geliyordu işte.

“Hay aklınla bin yaşa.” dedi. Sonra tuhaf semboller çizdi. Daireler falan yaptı. Ömer de bize tuhaf tuhaf bakıyordu.

“O yaşayacak.” dedim. “Kocaman bir adam olacak hem de…” Bunu söylerken içimde en ufak bir şüphe dahi yoktu.

Arkadaşım şekiller çizme işini bitirmiş, avuç içlerini kaplumbağaya doğru çevirmiş öylece duruyordu. Tuhaf bir görüntü. Kaplumbağa hiç kıpırdamamaya başlamıştı. Neler olduğunu çözemiyordum ama yaptığımızda yanlış birşeyler olmadığından emindim. Sonra birden harekete geçti. Ardı ardına kollarını hareket ettiriyordu. Sonra duruyordu. Durduğu zaman arkadaşım kaplumbağanın tepesine gidip, avcunun içini ona doğru yakınlaştırıyordu. Sonra tekrar harekete geçiyordu. O anda, avuçlarından soğuk esintili bir şeylerin geldiğini gördüm. Evet beyaz birşey avucunun içinden çıkıp, kaplumbağayı sarmalıyor ve o da hareket etmeye başlıyordu. Ömer’e baktım. Yüzündeki ifadeden O’nun da gördüğü kesindi. “Evren yaşaman için herşeyi yapıyor. Ha gayret miniğim.” dedim. Ardından dua etmeye başladım. “Allahım ona verdiğin cana merhamet et ve yaşamasına hayırlısıysa izin ver. Sen güzeli seversin. Bu güzelliğin varolmasına izin ver.” Dua etmeye bir an bile ara vermedim. Ömer, ben ve arkadaşım kaplumbağanın çevresinde bir daire oluşturmuştuk.

Arkadaşım daha sonra kaplumbağadan deniz tarafında doğru uzaklaştı. Elleri yine ona doğru açıktı. Kaplumbağa reiki enerjinin geldiği yere doğru hızla yürüyordu. İnanılmazdı. Dua etmeye devam ediyordum. Etrafımızda bir esinti vardı ve bunun denizden ya da dağdan olmadığına bahse girerim. Ömer,

“İyi yol aldı. Kolları gittikçe daha da güçleniyor. Hadi oğlum.” dedi. Kaplumbağanın cinsiyeti konusunda hiç konuşmamız olmamıza rağmen, hepimiz erkek olduğu konusunda hem fikirdik.

Arada duruyor bizi korkutuyordu. Diğer yoldakiler de çoktan denize dalmıştı. Bunlarla ilgilenenler işleri bittiği için (?) bizim yanımıza gelmiş olanları seyrediyorlardı. Biri;

“Yapamayacak. Biz denize atalım.” dedi.

“Hayır!” dedim. O güçlü bir oğlan bunu başaracağına eminim.” Ömer ekledi,

“Biz denize atarsak, kolları yeterince güçlü olmayacağı için ölür.” dedi.

Herkes gelmiş ve kaplumbağanın etrafında koca bir halka oluşturmuştu. Yavaş da olsa denize doğru gidiyordu ve çok az bir yolu kalmıştı. Herkes arkadaşıma bakıyordu. Ama kimse “Ne yapıyorsun diye? sormadı. Herkes tek bir yürek gibiydi. O anı kelimelerle anlatmanın çok mümkün olduğunu sanmıyorum. Yaşlı bir adam, genç bir kadın, yeni evli bir çift, sevgililer, yaramaz çocuklar… Herkes ama herkes tek bir yürekti ve herkes onun yaşaması için bir şekilde dua ediyordu. Ömer,

“Gün aydınlanıyor. Güneş onu yakmaya başlayacak.” dedi.

“Su döksek üzerine. Olur mu?” diye sordum.

“Tamam.” dedi. Bir kova su getirdik. Minik damlalar şeklinde sırtına damlatıyorduk. Her birinde belki de yüzlerce dua ediyorduk.

Denize bir karış kala durdu. Güneş iyice yükselmişti. Su damlatıyorduk; ama hemen kuruyordu. Koca sahili geçmişti ve şimdi sonuca sadece bir karış varken vazgeçemezdi. Orada öylece yatıyordu. Tutup denize atabilirdik. Ama bunun ona faydası olmayacaktı. Herkes kendini zor tutuyordu. Güneş iyice tepeye yükselmişti. O hala kıpırdamıyordu. Arkadaşım reiki verdiği eli, diğer eliyle tutuyordu artık. Göz göze geldik. “Çok güçlü desteğe ihtiyacım var.” dedi. O’nun bileğini tuttum, buz gibiydi. Kaplumbağa kıpırdanır gibi oldu. Sonra onu biraz daha ıslattık. Herkes “Hadi oğlum başaracaksın! Hadi diyordu.” Kimi içinden kimi yüksek sesle. Sonra birden olan oldu.

Bizim ufaklık kollarını iki yana doğru iyice açtı. Kendini gerdi. Bir sağa biraz sola hamle yaptı ve ardından olanca gücüyle, arkadaşıma yani denize doğru tam anlamıyla koşmaya başladı. “Sakin ol ufaklık denizde de mücadelen devam edecek.” dedim. İnanılmaz bir andı herkes çılgın gibi bağırıyordu. İşte bu başaracaksın, hadi oğlum. Sonra o an…

Denizden bir dalga geldi. Bizimkinin bacakları suya değdi. Arkadaşım reiki vermeye devam ediyordu. İçimde kelebekler havalanmış gibiydi. Sonra dalga, hem de büyük bir dalga geldi ve onu aldı. O anda nasıl bir sevinç yayıldığını tarif edemem. Sanki tüm kainatı, orada bulunan insanların yüreklerinden yayılan sevinç sarmalamıştı. Hiç kimse gözyaşlarını tutmuyordu. Ömer’e baktım, bir damla yaş yanaklarından aşağı doğru gidiyordu. Sonra onun suyun üstünden gözüken silüetine baktık. Arkadaşım bir süre daha denize doğru reiki vermeye devam etti. Sonra bir hareket yaparak elini indirdi. O da ağlıyordu. O anda orada bulunan herkes birbirilerinin gözlerini içine baktılar. O gözlerde gördüğüm tek şey Işık’tı. Saf, sevgi dolu ve gözyaşı incileri ile döşenmiş bir Işık.

“Hikmet.” dedim. “O’nun adı Hikmet olsun.” Gülüşmeler oldu. Herkes birbirine baktı, sonsuz bir sevgi ile kucaklaştı ve güne doğru yol aldılar.

Çocuklar Hikmet’in ardından suya atladılar. Herkes onu görmek istiyordu. Ömer:

“Çok şanslı.” dedi. “Gün tamamen ağardığı ve kumsala insanlar gelmeye başladığı için balıklar açıklara gitmişlerdir. Hikmet’in daha da güçlenmek için uzun ve güvenli saatleri olacak.” dedi. Yüzünde insanın içini açan bir gülümseme belirmişti.

Zaten durmamış olan gözyaşlarım daha da arttı. Demek düzen bunun için beklemişti.

Arkadaşımla kahvaltı yapmak üzere, konaklama yerine dönmek için yola koyulduk. O gün ve diğer günler böylece geçti. Tatil bitti, iş başı yaptık, başka tatillere çıktık. 1,5 ya da 2 yıl sonra Hikmet’i rüyamda gördüm. Bana gülümsedi ve göz kırptı. Sanırım hayatta olduğunu bana göstermek istemişti. Ben de O’na el salladım ve bol şans diledim. Hala daha aklıma geldikçe O’na dua ederim. O gün dünyaya yayılan sevincin yerini ne tutabilir bilmiyorum. Belki birgün derin sulara daldığımda Hikmet yanıma gelir ve o güzel kabuğuna dokunmama izin verir, belli mi olur…

Biz o gün orada olduğumuz ve bu ana tanıklık ettiğimiz için şanslıydık. Ancak çoğu deniz kaplumbağası bu kadar şanslı olmayabiliyor. Zaten doğal seçilim kuralları gereği, kısıtlı sayıda çoğalan deniz kaplumbağaları, bir de doğa tahribatı nedeniyle oluşan sorunlarla mücadele etmek zorundalar. Türkiye’de ve dünyada bunun mücadelesini veren yüzlerce gönüllü var. Bizler belki şu ya da bu nedenle onların birebir yanında olup yardım edemiyoruz; ama her zaman her koşulda yapılacak bir şeyler mutlaka vardır. Hikmet’in hikâyesi bunun en güzel örneği…

Yaşam koşturmacası, o bu şu derken… Her sabah monitörlerimizde ya da televizyonlarımızda gördüğümüz felaket senaryoları her geçen gün biraz daha artıyor. Ancak hiçbir zaman hiçbirşey için geç değildir. Birşeylere bir yerden başlayabiliriz. Mesela bir deniz kaplumbağası evlat edinin. (Ayrıntılı bilgi için: http://www.wwf.org.tr/nasil-yardim-edebilirsiniz/bagis-yapin/bir-deniz-kaplumbagasi-evlat-edinin/) Düşünsenize her 10 YTL’lik bağışla bir deniz kaplumbağasının hayatını kurtarabilirsiniz. 10 YTL nelere harcamıyoruz ki! Sırf bu bile daha fazla pozitif düşünmek için yeterli gücü sağlayabilir. O gün oradaydım ve o insanların dualar ve iyi temennileri ile neleri değiştirdiğini gördüm. Ve şunu bir kez daha iyi anladım ki bir şey değişir, herşey değişir.

Elif Oktav Erdemli