Ben yapabildiysem siz de yapabilirsiniz. Sakın unutmayın! Bunu yaparken kişinin bilinçli, bilgili ve ehil olması, kanserli hücrenin son yolculuğunda o hücreye, içindeki gizli derse, taşıdığı şifa gücüne saygılı olup yaşamsal yolculuğunu kutsaması gerekiyor…

Dr Zhi Gang Sha “Dört Anahtar”[1] isimli kitabında “her insanın kanseri kendi bedeni için bir atık olmasına karşın, başka bir insanın bedeni için gerçekte bir besindir” diyor. Aynı kitapta bu söylediklerinin neden ve nasılları hakkında bilgi de veriyor.

Bu konuda kendisine kesinlikle katılıyorum. Ancak enerji ve enerji beden şifacılığı konusunda her hangi bir bilgisi olmayan bir insanın bu satırları, hatta Dr. Sha’nın gerekçelerini okuduktan sonra bile kendisiyle hemfikir olması pek kolay görünmüyor.

Burada enerji şifacılığı ile enerji beden şifacılığı arasındaki ayrıma özellikle dikkat etmemiz gerektiğini önemle anımsatmak istiyorum.

Enerji şifacılığı her hangi bir kaynakta bulunan bir enerjiyi bulunduğu yerden çeşitli yöntemlerle alıp, başka bir yere, oradaki eksiği tamamlamak ereği ile aktarma işlemidir. Örneğin Reiki çok sayıda insan tarafından uygulanan bir enerji şifası yöntemidir. Biyo-enerji de tıpkı Reiki gibi enerji şifası yöntemidir, ancak çok daha fazla bilgi, eğitim, beceri, sabır ve deneyim gerektirdiği için az insan tarafından uygulanır.

Bütün bunların nasıl olup da çalıştığı konusunu kağıt üzerinde kanıtlarla ortaya koymak benim değil araştırmacı bilim adamlarının işi olsa da, ben hiçbir iddiada bulunmadan kendi anladığımı aktarmayı uygun görüyorum.

Reiki ve Biyo-enerji ile hemen hemen aynı zamanda (1996) tanıştım. Reiki birinci aşamayı aldığımda Shiatsu eğitimimin henüz üçüncü ayındaydım. Bana bu sistemin üç aşamalı olduğunu ve her aşaması için bir günün yeterli olduğunu söylediklerinde, -konuyu tarafıma aktaran arkadaşımın bilgisine çok güveniyor olmama karşın- inanılmaz derecede şüpheli yaklaştığımı anımsıyorum.

Nasıl olabilirdi ki? Düşünsenize! Neredeyse her derdinize deva bir şifa yönteminden söz ediliyor. Ben yaklaşık üç aydır Shaitsu eğitimindeyim, kişinin sırtının tamamına bile dokunamıyorum. Bir insanın tüm sırtına şifa verebilecek aşamaya gelmeme daha 1 ay var. Tüm bedene dokunabilmem ve bir ölçüde şifalandırabilmem için ise en az 5 ay daha okula devam etmem gerekiyor. O dönemde öğrendiklerime göre şifacılık çok özel ve zor bir iş. Meşakkat gerektiriyor. Özveri gerektiriyor. Sabır gerektiriyor. Arkadaşım gelmiş “birinci günün sonunda şifa yapabileceksin” diyor.

Açıkçası bir yanım “haydi canım sen de” diyordu. Ancak öteki yanım “denemekten ne kaybedersin, en azından bunun böyle olup olamayacağını anlarsın” diyordu. Sonunda karar verdim. Bir cumartesi sabahı evinde toplantı düzenleyen bu arkadaşıma gittim. Sevgili Master’ım Moti Siboni’yle o zaman tanıştım. Günün sonunda ellerimden sıcacık ve incecik iğneler batarmışçasına çıkan/akan bir enerji vardı. Arkadaşım haklıydı. Bunun nasıl olduğu konusunda en küçük bir fikrim bile yoktu ama bu enerji oradaydı işte.

O günden sonra, Shiatsu uygulamalarımda hep Reiki’nin gücünden de yararlandım. Çalışmaya başlamadan önce kendi Reiki kanalımı açıyor ve tüm çalışma boyunca bana yardımcı olmasını rica ediyordum. Üzerinde çalıştığım arkadaşlardan daima “ellerin tam şifa için yaratılmış, çok rahatladım, çok iyi hissediyorum” şeklinde olumlu tepkiler alıyor ve mutlu oluyordum. Böylece enerji ve enerji beden şifasını birlikte uygulamış oluyordum.

Reiki’nin çalışması hakkında “neden ve nasıl” kısmı ile o zamanlar pek ilgilenmiyordum açıkçası. Zaten ilgilensem de, bunu açıklayabilecek alt yapıya sahip olmadığımı düşünüyordum. Aslına bakarsanız bugün bile tam olarak nasıl çalıştığını bilmiyorum. Anlayabildiğim ya da belki kendimce uydurduğum kadarıyla, “beynimizde zaten var olan pasif durumdaki bir enerji aktarım merkezi, usta/öğretmenin yaptığı o ritüel sonucu aktif hale geliyor ve böylece daha önce hiç kullanmadığımız bu yeteneğimiz açığa çıkıyor” diye düşünüyorum kısaca.

Bu olaydan iki ay kadar sonra Reiki ikinci aşamayı aldım ve 1997 yılının 30 Aralık günü de Reiki usta/öğretmen sertifikamı aldım. Yola aynı usta/öğretmenle çıkmıştım ve aynı usta/öğretmenle de tamamladım.

Yine 1997 yılında, Shiatsu’nun yanı sıra Biyo-enerji eğitimi almaya başladım. Bu yöntem de bir yerdeki enerjiyi alıp başka bir yere iletmeye yarıyordu. Ancak aralarında pek çok belirgin farklılıklar vardı.

Birinci ayrılık, öğrenim süresindeydi. Reiki eğitimi birer günlük üç aşamadan oluşurken, biyo-enerjinin temel eğitimi 8 ay (haftada bir gün 4er saatlik kurlar) ve ondan sonra isteyenlere ileri düzey eğitim de ayrıca 4er aylık iki kurda toplam 8 ay sürüyordu.

İkinci ayrılık uygulanış biçiminde ortaya çıkıyordu. Reiki uygularken sadece “bütünün ve bu kişinin en yüksek hayrına şifalanması” diye niyet edilip, eller her insanda aynı biçimde ve aynı yerlere konularak görevin –neredeyse- tamamı Reiki’ye bırakılıyordu. Buna karşılık Biyo-enerji uygularken kişinin üçüncü göz ve kalp enerji merkezlerindeki enerjisel bilgiler okunuyor, kişinin o anda içinde bulunduğu duruma özel gereksinmesi saptanıyor ve onun gereksinmelerini karşılayacak spesifik enerjiler aktarılıyordu.[2]

Bilinçli enerji aktarım işini (biyo-enerji) kısaca “çevrede bulunan kuantum enerji parçacıklarına, düşünce gücüyle istediğimiz enerjinin titreşimini kazandırarak, kendi bedenimize girmesini ve orada insan bedeni ile uyumlu hale gelecek kadar yavaşladıktan sonra, gereksinme duyan kişinin, ilgili bölgesine aktarmak” şeklinde özetleyebiliriz.

Buna karşılık enerji beden şifacılığında, bedene dışarıdan enerji aktarmak yerine, kişinin bedeni içindeki enerjiler uzmanlaşmış eller ile saptanıyor, çeşitli sebeplerle bloke olup bir yere birikmiş olan enerjiler çeşitli basınç yöntemleriyle bulundukları yerden alınıp, bedenin daha az enerjiyle idare etmek zorunda kalan alanlarına kaydırılıyordu. (Shiatsu ve Refleksoloji bu konuda en fazla tanınan başlıca şifa yöntemlerinden sadece ikisidir.)

Daha derin anlamda bakarsak, Reiki ve Biyo-enerji gibi enerji şifası yöntemleri “kişinin çeşitli nedenlerle tükettiği demir, çinko, magnezyum gibi içsel kaynaklarını enerjisel olarak doldurup dengelemeye”, Shiatsu ve Refleksoloji gibi enerji beden şifacılığı ise, “kişinin bedeni içinde bulunan ve çeşitli nedenlerle bloke olup birikmeye başlayan enerjinin sıkışık ve bloke halinden kurtulup, rahatça dolaşarak, kendi içinde dengelenmesine destek vermeye” yarıyor diyebiliriz.

Bu yöntemlerden her biri kendi içinde çok değerlidir ve birinin diğerine üstünlüğünden söz etmek gereksizdir.

Bununla birlikte Dr. Sha’nın önerisine geri dönersek, onun -tıpkı Reiki ile Shaitsu’yu bir arada kullanırken yaptığım gibi- bu iki yöntemi birleştirmekten söz ettiğini görürüz.

Bu arada, kanser hastaları, manik depresif ya da şizofrenler söz konusu olduğunda, enerji şifacılığının, enerji beden şifacılığından çok daha fazla işe yaradığını anımsatmak isterim. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu birinin diğerine üstün olması değil, gereksinmeye özel sunum yapma seçeneğine sahip olmak meselesidir.

Şimdi bu konuyu biraz daha derinden anlamaya çabalayalım. Dr. Sha her yerde sürekli olarak adını duyduğumuz Qi konusunda kısaca “hücre hareketlerinin sonucu olarak açığa çıkan enerji” tanımlamasını yapıyor.

Ben eğitimlerde Qi nedir diye soranlara, “her şeyden beslenen ve her şeyi geri besleyen böylece varlıklarımızı sürdürmemizi sağlayan enerji” tanımlamasını yapıyorum. Bu açıdan baktığımızda ikimizin söylemleri birbirleriyle gayet güzel bir biçimde örtüşüyor.

Biraz fizik bilgisi olan her insan, maddenin atomlardan oluştuğunu, atomlarınsa aralıksız olarak devinen elektronlar, boşluk ve çekirdekten oluştuğunu bilir. Her devinimin bir enerji yarattığını, her devinmek isteyen şeyin de enerjiye gereksinme duyduğu konusunu ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım. İşte adına Qi denilen yaşam enerjisi böyle oluşuyor bana kalırsa. Atom titreşmek için enerjiye gereksinme duyuyor, çevresinde diğer atomlar tarafından üretilmiş enerjiyi emerek kendi hareketini tamamlıyor ve bu arada yeni bir enerji üreterek dışarıya salıyor. Bu durum da Qi adını verdiğimiz yaşamsal enerjinin sonsuz olmasını sağlıyor.

Canlı organizmada da durum bunu çok andırıyor. Ortada çekirdeği, çevresinde hücre zarı, içinde boşluğu ile atom yapısına çok benzeyen canlı organizma hücresi de, atoma benzer bir biçimde çalışıyor. Hücre önce büzüşüyor, böylece içindeki kullanılmış ve artık titreşimsel toksinle dolup yoğunlaşmış/ağırlaşmış yaşamsal enerjiyi dışarı atıyor. Bir sonraki adımda bu enerjinin içindeki özışık parçamız, titreşimsel toksinden ayrılıp, enerji depomuza geri dönüş yoluna giriyor. Buradan ayrılan titreşimsel toksin, bedenin dışına oradan da enerji alanımızın dışına çıkıp temiz ve arı enerjiyle yıkanmak üzere atmosfere karışıyor. Enerji depomuz kendisine dönüş yapan özışık ile aynı miktarda –önceden saflaştırılmış- enerjiyi tekrar bu özışık parçasının çıktığı hücreye gönderiyor. Hücre bu enerjiyi kullanarak genleşiyor ve böylece hücre boşluğu, içine yeniden enerji dolacak biçimde açılıyor.

Bu devinim biz farkında olsak da olmazsak da sonsuza dek devam ediyor. Bizim hastalık dediğimiz durum ise, bu değişim/dönüşüm sürecinin çeşitli nedenlerle kesintiye uğramasının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Enerji hücre boşluğuna rahatça dolamadığında hücrenin dışında, hücreden rahatça ayrılamadığında hücrenin içinde bir çeşit enerji birikmesi oluşuyor.

Hücrenin büzüşüp genişlemesini kesintiye uğratan pek çok unsurdan söz edebiliriz. En başta bedenin kendisini korumak adına akupunktur noktalarını bilinçli bir biçimde kapattığını anımsatmak gerekir. Genetik kodlamamızda zararlı olarak kayıtlı bir enerjiyle karşılaştığımızda -gerçekte birer küçük enerji merkezi olan- akupunktur noktaları “kapanın” sinyali alıp buna uyarlar. Böylece o zararlı enerjinin içeriye derinlerde bulunan özışığımıza karışmasına engel olurlar. Ayrıca beden kendi içinde bulunan ve bu enerjiye direnç gösterecek olan kaynakları devreye sokarak gerçek bir enerji savaşı başlatır.

Tehlikeli durum ve savunma gereksinmesi ortadan kalktığında, bu noktalar kendilerini yeniden açar ve akışın doğal haline geri dönmesini sağlarlar. Bedenin kendini savunmaya almasını gerektiren bu halin çok uzun sürdüğü durumlarda, sorun ortadan kalktığında bile kaynaklardan bazılarının tükenmiş olması sonucu, bedenin kendisini açabilecek gücü bulamaz.

Bu “zararlı enerji” kaydı evimize yeni aldığımız bir tablodaki bir desen, yeni arabamızın rengi/modeli, çalışmaya başladığımız işyerindeki bir insanın hali gibi yaşamımız içinde uzun süre birlikte olduğumuz bir enerji yüzünden hareketlendiyse, biz o enerjiyi ortadan kaldırmadan ya da aramızda uyum sağlayıcı bir unsuru yaşamımıza sokmadan önce enerji kanallarımızın ve akupunktur noktalarımızın kendilerini yeniden açmaları söz konusu bile olamaz. Böylece enerjinin doğal akışında yardımsız aşılamayan sorunlar ortaya çıkar.

“Nasıl olur da bu akış bozulur” konusundaki bu açıklamalardan sonra, biz yine hücre içi/dışı enerji alışverişi konusuna dönelim.

Enerji hücrenin dışında biriktiğinde yaşamsal enerji yerine titreşimsel toksinle dolu kalan hücre, bu yüzden hastalanırken, içeri yığıldığında, hücre boşluğunun gereğinden fazla açık kalması ve içinde fazla miktarda enerji tutması yüzünden sağlık bozuluyor.

Bütünsellik felsefesi ile insana yaklaşan enerji ve enerji beden şifası uzmanları, hücresel bazda bu değiş tokuşun olamamasının mutlaka zihinsel bir nedeni olduğunu varsayıyorlar (ben de öyle düşünüyorum). Konumuz kanser olduğuna göre, biz de bütün bu açıklamalar ışığında kanserin zihinsel nedenini mercek altına alalım.

Bütünsel yaklaşıma göre kanseri oluşturan zihinsel tavır “benmerkezci” davranışlarda kendilerini ortaya koyuyorlar. Ruediger Dhalke ve Thorwald Dethlefsen’in birlikte yazdığı “Hastalık İyileşmeye Giden Yoldur” adlı kitapta biri tıp doktoru diğeri psikolog olan iki bilim adamı da bu görüşü aynen paylaştıklarını belirtiyorlar.

Burada önemli bir noktaya kendimce değinmek istiyorum. Pek çoğumuz yaşam içinde iyi ile kötü arasında sıkışıp kalmış durumdayız. Özellikle içsel yolculuklarla ilgili olanlarımız, ille de “iyi insan olmak gerekli” diye tutturuyoruz. Tüm yaşamımızı “iyi insan olmak” felsefesi üzerine oturtmak için özel çaba gösterip, kendi iç dünyamızda “öğrenilmiş iyi hasletlere” uymayan yanlarımıza ya bakmıyor ya da onları susturmaya çabalayıp, “yokmuş” gibi davranmayı yeğliyoruz.

Aslında hücre yapımızda blokaj ya da gereğinden fazla akışkanlık yaratan ve doğal olarak hasta olmamıza sebep olan durum da burada başlıyor. Hiç birimiz iyi insan tanımına uymak zorunda değiliz. Önemli olan bütünün en yüksek hayrına olan davranışlar sergilemektir. Genele baktığımızda % 51 topluma ve çevreye yararlı bir insansak, bizim “iyi insan” olduğumuz söylenebilir.

İnsanlar dramayı sever ve genellikle iyi kişinin başrolde olduğu ve başarıp, iyi olmayanı yendiği senaryoları desteklerler. Onlara “hak, adalet” gibi kavramlar öğretilmiştir. Adaletli olan iyi, olmadığı düşünülen ise kötüdür. Sanki iyinin iyi olduğunu ortada kötünün olmadığı bir durumda anlayabilirlermiş gibi…

Yaşamı bir tiyatro sahnesi olarak ele alacak olursak, oyunun cezbeden bir yanı olabilmesi için genellikle birkaç çeşit karaktere gereksinme vardır.

Her tiyatro senaryosunda değilse de, genellikle senaryolarda, en az bir iyi bir de iyi olmayan karakter olması bundandır. Böylece iyinin kötüyle savaşı binlerce yıldan beri süregelmiş ve bir türlü sonlanamamıştır. Yaşamı, aynı anda binlerce senaryonun oynandığı dev bir tiyatro alanı olarak ele alırsak, elbette iyiler ve bir o kadar da kötüler bir arada yaşayabilir. Hatta aynı insan genellikle iyi ve bütüne yararlı davranışlar sergiliyor olsa da, bazı zaman ve konularda küçük yalanlar söyleyebilir, başkalarının başarılarını, zenginliklerini, sağlıklarını ya da kendisinde eksikliğini duyup bir türlü tamamlayamadığı başka bir şeyini kıskanabilir, en azından ona özenip öykünerek yaşamının yolunu, yönünü değiştirebilir.

Böylesi bir durumda, duyguları ile barışık olabilmek ve bunları kabul edip dile getirebilmek gereklidir. O zaman bedenimizin, zihnimizin ya da ruhumuzun bize “bak sen burada böyle davrandığını kabul etmiyorsun” deme gereksinmesi ortadan kalkar ve enerji her zamanki olağan akışkanlığında yoluna devam eder.

Bizler “iyi insan olmak zorunda olduğumuzu” düşünüp, bu karanlıkta kalan yanlarımıza bakmaktan ve onları görüp kabullenmekten çekinir, uzak durursak, hiç bir sosyal kimliğe sahip olmadığı için asla yalan söylemeye gereksinme duymayan bedenimiz bize kendi iç dünyamızı göstermek adına seve seve kurban eder kendisini. Başka bir deyişle hiç çekinmeden hastalanır.

Kanser hastaları zihinlerinde “benmerkezci” olurlar demiştim. Bu konuyu biraz daha irdeleyelim. Doğduğumuz andan başlayarak çevremizin bize öğrettiği davranış biçimlerini ve yaşamsal yaklaşımı doğal kabul ederek yaşamımıza devam ediyoruz. İnsanlığın büyük bir bölümü “yeterince yok” bilincinde olduğu için hep kaynakların kısıtlı olduğu ve bir gün gelip de yetemeyeceği bilgisiyle donatılıyoruz. Ebeveynlerimiz, öğretmenlerimiz, arkadaşlarımız, bizleri yönetenler aralıksız olarak “kaynaklar kısıtlıdır, her insanın şansı farklıdır, bazılarına bazı şeyler yetmez” gibi bilgileri biz farkında olsak da olmazsak da empoze edip duruyorlar.

Yaşama olan güvenleri benzeri yaklaşımlar ya da genetiksel olarak sahip oldukları “yok bilinci” gibi çeşitli nedenlerle azalan dostlarımız, ellerindeki kısıtlı olduğuna inandıkları bu kaynakları başkalarıyla paylaşmak yerine kendilerine saklamayı alışkanlık haline getiriyorlar. Giderek her adımda “bunun karşılığında bana ne düşecek” düşüncesiyle hareket etmeye başlıyorlar.

Benmerkezci davranışın/yaklaşımın altında çoğu zaman derin ve dengelenmesi çok zor bir “ben zaten değersizin biriyim, hiçbir işe yaramam, kaynaklar bu kadar kısıtlıyken, benim payıma hiçbir şey düşmez, ben hep en azla yetinmek zorunda kalırım, en iyisi biriktireyim” inancı olduğunu anımsatmadan bu bölümden çıkamayacağım…

Bakarsınız, adamın birine akciğer kanseri teşhisi konur ve durumu neredeyse umutsuzdur. Çevresindeki insanlar çok üzülürler. Hemen hemen herkese yardım eden bu iyi insanın neden böyle hastalandığını anlayamazlar.

Kendisi de “Allah’ım ben neden bu hastalığa yakalandım, her isteyene yardım elimi çekinmeden uzatmadım mı, gözünde hiç mi değerim yoktu” diye sorar.

Kişi burada bile yaşamının sorumluluğunu ele almaktan kaçınmaktadır aslında. Yani iyi gelince Allah’tan değildir ve kendisi çabalayıp hak etmiştir, kötü olunca Allah sorumludur. Bak sen şu işe…

Gerçekte kişi her insana yardım elini uzatmaktadır çünkü onların geri verecekleri şeye gereksinme duymaktadır. Bu “bir yudum sevgi” bile olabilir. O kadar yaşama güvenmemekte ve kendisini o denli değersiz görmekte ve bunu bir türlü kabullenememekte olduğundan içsel bir dürtüyle birilerine sevgi, ilgi, bilgi, maddi destek ya da sahip olduğu her ne varsa vermektedir. Tek istediği onların kendisini sevmesi ve saymasıdır. Kendisine asla yöneltmediği sevgi ve saygıyı dışarıdan tamamlamak istiyordur.

Var olan kaynaklardan kendi payına ne kadar çok düşerse o kadar iyidir onun için. Böylece daha çok insana yardım eli uzatabilir, daha çok insanın sevgisini, ilgisini satın alabilir… sadece bunu ne kendisine ne de başkasına söyleyebilecek kadar farkında değildir bu olayın. Asla “ben sevgiye muhtacım o yüzden de benmerkezci davranıyorum, tüm kaynakları kişisel çıkarlarım için kullanıp, elde ettiklerimle sizlerden sevgi, ilgi vs. almaya çabalıyorum” demez.

Öte yandan bakarsınız adamın biri “yaralı parmağa işemez” dedikleri cinsten olup, son derece sağlıklı bir yaşam sürdürmektedir. İçsel olarak onun bu durumunu anlasanız da, öğrenilmiş doğrularla çalışan zihniniz bu durumun adaletsiz olduğunu fısıldar kulaklarınıza. “O iyi adam son aşamada akciğer kanseri olsun, bu kimseye hayrı dokunmayan adam da son derece sağlıklı kalsın… Böyle adalet mi olur dersiniz” kendi kendinize. Oysa durum açıktır ve anlaşılması kolaydır. Bir yanda “her şeyini sadece geri dönecek olan şeyleri almak adına veren” görünürde çok verici, gerçekte “benmerkezci” bir kişilik vardır ve kendisi de dahil kimse bu gerçeği kabul etmiyordur, öte yanda, “ben kendim için yaşıyorum, her şeye hakkım var ve bunları elde etmek için hiç kimseye bir şey vermek zorunda değilim, isterseniz benim benmerkezci olduğumu söyleyebilirsiniz, bu kısmı beni hiç ilgilendirmiyor” diyecek kadar kendisine ve çevresine dürüst davranan bir kişilik vardır.

Madem hastalık dediğimiz şey bedenimizin bize bazı karanlıkta kalan yanlarımız hakkında bilgi vermek için ortaya çıkardığı yeni bir hal, bu durumda hep “desinler, versinler” diye iyilik yapan kişi hastalanırken, “bana ne, ben aldığıma bakarım” diyecek kadar dürüst olanın hastalığa gereksinmesi kalmıyor elbette.

Ben böyle söylediğimde pek çok kez “madem öyle, neden çocuklarda başta lösemi olmak üzere kanser çeşitleri olabiliyor, onlar ne zaman öğreniyorlar benmerkezci olmayı” sorusuyla karşılaşıyorum. Bu sorunun gelmesi beni hep mutlu ediyor. Reenkarnasyon denilen şeyin kendi anladığım biçimdeki açıklamasını yapma şansı buluyorum.

Genlerin hafızası var ve bunu tüm bilim adamları da kabul ediyorlar. Her hangi bir çocuk her hangi bir aileye geldiğinde, genetik kodlamasının ortalama yarısı anne yarısı da baba tarafından gelen genlerle oluşuyor. Diyelim ki, annenin tarafında çok benmerkezci biri vardı, erken yaşta savaşa gitmek zorunda kaldı ve orada öldü. Benmerkezcilik enerjisi ile bırakın hastalanmayı yüzleşmeye bile zamanı kalmadı. Ailenin genelinde olmayan bu enerjinin sonraki nesiller tarafından ağır bir biçimde yaşanmaması ve gerçeğin tüm aile tarafından görülebilmesi için, yeni gelen nesillerden biri bu enerjiyle donatılmış olarak geliyor[3]. Bu kişi de erken yaşta bu enerjiden kurtulup kendi yaşamını yaşamak istiyor.

Bu durumda hem ebeveynlerini hem de ailesinin diğer üyelerinin kolayca bu enerjiden arınabilmesini de sağlamayı umut eden küçük çocuk, henüz toplumsal değerlere saplanmaya fırsat bulamadan ruhunun izdüşümünde olan enerjinin açığa çıkmasına engel olmayıp, hem kendi öğrenirken, hem de ailenin öğrenmesine destek veriyor.

Hastalığın altındaki gerçek fark edilirse, derse gerek kalmadığından, sorun da ortadan kalkıyor. Öğrenmeyenler olduğunda ise, çocuk görevini yerine getirememiş bir ruh olarak yaşamına son gelmesine engel olamıyor. Görev gelecek nesillerdeki bir başka kişiye ya da o anda hayatta olan kişilerden en benmerkezciliğe yatkın olan aile üyesine devir oluyor.

Çocuklarda en fazla görülen kanser türünün lösemi olması bana kalırsa hiç de rastlantısal değil. Kan ailemizle olan ilişkilerimiz hakkında bize bilgi sunan yanımız (kanımızı ve ailemizi aynı ve ayrılmaz gören sistem haklı olabilir bence). Çocukken hatta anne karnındayken istenmediğini hisseden çocuklarda yaşamın ileri yaşlarında çeşitli kan hastalıklarının başgösterdiğini düşünüyorum kendimce. Pek çok kez istenmeyen hamileliklerden sonra doğan ya da annenin aldırma taraftarı olmasına karşın ailenin diğer fertlerinin ısrarı yüzünden doğan çocuklarda, ileri yaşlarda çeşitli kan hastalıkları ortaya çıktığını görüyoruz yaşam içinde. Henüz bir cenin ve bir şey anlamaz sandığımız o çocuk, en derinde, ruhsal düzeyde “ben istenmiyorum” duygusunu algılıyor ve bu da ruhunda derin bir yara ile dünyaya gelmesine neden oluyor. O ruhsal yarası yıllar sonra ortaya her hangi bir kan hastalığı olarak çıkabiliyor. Hatta bazen çocuk doğuştan hasta oluyor…

Biz yine konumuza kansere dönelim. Peki nasıl oluyor da benmerkezci kişide kanserli hücreler ortaya çıkıyor? Bedenimizi hücre adı verilen bireylerden oluşmuş bir topluluk gibi düşünelim. Tıpkı çocukluğumuzdan bu yana otorite olarak kabul ettiklerimizden zihin yoluyla öğrendiğimiz doğrularla hareket ettiğimiz gibi, hücrelerimiz de, kendi otoritesi olan zihnimizdeki kalıplara göre kişilik geliştiriyorlar. Benmerkezci bir kişinin tüm kaynakları kendi çıkarları için kullanırken bunu yaptığını reddetmesi gibi, hücrelerden biri veya bir kaçı da aynı biçimde davranmaya, bedenin kaynaklarını kendi çıkarları için kullanmaya ve bunu yaptığını reddetmeye başlıyor. Aslında bu durum her gün defalarca tekrarlanıyor ve bedenin diğer kısımları henüz birlik içinde hareket etmeyi sürdürdüğünden, bu benmerkezci hücreler antikorlar tarafından önce uyarılıp, sonra da kolayca ortadan kaldırılıyorlar. Kişinin davranışları değişmedikçe, kendi zihnine uygun hareket eden hücre sayısı çoğalıyor ve sonunda sağlıklı ve paylaşımdan yana olan kısmın başa çıkamayacağı sayıda hücre benmerkezci davranışa giriyor. Beden kişinin öğrenmesini istediğinden kendini feda ediyor L.

Nasıl? Hücre büzüşüp içindeki kirli enerjiyi dışarı salıyor, tekrar açıldığında içine yeterli enerji dolmayabileceği korkusu artık çok yükseğe ulaştığında, büzüşüp kapanmak yerine açık kalıp daha fazla enerji tutmaya çabalıyor. Aynı hücrenin yakın çevresinde yer alıp, bu durumu gören ve kendilerine yeterli enerji kalmayacağından endişe duyan diğer hücreler de benzer bir davranış içine giriyor… bu böyle sürüp giderken, o bölgede gereğinden fazla enerji birikmeye ve sonunda bu aşırı enerjiden beslenen hücreler de olağandan hızlı ve fazla çoğalmaya başlıyorlar.

Bu durumda yapılacak şey, bir yandan kişiyi aşırı zorlamadan “benmerkezci” olduğuna ikna ederken, öte yandan enerjiyi aşırı biriktiği yerden alıp başka bir yere aktarmak olmalıdır. Kanserli bölümü kesip almak geçici bir süre için işe yararsa da, kanseri oluşturan asıl sebep ortadan kalkmadığı sürece, kişide gerçek bir sağalma olması uzak bir olasılık gibi duruyor. Tıp doktorlarının bütün istekli ve derin mücadelelerine rağmen bir türlü kanserle ya da arkasından gelen metastazlarla başa çıkamamaları belki de bu yüzdendir…

Burada enerji beden hekimliğinde ağrılı yerlere uygulandığı gibi, kanserli bölgedeki fazla enerjiyi, bedenin eksik kalan başka yerine taşımak işe yaramaz ne yazık ki. Böylesi bir işlem, zihinsel olarak hastalanmış hücredeki (ya da çevresindeki) titreşimsel toksinle dolu bir enerjiyi alıp, bedenin sağlıklı bir yerine taşımak anlamına gelir ki, ulaşılan yeni adreste bulunan sağlıklı hücrelerin de hastalanmalarından başka bir işe yaramaz. Bu karantinaya alınması gerekecek kadar bulaşıcı bir hastalığa sahip kişilerin, kendilerinden kurtulmak adına tüm insanların sağlıklı olduğu bir yere gönderilmesi gibi bir durumdur.

Buna karşılık Dr. Sha, o bölgedeki aşırı enerjinin, bulunduğu yerden alınıp, başka bir insanın eksik olan yerine aktarmayı öneriyor. Bu durumda, bedeni terk eden enerjinin içindeki özışık, kendi kaynağına yani kanser hastası olan kişinin enerji deposuna dönerken, titreşimsel toksin de o bedenden çıkar çıkmaz atmosfere karışıyor. Böylece kanserli hastanın fazla enerjisi temizlenmiş ve güçlenmiş olarak eksik olan kişinin alanına giriş yapıp ona şifa sunmaya başlıyor.

Bunun nasıl yapıldığını merak edenler Dr. Sha’nın kitabına başvurabilir ve gereğince bilgi alabilirler. Ben Dr. Sha’nın yaptığı kadar kolayca kanserli hastaların enerjilerinden başka hastalara yardım etmeye yeltenecek ölçüde cesur olamadığım uzunca bir dönemde, hiçbir insana zarar vermeden, bitkilerin gelişimi için kullandım aynı yöntemi. Elbette bitkinin beni ve yardımcı olduğum kişiyi kutsamasını istedikten sonra….

Nasıl mı? Kısaca, enerji girişine izin veren sol elimi kanserli bölgeye doğru yaklaşık 7-8 cm. yaklaştırıp, “burada birikmiş olan enerjiyi şimdi bulunduğu yerden alıyorum ve, ….. bitkisinin gelişmesi niyetiyle onun hücrelerine ve ruhuna gönderiyorum” deyip, işaret ve orta parmaklarımla o bitkiyi gösterdim. Kanserli alandan gelen enerjinin atmosferde arınıp temizlendikten sonra, işaret ettiğim yere gittiğini imgeledim. Enerji akışının kendiliğinden bittiğini ayrımsadığım zamana dek sisteme müdahale edip akışı kesmedim.

Sonuç ne mi oldu? Bitkilerim coştular ve inanılması güç bir hızda geliştiler. İsterseniz gelip görebilirsiniz J.

Hastalar mı? En azından yaşama daha umutla ve mutlulukla bakmaya başladılar. En başından son ana dek, bu yöntemin onların tedavisine sadece katkıda bulunmak adına yapıldığını, asıl kullandıkları ilaçlar ya da diğer tıbbi yöntemlerin yerine geçmediğini bilerek, oluşagelmiş en küçük faydadan bile keyif almaya devam ettiler.

Ben yapabildiysem siz de yapabilirsiniz. Sakın unutmayın! Bunu yaparken kişinin bilinçli, bilgili ve ehil olması, kanserli hücrenin son yolculuğunda o hücreye, içindeki gizli derse, taşıdığı şifa gücüne saygılı olup yaşamsal yolculuğunu kutsaması gerekiyor. Bir başka deyişle, hasta kişiye olduğu kadar hastalığa da saygılı davranmak ön koşul.

 

[1] Dört Anahtar, Güç İyileşmesinin Bedeninizi, Zihninizi ve Ruhunuzu Enerji ile Dolduracak Dört Sırrı (sayfa 285); Klan Yayınları
[2] Bu konuda daha fazla bilgi için: zsg@derki.com ; zsg@zsg.gen.tr adreslerinden bana ulaşabilirsiniz.
[3] Bert Hellinger, Kabul Etmenin Özgürlüğü, Sevgi Düzenleri, Sistem Yayınları

Zeynep Alan Sevil Güven