MS. Ortaokul lise zamanlarımda ” Milattan Sonra ” demekti benim için… 2011’den beridir tarih kitaplarında bile görsem eski anlamı kalmadı literatürümde. O artık Multiple Skleroz.

Yaşadığım ve büyütüldüğüm ortam sayesinde 24 yaşıma kadar zararlı denilebilecek her şeyden izole bir hayat yaşadım. Ne alkol, ne sigara, ne benzerleri… Üstüne, faydalı olduğunu biliyorsam sokaktan taş alıp kemiriyorum, öyle de bir herbalistim.

2011. Uzun süre makas kullanmak zorunda kaldığım bir iş sonrası, parmaklarımda hissettiğim uyuşma iyiden iyiye sinirimi bozmaya başlamıştı ki, ” sebebini işleme ” dediğimiz olgu yerine gelsin diye nöroloji bölümüne gittim. Basit bir ” sinir sıkışması” ydı sonuçta. Verirdi bir B12, hayat güzelleşiverirdi, ne olacak sanki ?

Vermedi. Vermediği yetmezmiş gibi bir de MR çektirmem için bir kağıt imzalayıp sekretere gönderdi.

“Şüphelendiğim şeyler var.” demişti.

Ne olabilir ki ? Ben ciddi bir hastalık sahibi olamam. Sağlıklıyım. Ayrıca Tanrı’yla aramız da iyi. Neden cezalandırmak için ibadetlerini tam anlamı ile yapmaya çalışan, yasakladığı her şeyden kaçınan, emrettiklerini yerine getiren bu cici kulunu seçsin ki ?

Korkuyordum… Henüz hayata yeni başlamıştım. Evlenmiş, bir okulda öğretmen olarak göreve başlamış ve geldiği yepyeni şehir olan İzmir’de ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kadındım.

O ayaklar teşhisin konulduğu o gün taşımadı bedenimi. Yere yığılmıştım.

Yerle bir olan yalnızca bedenim değildi. Hayallerim, hayatım, planlarım, inancım…

Herkesin kıyameti kendine ya, benimki o gün kopmuştu…

İnandığım her şey koca bir yalandan ibaretti artık…

Doktor, gerekliliğine ve etkisine inanmadığım bir iğne tedavisinden bahsetti. İğne. Kendi kendime, her gün vurmam gereken, bazı yan etkileri olan bir tedavi.

Buz kesmiştim. Hasta dosyasını doktora fırlatıp servisten koşarak çıktığımı hatırlıyorum. Sonra bahçe kapısından beni almaya gelen eşimi. Arası yok. Orada film kopuk.

Hayat denen sahnede, bu kez öyle bir rol tutuşturuldu ki elime, defalarca okudum. Hiçbir şey anlamamam bir yana, yönetmen koltuğunda oturana da kallavi küfürler salladım !

Sızıp kaldığım o iki üç saat dışında uyanık kaldığım saatlerde, en çok kullandığım cümle olmuştu: NEDEN BEN!

Her şeyi kitabına uygun yapmama rağmen neden beni seçmişti bu kötü role?

Ya yoktu, ya vardı ama iyi değildi, ya da beni sevmiyordu!

Artık ben de O’na bayılmıyordum!

Müthiş bir kavga sonrasında küsüştük o Yüce Ruh’la…

Artık sevmiyordum. Madem bana reva görmüştü bütün bunları, yoktum artık ben de. “Ne halimiz varsa görelim!” deyip alternatif tıp yöntemlerini araştırmaya başladım.

Karşıma çıkan şifacıların bedenimde, ruhumda, bilincimde çalıştıkları esnada hissettiğim o büyülü haz beni bu işin içine itti.

Eski ben’in hayatta girmeyeceği, hatta yanından bile geçmeyeceği bu işler, doktorumun: ” Bu hastalıkta iyileşme yok. Tedavimiz hastalığının daha kötüye gitmemesi için uygulayacağımız bir önlemden ibaret.” sözleriyle, çaresizce tutunduğum bir dal oldu.

Aldığım son bioenerji seansında, gözlerim kapalı, kendimi beyaz elbiseler içinde garip şarkılar söyleyip dönerken gördüm. Öyle bir vizyondu ki, çevresinde döndüğüm ateşin sıcaklığı hala aklımda.

Seansım bittiğinde kararımı vermiştim. Her canlının bu gezegende bir hayat görevi vardı. Benimki de buydu. İnsanlara şifa bulma yolunda rehberlik yapmak.

Kolları sıvayıp kurs aramaya başladım. Saçma bir şekilde hayatıma girip, saçma bir şekilde çıkan ve şu an hayatımda olmayan bir  arkadaşım sayesinde bir kursa başladım. Onun da hayatımdaki görevi buymuş demek ki…

Yapılan uyumlama sonrasında, ellerimde hissettiğim enerji akışı beni öylesine heyecanlandırmıştı ki, yolda kedi, köpek, çiçek, dağ, taş… her şeye şifa enerjimi vermek için yarışıyordum.

Yaşanan bazı eş zamanlılıklar, doğru yolda olduğum konusunda beni yüreklendiriyor, enerjimi daha da yükseltiyordu…

Bu süreçte iki de çocuğum oldu. Bu benim çevreme ve kendime bir ispattı!

“Bakın, hasta deyip acıdığınız bu kız iki çocuk doğurdu! Hem de gerçekten doğurdu!”

Ailemin ve çevremin artık “Gidip tedaviye başla!” baskılarının sona erdiği, artık benim tedavi olmayacağıma kendilerini ikna ettikleri bir dönemde pat diye gidip kendi özgür irademle tedaviye başladım. Alışma dönemi sancılı geçti elbette. Hala da alıştığım söylenemez o lanet iğnelere. Ama onlara göre “önlemimi” aldım. Bu yeterdi.

Şimdi ne mi yapıyorum ?

Eskiden olduğu gibi steril yeme içme olayından vazgeçtim. Canım ne isterse onu yapıyorum. ” Akışta kalmak ” da bunu gerektirir öyle değil mi ?

Eskiden yeme içmeye gösterdiğim titizliği şimdi çevremdeki insanlara gösteriyorum: ” Steril dostluklar ” ?

Beni sıkıntıya sokacak, enerjimi sömürecek, kaygı dozumu artıracak insanlardan uzak kalmaya çalışıyorum.

Aralarında en sevdiklerim de, MS olduğuma inanmayanlar. Onlar bana ” iyisin ” dedikçe, gerçekten iyi oluyorum sanki… Gerçekten…

Küçük MS’im? Onu sevmeye başladım. Bana bir zararı dokunmadığı sürece benimle takılabilir.

Ona şarkılar bile yazdım :

” Benim küçük MS’im

Sen bana neler yaptın ?

Böldün parça parça

Onlar bilmez onlar bilmez…

Bakarlar yüzüme

Sanki yoksun gibi

Sanki yalanmışız gibi…”

Tanrı mı ? Biz O’nunla barıştık…

Artık isyanı da bıraktım… Çünkü biliyorum ki bunların hepsi birer vizyon. Hastalığımı da ben yarattım.

Öğrenmem gereken hayat dersini aldıktan sonra, arkasına bakmadan çekip gidecek benden…

Çok şey öğretti. Evet hayatımı altüst etti ama, Şems’in de dediği gibi; altı üstünden daha iyi çıktı. (“Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme… Nereden bilebilirsin hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” – Şems)

Başlangıçta; ” NEDEN BEN? “derken, şimdilerde ” İYİ Ki BENİ SEÇTİN ” diyorum.

İyi ki beni seçtin!

Şükürler olsun!