İnsanlar, insanlar, insanlar.
Konuşmalar, toplantılar, karşılaşmalar, sohbetler, sorular, sorunlar, istekler, alaylar, itiraflar, bastırılanlar, suskunluklar, yalanlar, saklananlar…
Ve maskeler.

Çırılçıplak bir şekilde açarız dünyaya gözlerimizi. Vücudumuzun çıplaklığı, ruhumuza da yansır. Edebi sanatlarla bezenmiş bir romana yakışır bir şekilde, ne içimiz ne de dışımız örtülmüştür doğal olmayan maddelerle. Ancak zaman geçer, ve bebek büyür. Neyi, nasıl elde etmesi gerektiğine ilişkin ipuçları işlenir belleğine. Nerede, nasıl tepki vermesi gerektiğine ilişkin yazılmamış kurallar… Çünkü insan sosyal ilişkilere girmeye başladığı andan itibaren maskelerine sarılmaya başlar. Deliler gibi gizleriz kendimizi, harikulade rol yapma yeteneğimiz açığa çıkar, Dionysos’un şerefine oynar gibi, büyük bir başarıyla tamamlarız her sahnede rolümüzü. Replikler, bütün doğallığıyla dudaklarımızdan dökülür, maske yüzümüze yapışır, zaman geçer, ve artık biz bile maskenin ardındaki gerçek yüzümüzü hatırlayamaz oluruz.

Sonra en başına dönmek isteriz her şeyin. “Ben nasıl buralara kadar geldim, neden kendimi tanıyamaz oldum, niye özümü unuttum? Neydim ben?…” Aslında en başında, hep “bir seferlik” idi. Uyuşturucuya başlangıç gibiydi. Bir gün çocuklar ilk biralarını içtiler çünkü yetişkin gibi görünmek istediler. Maskeleri taktık çünkü onlar bizi koruyacaktı. Sonra yapıştılar suratımıza. Sanki kendi bilinçlerini kazandılar. Biz onların efendisiyken, köleleri olduk. Tiyatro hayatın aynasıymış gerçekten de, haberimiz yokmuş.

Annemizin kucağından atlayıp arkadaş çevrelerine adım attık. Annemize taktığımız maske çıktı ve şimdi yeni malzemelerle, yepyeni, pırıl pırıl bir maske yaptık. Sonra her ayrı arkadaşımızın yanında takmak için bir tane daha. Öğretmenimiz için bir tane daha, patron için, sevgili için, psikolog, dişçi, bakkal, meraklı komşu, evcil hayvan, terzi, annenin en yakın arkadaşı, boyacı, emlakçı, kiracı için birer tane daha. Tek maske takan sizsiniz sanmayın, onların da hayattaki her bir tanıdıkları için ayrı ayrı maskeleri var. Her köşe başı, her oturma odası, her telefon konuşması takdire şayan oyunculuk performanslarıyla dolu. Çok yakınız, kalp atışlarımızı bile duyuyoruz ama birbirimize dokunamıyoruz işte.

O kadar çok hasretini çekiyoruz ki sonra, o doğduğumuz ve tamamen kendimiz olduğumuz günün; her şeyi parçalamak, yırtmak, birine kendimizi tamamıyla açmak özlemiyle yanıp tutuşuyoruz. Şöyle bir hatırlamaya çalışıyoruz, silik görüntülerden başka bir şey gelmiyor gözümüzün önüne. Yapış yapış olmuş artık çoğu maskemiz. “İyilik maskesi”ne bakıyoruz, cüzamlı bir yüze benziyor artık. Tam bu sırada biri gelip tam karşımızda duruyor. Yüzünü görsek de görmesek de, “işte bu!” diyoruz. “İşte bu, tüm maskelerimin önünde düşeceği insan.”

İçimizde ne biriktiyse, neleri sakladıysak, nelerimizden utandıysak, bir bir ortaya döküyoruz onun önünde. O kadar rahatlıyoruz ki bunu yapınca… Bebeğin gözlerindeki pırıltılar yanıp söner gibi oluyor. Güçsüzlüğümüz rahatsız etmiyor bizi onun yanında. Yüzümüzdeki çirkin ben, dudağımızdaki yara, maskenin gizlediği o derin iz artık saklanması gereken şeyler değil. Yorulduk yıllarıdır oynamaktan. Ezberden değil, yüreğimizden konuşuyoruz ilk kez. “Bu sözlerin sahibi ben miyim?” diye de soruyoruz kendimize bir yandan. O kadar şaşırtıcı yani kendimizle olan bu ilk karşılaşma. Ve o da dinliyor. Neler düşündüğünü bilmiyoruz, sadece tahmin edebiliyoruz. Belki o da şaşkındır bizim gibi. Peki neden hala maskesini takıyor? Görmek istiyoruz gözlerini, gülümsediğinde kıvrılan dudaklarını, şaşırdığında havaya kalkan kaşlarını.
Neden maskesini çıkarmıyor?
Neden?
Neden?
Neden!?

Sesimiz boşlukta yankılanıyor. Gittikçe daha uzaktan, daha uzaktan geliyor. Sonra her şey gibi zamana yenilip soluyor. Aptal olduğumuzu düşünüyoruz. Aptalız, çünkü milyarlarca insanın “gücü elinde tutma savaşı” anlamına gelen şu düzende, yapılabilecek en aptalca şeyi yaptık. Yüzümüzü açtık! Bir nevi intihar bu. Sahnenin ortasında, oyunun en can alıcı noktasında, “Aman tanrım benim sahne korkum var!” diyerek sahneden dışarı fırlamak, oyunu berbat etmek, kendini rezil etmek gibi bir şey bu. Herkes bakıp ayıplar seni. “Masken düştü, bittin.” derler, ve haklılar. Maskemiz düştü, bilerek isteyerek düştü; bilerek isteyerek tüm gücümüzü, zırhımızı ve kalkanımızı attık yere. Bilerek isteyerek tüm gücü, ona yüzümüzü açtığımız “işte bu!” kişisine verdik. Bilgi güçtü ya… Ne çabuk unuttuk. Ve o sadece bize baktı. Tüm heybetiyle bize baktı.

İçimiz acıdı. Maskenin düşmesiyle derin bir nefes alan yüzümüzden birkaç damla yaş döküldü. Aynada kendimize baktık. İçimiz sızlayıp dururken, ilk kez görür gibi inceledik gözlerimizdeki ifadeyi, kızaran yanaklarımızı, henüz pek de belirgin olmayan çizgileri, şişen göz kapaklarımızı. Gece uzundu nasıl olsa. Uzun uzun baktık biz de kendimize.

Fakat dolunay vakti kurt adama dönüşecekmişiz, ya da güneş doğduğunda yanmamak için saklanmak zorunda olan bir vampirmişiz gibi, gecenin bitiminde kapımıza dayanan “hayat” ve sosyal ilişkiler bizi birkaç saattir takmadığımız maskelerimize geri dönmeye zorladı. Bizi maskesiz gören kişinin karşısına da bu defa en ihtişamlı maskelerimizle çıktık. Yadırgamadı. Hiçbir şey olmamış gibi davranıldı. Oyuna devam ettik. Oyuna mükemmel bir biçimde devam ederken düşündük de, belki hataydı akıntıya karşı kürek çekmek. Belki de zaten o kadar çok içine girmiştik ki tüm bu rollerin, maskelerimizin tamamını çıkardığımızı sandığımız o anda bile, derimize yapışmış bir maske hala orda duruyordu. Belki de aslında bir “aşk maskesi” takıyorduk. En gerçek olduğumuzu sandığımız anda bile bir tragedyanın içine sokmuş olabilirdik kendimizi. Gerçek, oyuna karışmış, ayırt edilemez olmuştu; sonra da yok olmuştu belki. İki aynayı karşı karşıya koymuşlar. Her yer maske. Sonu yok bu oyunun. Ne de güzel oynuyoruz ama. Şu salınışa, sahnede hareket eden şu bacaklara, şu danslara bakın.

Zaman geçtikçe yine doğal gelmeye başlıyor tüm bu oyun, tüm bu yapaylık. Yine unutuyoruz. Sonra bir gün, bir konuşmada soruyoruz birine, “Doğalım artık değil mi?”
“Hayır.”
“Tamam. En azından doğal olmadığım anlaşılmıyor değil mi? Yani iyi ‘doğal’ taklidi yapıyorum?”
“Hayır. Sana baktığımda, ne kadar yapay olduğun çok çabuk anlaşılıyor. Çünkü yüzündeki o ifade tam da olması gerektiği gibi. Gerçek olamayacak kadar mükemmel. Heykel gibi… Anlıyor musun?”

Anlıyoruz. Başkaları da anlıyor mu acaba diye merak ediyoruz. Maskelerden sıkılıp, onlara kucaktan inmek istemeyen yavru kediler gibi tırnaklarıyla yapışan daha kaç cins yaratık vardır bizim gibi diye düşünürken, bir sonraki sahne için ezberlememiz gereken iki uzun paragraf olduğunu fark ediyoruz. En acıtanı da o uzun geceyi yaşanmamış saymak, oyunu bıraktığımız gün sanki hiç olmamış gibi davranmak. “Oyunu hiç bırakmadın ki! Maskeni attığını sandığın o anda bile bir tragedya yarattın kendine!” diyor bir ses. Belki de öyle. Eski maskelerimizi geri taktığımıza göre bir sorun da yok o zaman. Çünkü trajedilerin sonunda hemen hemen herkes ölür.

Zaten ölüm de en göz alıcı, en yürek dondurucu maskeleri bile toprağın derinliklerine dönüşü olmayan bir biletle götürür.

Zeynep Oğuz